İMAN VE İBADET
İlimler
eşyayı duyularla ve deneyle tanıtıyorlar. Felsefe, duyularla deneyin üstüne yükselerek aklın bilgisini
elde ediyor. Dinin dünyası ise aşk ile ilhamın dünyasıdır.Duyularla akıl, dinî hayata disiplin
ve düzen sağlayıcı dış unsurlardır. Onlar, dinin özüne götürmezler. Dinde akıl sadece bir
disiplin gücüdür. Dinde esas olan imandır. İman dışardan bilgi vermez. Onda, dışardan edindiğimiz
bilgiler birer semboldür. İman, ruhu varlıkla birleştirmek sûretiyle bizzat onun hayatını yaşatır.
O, aşkın eseridir. Aşkın hiç olmadığı yerde iman yoktur, sadece taklik vardır.
Akıl bir fenerdir. Güneş aşkı
temsil eder. Güneş doğunca fenere lüzum kalır mı? Akıl yalnız çevresini aydınlatır,
uzakları göstermez. Kendi başına kılavuz olduğu zaman gerçek imanı yolundan saptırır.
Aklın küçük hesapları vardır. Her milletin, her cemaatin akıllı insanları vardır. Onlar
akılları ile hareket ettikleri zaman, her biri kendi dininin hak dini olduğunu, başka dinlerin yalan olduğunu
söylerler. Herbiri kendi ümmetini Cennet'e, başka ümmetleri Cehennem'e gönderir. Hepsinde de mümin olanlar, doğuşları
ile müminlik imtiyazını almış ve Cennet'e girmeye hak kazanmıştırlar. Başka bir cemaatın
içine gidiniz. Onlar da yalnız kendileri Cennet'e gireceklerdir, çünkü Hak dini kendilerinin dinidir. İnsanlığın
bu gülünç olduğu kadar da acınacak hali, hep aklın marifetleridir. Akıl, dinleri belirli karakterleri
ile birbirinden ayırır ve birbirlerine karşı koyar. Kendi kendisiyle çelişkiye düşer de bunu
farketmez. Aklın akılsızlık çukuruna yuvarlanması kolaydır. Bir taraftan vahyi, ilâhî ilham
olarak alır, sonra da dinin esaslarını akılla izaha çalışır. Sıra mucizelerle kerametlere
gelince, yine ilhamın kucağına sığınır. Akılları ile övünen âlimler, imanın
şartlarını tanıtan "Âmentü"yü bile değiştirirler. Onda bütün Kitaplara ve bütün peygamberlere
iman esas olduğu halde, müslümanları başka Kitaplarla diğer peygamberlerden soğutmaya çalışırlar.
Küçük düşürücü karşılaştırmalarını gurur ve bencillik terazisinde tartan bu adamlar, dinleri
birbirlerine karşı koyarlar. İmanı kapalı bir daire içine hapsetmek isterler. Bütün insanların
Allah'ın kulu olduğunu unutur ve kendi cemaatleri dışında kalan ümmetlerden Allah'ın rahmetini
esirgerler. Allah'ın onlara hidayetini hasetle karşılarlar. Hünerleri, ümmetleri birbirine taşlatmaktır.
Kendilerinin din uluları olduklarını söyleyen bu adamlar, her devirde dini aslından uzaklaştırdılar
ve onda bir nevi particilik zihniyeti, bir zümre gururu yaşatmaya çalıştılar. Böylelikle cemaatleri Hak
yolundan uzaklaştırdılar. Onlar, ruhun hakikatını tanıtan hal ehline de saldırmayı
ihmal etmediler. Zulüm ve işkenceyi de Hak adına uygun buldular. Hallac'ı dâra çıkardılar, Nesimî'nin
derisini yüzdüler, Şeyh-i Ekber'i bıçakladılar. Onlar, Mevlâna'yı da huzursuz bırakmak için bütün
gayretlerini harcadılar. Mevlâna, onlardan bizar olduğunu söyledi ve insanların arasına nifak sokan bu
yanlış din anlayışını yayan medrese ile bu yolda yürütülen cemaata hayat ve heyecan dağıtan
minarenin yıkılmasını bunun için istedi.
Mevlâna dinleri birbirinden ayırıp onları
çatıştırmaya karşıdır. Hiçbir dini hor görmez. Her yerde din ehlinin yaşattığı
bu benlik gururundan sıyrılmayı tavsiye eder. Onca, hangi dinden olursa olsun, Allah'a çevrilen, Hak yolundadır.
Onun Rumlardan ve Ermenilerden, hatta papazlardan müritleri vardı. Cenazesinde her din ve mezhepten insanlar bulundu.
Birgün evinde çalışan Rum dülgere, "Niçin müslüman olmuyorsun? Müslümanlıktan daha iyi din yoktur." diye sordular.
Rum Dülger, "Elli yıldır hıristiyanım. İsa'dan korkuyor, utanıyorum" dedi. Bu sözün üstüne gelen
Mevlâna, "Evet, dedi, imanın sırrı korkudur. Allah'tan korkan hıristiyan da olsa Hak yolundadır."
O, her zaman "Ben yetmiş üç dinle beraberim"
derdi. Birgün Kadı Siraceddin, bu sözü halk arasında Mevlâna'ya sormasını, tekrar ederse kendisine kötü
sözler söylemesini, başka bir âlime tenbih etti. Mevlâna'nın yanına giden âlim, "Sen, yetmişüç milletle
beraberim, demişsin doğru mu?" diye sordu. Mevlâna, "Evet, yine de öyle söylüyorum" deyince âlim ona herkesin önünde
sövüp saymaya başladı. Mevlâna buna karşı güldü ve şöyle söyledi: "Ben senin bu söylediklerinle de
beraberim."
Hak noktasında bütün dinleri birleştirmenin
sırrına vakıf olan gerçek insan Mevlâna'yı bütün insanlık âleminde büyük yapan, işte bu üstün
anlayıştır. Şüphesiz o, bu anlayışın sırrına aşk içinde ermişti. Sınırlı
olan akıl bu büyük hakikatı anlamaktan acizdir. Onu eteğinden tutup çeken zaaflar ve ihtiraslar vardır.
Akıl, iman zaafını iman diye kabul eder. Hasta bencillikle miskin alışkanlık, insanı daracık
bir daire içinde, kendisi için saadet hırsı, başka insanlara karşı da kin ve haset hisleriyle yaşamaya
mahkum eder. Bu dar çemberi kıran aşk, gerçek hidayete kavuşturucudur. Aşkın onu ulaştırdığı
ufukları tanıtmak için şu olayı hatırlatmak yeter. Mevlâna'ya vahdet aşkını sunan
Şems-i Tebrizî, Konya'da Mevlâna ile münasebetini çekemeyenlerin dedikoduları yüzünden öldürüldü. Mürşidinin
kaybından sonsuz ıztırab duyan Mevlâna'ya bir gün, "Şems Konya'ya geldi" diyorlar. Hemen hırkasını
çıkarıp bunu söyleyen adama giydiriyor. Yanındakiler, "bu adam yalan söylüyür, bilmiyor musun ki hırkanı
verdin?" deyince. O, "Evet, diyor, sözünün yalan olduğunu bildiğim için hırkamı verdim. Doğru olsaydı
canımı verirdim."
Bütün varlığının aşk ile
dolduğunu o şöyle anlatır: "Bir zamanlar aşkın arkasından koşuyordum. Şimdi o benim
peşimi bırakmıyor."
İbadetler için de Mevlâna yine aşkın
ölçüsünü kullanmaktadır. Ona göre ibadetin bir özü, bir de sûreti vardır. Asıl ibadet bu özdür, sûret bir kalıptan
ibarettir. Onca "Namaz bu sûretten (yani yapılan beden hareketlerinden) ibaret değildir. Bu sûret, namazın
kalıbıdır. Bu namazın başı vardır, sonu vardır. Başı ve sonu olan herşey
kalıptan ibarettir. Namazın başı tekbir, sonu selâmdır. Zevâhir ehlinin Şehadet kelimesi de
öyledir. Çünkü dille söylenir. Onun da başı ve sonu vardır. Bu ibadetlerin özü ve canı ise keyfiyete sığmaz,
sonsuzdur, başı ve sonu yoktur." Namaz vecd ve istiğraktır, yani kendinden geçmedir. Vecd ve istiğrak
halinde bütün sûretler dışarda kalır. Bunlar oraya sığmaz. "Namaz, beş vakit olarak farz kılındı
ama âşıklar daimî namazdadır. O sarhoşluk, o mahmurluk ne beş vakitle yatışır, ne
de beş yüz bin vakitle." Bedenin mekân değiştirmesiyle bir takım hareketlerin bütününden ibaret olarak,
hac vazifesine koşanlara da Mevlâna şöyle sesleniyor: "Ey hac yolcuları, nereye gidiyorsunuz? Siz neredesiniz?
Sevgili burada. Gelin, buraya gelin. Sevgiliniz duvar duvara bitişik komşunuzdur. Hal böyle iken söz çöllerde serseri
bir halde ne havaya uyup da geziyorsunuz? Sevgilinin sûretsiz sûretini gördünüzse, hacı da sizsiniz, Ev (Kâbe) de sizsiniz,
ev sahibi de siz." Yine hac olayı üzerinde şunu da söylüyor: "Behey eşekler, Kâbe mecazdır. Ârifin hali
ise hakikattir. İlâhî hakikate ulaşan âriflerin hallerinden başka manevî mescit yoktur...Bir kalbi ele al,
onu ihyâ et ki hacc-ı ekberdir. Kâbe'yi binlerce defa tavafdansa bir kalbi ihyâ etmek daha iyidir. Zira Kâbe Hazreti
Halil'in binasıdır. Ârif kalbinde ise Allah tecelli ediyor."
Mevlâna'nın hacca gidenleri tebrik edici sözleri
de var. Şüphesiz, kalp adamı her olayda bir kalp hareketi arayacaktır. Onun bu sözlerinde çelişki aramak
anlayışsızlık olur. Hacca gidenler orada evi değil, Evin Sahibi'ni arasınlar. Bunu öğrendikten
sonra Kâbe'yi her yerde bulabileceklerdir. Çünkü Allah her yerdedir; insanın O'nu aradığı her yerde. Kur'an,
Allah'ın her yerde olduğunu bildiriyor; Peygamber, Kur'an diliyle "Allah size şahdamarınızdan daha
yakındır" demiyor mu? Bunun mânısını aklın ışığı kavramasa da kalp
güneşi bir hakikatı kucaklamaktan aciz mi kalsın?
İbadetin özünden habersiz olarak, beden hareketleriyle
yaptıkları ibadetlerin sayı hesabı ile Cennet'e gireceklerini zanneden gafiller, Cennet kapısında
bakkal terazisiyle amel tartıyorlar. Mevlâna'ya göre: "Gerçeğe ulaşamayanların ibadeti, ulaşanların
günahıdır. Kemale eremeyen halkın vuslatı, Tanrı haslarının hicabıdır."
O, halktan kemal hali beklemez. Zira, "Denizin dibinden
inciler, taşlar ve çakallarla karışıktır. Faziletler de kusurlar da ayıplar arasındadır."
Ancak insanın gayreti, kendisini daima iyiye ve doğruya yöneltme yolunda olmalıdır.
İman ile ibadeti aşk kavramının
içinde birleştiren Mevlâna, onlarla insanın mutlak varlığa ulaşacağına, Tanrı ile
birleşeceğine inanıyor. Ona göre insan görünüşte küçük bir âlemdir. Ama hakikatta büyük âlem odur. "Görünüşte
meyve daldan çıkmaktadır. Lâkin dalın varlığı meyve içindir."
O, kendinde yaşattığı mutlak
varlığın kemâlini insanda buluyor. Vecd halinde insanda Allah'ı görüyor ve O'na secde ediyor. Ona göre
insanda en değerli şey güzel ahlâktır: "Bu cihanı araştırdım, Ahlak güzelliğinden
daha değerli bir şey görmedim" diyor. Onun insanda aradığı esas meziyetler, edeple alçak gönüllülüktür.
Edep onca aşkın yoludur. Esrar perdesini kaldıran kuvvettir: "Ey âşıklar! Nefsinizi edeple süsleyin.
Aşk yollarının hepsi edepten ibarettir." Alçak gönüllülük de onun şartıdır. Zira kibir, insanı
edep dairesinin dışına çıkarır. "Sana rahmet yolu lâzımsa yer gibi alçak gönüllü ol. Sonra da
o rahmet şarabını içerek mest ol!" Bu iki güzel huyun tahtına oturtulan merhamet, insanı insanlaştıran,
sonra da Tanrı'nın varlığında eriten, O'nunla birleştiren kuvvettir. Bir gün cüzzamlıları
havuzdan çıkarmaya kalkıyorlar. Mevlâna onlara mani oluyor ve kendisi de cüzzamlıların yıkandığı
havuza giriyor. Yanlarına gidiyor ve onların bedenlerinden akan suları elleriyle alıp kendi başına
döküyor. Bu merhamet hareketi karşısında cüzzamlılar ağlamaya başlıyorlar. O hali seyreden
şâir Bedrettin Yahya da kendinden geçiyor, duyduğu vecd içinde şu beyti söylüyor: "Sen insanlara Allah'dan
rahmet âyeti olarak gönderildir. Hangi güzellik âyeti var ki senin şanından olmasın."
Merhametin ilâhî şanını sonsuzun aşkı
içinde kavrayan ve yaşayan mevlâna, insanı kendi kemâliyle birleştiren bu Tanrı vasfını şu
sözlerle tavsiye etmektedir: "Sen yerde olanlara merhamet et ki, gökte olan da sana merhamet etsin. Senden aşağı
olana acı ki, senden üstün olan da sana acısın."
Başlangıçta tasavvufun ahlâkî temizlenme
yolu olarak meydana çıktığını söylemiştik. Sonuna kadar da mutasavvıfların, irşad
ile görevli birer ahlâk dâhisi olan peygamberlerin bu görevlerini insanlık içinde, bizzat kendi varlıklarından
örnek vermek sûretiyle, tamamlayan ruh dünyasının atletleri olduklarını tekrar edelim. İslâm'dan
sonra yeni peygamber gelmedi. Lâkin onun işini tamamlayan mücedditler gönderildi. Mevlâna onların en büyüklerindendir.
Nurettin Topçu
Yukarıdaki yazı Nurettin Topçu "İslam
ve İnsan-Mevlana ve Tasavvuf" Dergah Yayınları, 1998 kitabından alınmıştır.