mor'a dogru

kendini bil

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

corb4861.jpg

"KENDİNİ BİL"

"Kendini bil" cümlesi alışılagelmiş bir ifadedir, ancak bu cümlenin tam anlamı çoğu kez gözden kaçırılır. Bu deiymle ilişkili karışıklıklar konusunda iki soru akla gelebiliyor: birincisi bu deyimin kaynağına ilişkindir, ikincisi ise gerçek anlamına ve varlık nedenine ilişkindir. Bazı okurlar bu iki sorunun birbirinden tamamen ayrı olduklarını ve aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığını zannedebilirler. Ancak, dikkatli bir inceleme yapılarak düşünüldüğünde birbiriyle yakından bağıntılı oldukları bariz biçimde ortaya çıkmaktadır.

Yunan felsefesini incelemiş olanlara bu bilgece deyimi ilk kez kullanmış olan kimdir diye sorulsa, aralarından çoğu Sokrat diye yanıt vermekte tereddüt etmez ve içlerinden kimileri de bu deyimi Eflatun'a ya da Pisagor'a atfederler. Bu zıd görüşlerden, bu farklı kanaatlerden bu cümlenin bu filozoflardan hiçbirine ait olmadğıı ve dolayısıyla bu deyimin kökenini onlarda ramamak gerektiği sonucunu çıkarmaya hakkımız olur.

Bu filozoflardan ikisinin, Pisagor ile Sokrat'ın, hiçbir yazılı metin bırakmamış oldukalrın düşünülecek olursa, böyle bir sonuca varmak bize meşru gibi görünüyor.

Eflatun'a gelince, felsefi yetkinliği ne olursa olsun, neyin onun kendisi tarafından ve neyin de hocası Sokrat tarafından söylenilmiş olduğunu ayırdetmeye kimsenin gücü yetmez. Sokrat'ın öğretisinin büyük bölümü bize ancak Eflatun tarafından iletilmiştir; öte yandan Eflatun'un diyaloglarında sergilenmiş olan bilgilerin bazılarının Pisagor'un öğretilerinden edinilmiş olduğu da bilinmektedir. Buradan da, bu üç filozofun kendi özgün ürünleri olan bilgilerin saptanmasının son derece güç olduğunu görüyoruz. Eflatun'a atfedilmiş olan çoğu kez Sokrat'a da atfedilmektedir ve söz konusu olan kuramların arasında bazıları bu ikisinden de önceki döneme aittir ve Pisagor okulundan gelmedirler ya da Pisagor'un kendisine dek dayanırlar.

Gerçekte, incelemekte olduğumuz deyimin kökeni adları geçen bu üç filozofun zamanlarından çok daha gerilere uzanmaktadır. Hatta, felsefe tarihinden bile eskidir ve felsefe alanını da aşmaktadır.

Bu sözcüklerin Delfi'deki Apollon tapınağının kapısının üzerinde yazılı olduğu söylenilmektedir. Daha sonra Sokrat ve diğerleri tarafından -bunların öğretilerinin ve amaçlarının arkasındaki farklılıklara rağmen- öğretilerinin ve amaçlarının arasındaki farklılıklara rağmen- öğretilerinin bir ilkesi olarak benimsendi. Bu deyimi, Sokrat'tan çok önce, Pisagor'un da kullanmış olması olasıdır. Bu şekilde, bu filozoflar öğretilerinin tamamen kişisel bir şey olmadığın, daha eskiye -özgün, spontane ve ilahi ilham kaynağıyla doğrudan bağıntılı olan- daha yüksek bir bakış açısına dayandığını ifade etmek istiyorlardı.

Bu filozofların, -sanki hakikat tek bir kişinin malı olabilecekmiş gibi, hakikatı kendi özgün düşüncelerinin ürünü olarak ortaya koyabilmek ve düşüncelerinin tek yaratıcısının kendileri olduğunu göstermek amacıyla- yeni olan bir şeyi ifade etmek için tüm çabalarını harcayan modern filozoflardan çok farklı olduklarını görüyoruz.

Şimdilerde de, eski filozofların niçin öğretilerini bu deyim ile ya da bu türden başka deyimlerle bağıntılandırmak istemiş olduklarını ve niçin bu deyimin her türlü felsefeden daha üstün olduğunun söylenebileceğini göreceğiz. Bu sorunun ikinci bölümünün yanıtıyla ilişkili olarak, bu yanıtın -söylenilene göre ilk kez Pisagor tarafından kullanılmış olan- "felsefe" sözcüğünün kökensel ve etimolojik anlamında içerildiğini belirteceğiz. Felsefe sözcüğü, özgün anlamında, Bilgeliği (Sophia) sevmek, onu istemek ya da onu elde etmeye yönelmek anlamına gelmektedir.

Bu sözcük daima bu bilgeliğe ulaşmaktaki bir hazırlığı ve özellikle filozofa, yani bilge olmak isteyene bu yolda yardımı olabilecek incelemeleri belirtmek için kullanıldı.

Böylece, araç amaç olarak alınamayacağından dolayı, bilgelik aşkı bilge olmak demek değildir. Ve, bilgeliğin gerçek içsel bilgiyle özdeş olması nedeniyle, felsefi bilginin sadece yüzeysel ve zahiri bilgi olduğu söylenilebilir. Dolayısıyla, felsefenin kendi başına özgün bir değeri yoktur. O sadece, yüksek ve gerçek bilgiyi elde etmek -yani bilgelik- yolunda ki bir ilk aşamadır.

Eski filozofların incelemiş olanlar, bunların -biri zahiri, diğeri batıni olmak üzere- iki tür eğitimlerini nolduğunu iyi bilirler. Dolayısıyla, yazılı olanların tümü sadece zahiri türe dahildirler. İkinci türe gelince, bizim bunun doğasını tam olarak anlayabilmemiz mümkün değildir. Zira, hem adece birkaç seçkin kişiye özgüdür, hem de bir gizliliği vardır. Şayet, bunda basit felsefeden üstün olan bir şey bulunmasaydı bu iki niteliğin var olmaları için hiçbir neden olmazdı.

En azından, bu batıni öğretinin bilgelik ile doğrudan ve yakın ilişkili olup hiç de -zaten akılcı bilgi olarak nitelendirilen- felsefe gibi, sadece akla ya da mantığa hitap eder olmadığı düşünülebilir. Antik filozoflarca akılcı bilginin, yani felsefenin, bilginin en yüksek dereceği olmadığı, bilgelik olmadğıı kabul edilirdi.

Nasıl ki, zahiri bilgi söz ile ya da kitaplar ile öğretilebiliyorsa bilgelik de aynı şekilde öğretilebilir mi? Bu gerçekten imkansızdır ve neden böyle olduğunu da göreceğiz. Ancak, öncelikle şunu belirtelim ki, felsefi formasyon yeterli değildir, zira o sadece sınırlı bir yeti ile, yani akıl ile ilişkilidir. Oysa, bilgelik varlığın gerçekliğinin bütünüyle ilişkilidir.

Dolayısıyla, felsefeden daha yüksek düzeyde olan ve artık akıl adeğil de ruha ve nefse hitap eden -ve içsel hazırlanma diyebileceğimiz- bir hazırlık söz konusudur. Pisagor okulunun en yüksek dereceleri böyle bir nitelik taşır gibidir; etkisi, Eflatun okulu vasıtasıyla, İskenderiye okulunun yeni eflatunculuğuna dek yayılmıştır, bunlarda ve aynı çağın yeni-pisagorcularında tekrar açık bir biçimde belirginlik kazanmıştır.

Her ne kadar bu içsel hazırlıkta da sözcükler kullanılıyor idiyse de, bu sözcükler sadece içsel temaşayı tesbit etmek için kullanılan birer simge durumundaydılar. Bu hazırlık ile kişi -onun, daha önce elde etmiş oluduğu akılcı bilgiyi aşmasını mümkün kılan- bazı hallere yönelirdi ve tüm bunlar akıl düzeyinin üzerinde olmaları nedeniyle felsefenin de üzerindeydiler. Zira, felsefe sözcüğü, gerçekte, daima yalnızca akıl ile ilişkili olan bir şeyi ifade etmek için kullanılır.

Ancak, modernlerin, bu şekilde tanımlanmış olan felsefeyi bizzat kompleymiş gibi kabul etmeleri ve böylece ondan daha yüksek ve üstün olanın da var olduğunu unutmaları şaşırtıcıdır.

Batıni eğitim, "mysteres" (mister'ler-gzemler-sırlar) adını aldığı eski Yunan'da bilinir hale gelmeden önce Doğu ülkelerinde biliniyordu. İlk filozoflar, özellikle Pisagor, eski fikirlerin yeni bir ifadesinden başka birşey olmayan öğretilerini bunlarla bağıntılandırmışlardı. Çeşitli kökenlere dayalı birçok "mister" çeşidi vardı. Pisagor ile Eflatun'a esin kaynağı olmuş olanlar Apollon kültü ile bağıntılıydılar. İçerdikleri şeylerin sözcüklerle ifade edilemez olup yalnızca sözsüz bir tarzda öğretilebilir olması nedeniyle, "Mystere"lerin daima gizli ve farklı bir karakteri olmuştur. Mystere (sır) sözcüğü, etimolojik olarak, tam sessizlik (silence total) anlamına gelir. Ancak, sözcüklerin kullanımını gerektiren ve zahiri öğretinin metodu diyebileceğimizden başka hiçbir yöntem bilmeyen modernler, yanlış olarak, sözcüklerin kullanılmadığı herhangi bir öğretinin bulunmadığını zannetmişlerdir.

Bu sözlü olmayan öğretinin insanı içsel hallere yönelterek, onun gerçek bilgiye ya da bilgeliğe tedrici olarak ulaşmasını mümkün kılmak için figürler, simgeler ve başka vasıtalardan yararlandığını ifade edebiliriz. Bu, tüm sırların ve başka yerlerdeki onlara benzer şeylerin esas ve nihai amacıydı.

Özellikle Apollon kültüyle ve Apollon'un kendisiyle bağıntılı olan "mister"lere gelince, onun güneş ve- manevi anlamında, tüm bilgilerin neşet ettiği ve tüm bilimlerin ve sanatların türediği kaynak olan- ışık tanrısı olduğunu anımsamak gerekir.

Apollon törenlerinin Kuzey kökenli oldukları ve bu durumun, hindu Veda'sı ile pers Avesta'sı gibi kutsal kitaplarda ifade edilen, çok eski bir tradisyon ile bağıntılı olduğu söylenilmiştir. Bu kuzey kökenlilikden, daha özel olarak, evrensel bir manevi merkez olarak geçen Delfi için de söz edilmiştir; Delfi tapınağında "omphalos" denilen ve dünyanın merkezini simgeleyen bir taş vardı.

Pisagor'un öyküsünün ve hatta Pisagor (Pythagore) isminin Apollon törenleriyle kesin bir bağıntısının bulunduğu düşünülmektedir. Apollon'un bir adı da Pythios'du ve Pytho'nun Delfi'nin orijinal adı olduğu söylenilmiştir. Tapınakta Tanrılar'dan esin alan kadının adı Pythie idi. Dolayısıyla Pisagor (Pythagore) ismi Pythie'nin rehberi anlamına gelmektedir; bu durum Apollon ile de bağıntılı olmaktadır. Yine, Sokrat'ı insanların en bilgesi olarak ilan edenin Pythie olduğu da anlatılır. Buradan, Pisagor gibi, Sokrat'ın da Delfi manevi merkeziyle bir bağıntısının olabileceği çıkıyor.

Tüm bilimler Apollon'a atfedilmekle birlikte, bunun özellikle geometri ve tıb için böyle olduğunu ekleyelim. Pisagor okulunda geometri ve matematigin tüm dalları yüksek bilgiye ahzırlıkta ilk planda yer alıyorlardı. Bu yüksek bilgi karşısında bu bilimler bir yana atılmıyor, fakat tersine manevi bir hakikatin simgeleri olarak görülüyorlardı. Eflatun da geometriyi tüm diğer öğrenimler için zorunlu bir hazırlık olarak kabul ediyordu ve okulunun kapısının üzerine şunları yazdırmıştı: "Geometri bilgisine sahip olmayan hiç kimse buradan içeriye girmesin". Eflatun'un "Tanrı daima geometri yapar" şeklindeki bir diğer ifadesiyle karşılaştırıldığında -Eflatun'un geometri yapan bir Tanrı derken Apollon'u kestettiğini eklersek- bu sözün anlamı anlaşılıyor.

Dolayısıyla, şimdi Antik filozofların Apollon simgeciliği ve törenleriyle olan bağıntıları anlaşıldıktan sonra, bu filozofların Delfi tapınağının kapısında yazılı olan cümleyi kullanmış olmalarına şaşırmamak gerekir.

Tüm bunlardan sonra, burada ele almış olduğumuz cümlenin gerçek anlamını ve modernlerin, bu meyada, içine düşmüş oldukları hatayı kolayca anlayabiliriz. Bu hata onların bu cümleyi -daima kendilerinin kiyle kısaylanabilir bir düşünsellik atfettikleri- bir filozofun basit bir sözüymüş gibi algılamalarından kaynaklanmaktadır. Fakat, gerçekte, kadim düşünce modern düşünceden derinlemesine farklıydı. Böylece, çoğu bu cümleye psikolojik bir anlam atfederler; oysa, onların psikolojik olarak niteledikleri yalnızca -varlığın özü olmayıp- sadec ezahiri değişimlerden ibaret olan ruhsal olayların incelenmesiyle ilişkilidir. Diğer bir kısmı da, özellikle bu cümleyi Sokrat'a atfedenler, bunda ahlaki bir amacın, pratik yaşamda uygulanabilecek bir yasanın varlığını görüyorlar. Tüm bu zahiri tarzdaki yorumlar, her zaman tamamen yanlış olmamakla birlikte, onun -ilk başta sahip olduğu ve ona atfedilmek istenilenden çok daha derin bir anlam içeren- kutsal karakterini ortaya koymuyorlar. Bu cümle öncelikle, hiçbir zahiri eğitimin insanın kendisinde bulacağı gerçek bilgiyi veremeyeceğini ifade eder. Zira, aslında, her bilgi ancak kişisel bir kavrayış ile elde edilebilir.

Böyle bir kavrayış bulunmadığında hiçbir eğitimden etkili bir sonuç sağlanamaz, ve ona tabi tutulanda kişisel bir rezonans oluşturmayan bir eğitim hiçbir bilgi sağlamaz. Bu nedenledir ki, Eflatun "insanın öğrendiği herşeyin önceden onda bulunmakta olduğunu" söylemiştir. Tüm deneyimler, insanı çevreleyen tüm zahiri şeyler ancak onun kendisinde bulunanın bilincine varması için birer vesiledirler. Bu uyanışa anamnesis denilmiştir ki bu, "belirsiz anı"lar (reminiscence) ile ilişkilidir.

Bu durum her bilgi için geçerli olduğuna göre, daha yüksek ve daha derin bir bilgi için haydi haydi geçerlidir, ve, insan bu yüksek bilgiye doğru ilerlerken, tam zahiri ve duyularla algılanabilir imkanlar -giderek tüm yararlarını yitirecek biçimde- gittikçe daha yetersiz hale gelirler. Şayet herhangi bir derecede bilgelik elde etmekte yardımları olabilirlerse de onu gerçekten elde etmeyi sağlamak açısından yetersizdirler ve -her ne kadar bir dış yardım başlangıçta insanın başka yerde bulamadığını ve özellikle akılcı bilginin üstünde olanı kendisinde ve kendisi vasıtasıyla bulmasında yardımcı olabiliyorsa da- Hint'te gerçek guru'nun ya da mürşidin hiç de dış dünyada değil, fakat insanın kendinde bulunduğu yaygın olarak söylenilir...

Söylemiş olduğumuz üzere Delfi tapınağında -makrokozmos ile mikrokozmos arasındaki tekabüliyete bağlı olarak- birinde bulunanların tümünün diğerinde bulunanlar ile doğrudan bağıntılı olacak biçimde dünyanın merkezini olduğu kadar beşeri varlığın merkezini de temsil eden, omphalos adı verilmiş olan bir taş vardı. İbn Sina "Sen kendini hiç zannediyorsun, oysa dünya sende bulunmaktadır" diyor.

Antikidete, omphalos'un gökten düşmüş olduğuna ilişkin inanışın yaygın olduğunu vurgulamak ilginç olacaktır ve bu konuda, Yunanlılar'ın bu taşa karşı olan hissiyatı ile bizim Kabe'deki kutsal siyah taşa (hacerü'l-esved) karşı olan hissiyatımız arasında benzerlik söz konusudur.

Makrokozmos ile mikrokozmos, aralarındaki benzerlik açısından, birbirinin imgesidir, ve onları oluşturan ögelerin birbirine tekabüliyeti insanın herşeyi bilmesi için önce kendisini bilmesinin gerektiğini göstermektedir. Zira, gerçekte, o herşeyi kendisinde bulabilir. Bu nedenledir ki, bazı bilimler, özellikle -çağdaşlarımızca hemen hemen hiç bilinmeyen- kadim bilginin konusunu oluşturanlar çifte bir anlama sahiptirler. Bu bilimler, zahiri açıdan makrokozmos ile ilişkilidirler ve bu bakış açısından değerlendirilebilirler. Ancak, aynı zamanda, bunların insanın kendisiyle ve -kendi özgün varlığını oluşturmasından başka şey olmayan bir gerçekleştirmeyle- bilgiyi kendisinde gerçekleştirebilmesini mümkün kılan içsel (batıni) yol ile ilişkili olan deruni bir anlamları da vardır. Aristo "varlığı oluşturan onun tüm bildikleridir" diyor. Yani, öyle ki, -görüntüsünün ya da gölgesinin değil de- gerçek bilginin bulunduğu yerde bilgi ile varlık bir ve aynı şeydirler.

Eflatun'a göre, gölge duyularla algılanandır ve hatt, daha yüksek olmasına rağmen, akılcı bilginin kaynağını da duyular oluşturur. Gerçek bilgiye gelince o, akıl düzeyinin üstündedir; ve gerçeğin tahakkuku, ya da varlığın kendi kendisini gerçekleştirmesi -daha önce değinmiş olduğumuz tekabüliyet uyarınca- dünyanın oluşumuna benzer.

Bu çifte anlam, Doğu halklarındaki aynı amaca yönelik olan tüm eğitim tarzlarında bulunduğu gibi, eski misterlerde de bulunuyordu.

Batı'da da, -her ne kadar bugün Batılılar'ın çoğunun onun doğasına ya da hatta varlığına ilişkin hiçbir fikirlerinin bulunmayacağı bir biçimde kaybolmuş ise de- tüm Ortaçağ boyunca, bu eğitim var olmuş gibi görünmektedir.

Tüm bu anlatılanlardan çıkan sonuç, gerçek bilginin yolunun akıl değil, fakat ruh ve varlığın bütünü olduğunu görüyoruz. Zira o, bu varlığın tüm halleriyle tahakkukundan -yani, varlığın bilgilenmesininin amacına ulaşıp yüce bilgeliği elde etmesinden- başka bir şey değildir. Aslında, nefse ve hatta ruha ait olan yalnızca -gerçek zatiyet oluşturan ve yalnızca varlık kendi özgün merkezine ulaştığında, tüm güçlerinin (herşeyin ilkesel halleriyle içerildiği) tek bir nokta misali birleşmiş ve yoğunlaşmış olmasıyla bulunabilen- "asıl öz"e giden yolda katedilecek olan aşamalır temsil eder. Ve böylece o, herşeyi kendisinde ve kendisinden olarak bilebilir; varoluşunun bütünü onun kendi özünde içerilir.

Bunların, sözcüğün modern anlamıyla, psikolojiden ne denli uzak şeyler oldukları ve hatta nefsin -bu yoldaki bir ilk adımdan başka bir şey olamayan- daha gerçek ve daha derin bir bilgisenden de ötede bir bilginin söz konusu olduğu kolayca görülmektedir. Burada, nefs sözcüğünün anlamının nef (âme) ile kısıtlı tutulmamasının gerektiğini vurgulamak önem taşır. Zira, bu sözcük ilgili cümlenin arapça tercümesinde bulunmaktadır. Oysa Yunanca'daki eşdeğeri olan psyche orijinal metinde bulunmaz. Dolayısıyla, bu sözcüğe alışılmış anlamı vermemek gerekir, zira kesinlikle -onu öz sözcüğüyle bağdaştırılabilir kılan ve Bizatihi Varlık ile ya da Hakiki Varlık ile bağıntılandıran- çok daha yüksek bir başka anlam içermektedir. Bunun kanıtını, Yunanca deyimi adeta tamamlayıcı nitelikte olan, "Kendini bilen Rabbi'ni bilir" şeklindeki hadiste buluyoruz.

İnsan kendisini bilerek, "deruni öz"üne, yani varlığının merkezine ulaştığında Rabbi'ni de bilmiş olur. Ve Rabbi'ni bildiğinde, aynı zamanda -O'ndan gelen ve O'na dönen- herşeyi de bilmiş olur. Herşeyi, Muhyiddin İbn Arabi'nin deyişiyle "onun dışında kesinlikle hiçbir şeyin bulunmadığı" (zira, hiçbir şey Sonsuz'un dışında bulunamaz)- İlahi İlke'nin yüce birliği içinde kavrar.

René Guénon
Çeviren
Fevzi Topaçoğlu


Yukarıdaki yazı Rene Guenon; "Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar" İnsan Yayınları, İstanbul, 2000'dan alınmıştır.