mor'a dogru

insana dair

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

corb3979.jpg

İNSANIN DEĞERİ ÜSTÜNE

 

“Doğu da Batı da Allah’ındır.”

 

İnsanın varlık denizinde kemal derecesini tespit etmek; derinlerdeki karanlık fakat emniyetli yurt ile satıhtaki aydınlık ve fakat tekinsiz mekânın farkını anlamak ve nihayet iyi olanla iyi olmayanın fiilen buluştuğu kavşağa bir aynaya bakar gibi dalarak kendini sırların gerisinde seyretmesidir. Bu seyir ona tüm tecellilerin asli manasında kendini bulması, zatını bilmesi ve bu suretle kendisi olması için mukadderatın dayattığı mecburi istikametlerin ilkidir.

Doğru yaşama gerekliliğinin doğruyu bilmeyle mümkün olduğuna da işaret eden bu önerme, mana suyunun hakikatten boşalırken akıl kirpiğinden süzülerek avucumuza dökülmesiyle birikmiş birkaç irfan damlasından biridir maalesef. (Maalesef diyoruz çünkü modern insan sadece aklı kullanarak –rasyonel çıkarsama ile- kendini tanıma sürecinin epey gerisindedir, oysaki hali bu denizin enginliğinde ve derinliğinde kaybolan nice gerçek kişi anlamayı da tamamlayıp idrak mertebesinde bizim ulaşmak istediğimiz menzili aşıp gitmiştir.)

Zihni binlerce yıllık bir toz tabakasıyla kaplı insan bu toza mı boyun eğip teslim olmalı yoksa tozu silip kendi gerçekliğiyle mi yüzleşmeli? Sözü eğri büğrü söyleyip Molla Kasımların hesabına girmek istemeyiz. O zaman soruyu eğri büğrü dünyanın yanılsamalarına uydurmak yerine hakkıyla soralım: İnsan, her haliyle insan mıdır?

Başı dönen niceleri o ‘şaşmaz’ kalemlerini suratlara doğru sallayarak antropolojiden ya da hümanizmden bahsedip bize insanın ne olduğunu öğretmeye her zaman hazırdırlar: Aile kurumu, lokal yerleşim ufku, -uygar kabul edilmeye pek meraklı toplumların gelişme evresinde psikolojik ve sistematik olarak zorunlu kıldığı- ucube müfredatlarıyla eğitim müesseseleri ve nihayet evrensel değerlerle güçlendirilmiş insanlık bilinci adına yapılan tüm programlamalar ve propagandalar soyut ve marazi bir insan tanımlamasıyla tüm hudutları tutmuş durumdadır. Oysa biz bilmekteyiz ki modernizmin her alanda öncülüğünü ve sözcülüğünü yapan paganist Batı fikriyatı bugün insanı Freud’un cinsel objesi ya da Marks’ın kültür nesnesi veya en iyimser bir dille teslisin günahkâr yansıması dışında net bir dille tarif edememektedir.

Aslında insanın ne olduğu sorusundan hareketle bugüne dek bu hudutlar oynatılagelmiş, geliştirilen düşünce sistemleri bu arayışa cevaben bir takım çeki düzen çalışmalarıyla kimi tespitler yapmış böyle böyle fizyolojik tanımlamada sonuç “gelişmiş maymun nitelemesinde”, psiko-felsefi tanımlamada ise “hümanizmde” tıkanıp kalmıştır. Neticede modern bilim ve ona sızan siyaset bugün evrim teorisini de hümanizmi de reddetme konusunda uzlaşmıştır. Ancak bu reddiyeler de tüm yadsıma biçimleri gibi ortaya bir tanım koymaktan acizdir hala daha.

Peki insan nedir?

Burada şimdilik bu sorunun cevabının peşinde koşmak yerine bizi biz olarak alakadar eden türev ve açılımlara bir göz atıp dolaylı yoldan sorumuza da bir cevap arayacağız.

Esasen bu yazının amacından ziyade çıkış ve hareket noktası şu eski münazaraya dayanıyor: İnsanın üstünlüğü (üstün oluşu yahut olmayışı!)

Bununla ilgili olarak evvelde tarafımızdan “insana bir üstünlük atfedilecekse bunun ontolojik değil varoluşsal olabileceğine” dair bir önerme yazısı karalanmıştı. İlk olarak bunu biraz da dizgesel bir üslupla açmayı ve böylece nitelik meselesine de ince bir giriş yapmayı uygun gördük. Anlaşılacağı üzere mesele iki boyutlu olarak devam eder: 1.İnsanın hayvandan üstün oluşu meselesi. 2.İnsanın kendi hallerinde bireysel bazda içsel yahut dışsal hiyerarşisi meselesi. Yalnız burada hemen hatırlatalım ki; hiçbir varoluşsal biçim için kıyaslama yapılması bizce uygun değildir. (dipnot:1)

Öyleyse açıktır ki iki şey arasında ontolojik bir üstünlük söz konusu olamaz (2) ve zaten yaklaşım olarak daima bir hiyerarşiye işaret eder. İnsanın kimliği üzerine konuşmak gerekiyorsa bu tek boyutlu matematiksel bir algılama ile değil (şimdi-burada koordinatlarının) çok boyutlu algılaması ile mümkündür. Bilimsel yönden psikolojik gelişim(!) lakırdısı sadelik ve basitlikten uzak, oldukça karmaşık ve çok katmanlı bir kompleks olarak ele alınıyorsa bunu yapanların entelektüel sezgisine saygı ile şunu gösterebiliriz; insanın böyle karmaşık bir yapı olarak incelenmesinin tek nedeni bu bahsedilen çok boyutlu halin yansıması olmasından başka bir şey değildir. Bu durumda bireysel perspektiflerin (tamamen) şahsi ve öznel olan değerlendirmelerinin hiçbir manası ve (hakikat açısından) hiçbir geçerliliği yoktur. Üstelik bu zayıf perspektif evrensel vizyon karşısında bir hayli komik olsa da evrenseli de aşan latif bakış sanırız ikisini de gerçek bir değerlendirme olarak görmeyecektir. Üstelik bize malum olduğu kadarıyla söylersek bu üstünlük anlayışı felsefe ve din açısından da varlıksal olarak muhaldir: Algılanabilen her şey evrenin varoluşu ile açıklanır ve bilindiği üzre birkaç basit farklılık olsa da evrenin varoluşu da ilmi çevrelerce uzay(mekan), zaman, madde, suret(biçim) ve yaşam diye sayılan bu beş temel koşula bağlı kabul edilir ve bunların zorunluluk gereği temel ilkeleri az önce zikrettiğimiz sonsuzluktur.

Bu uzun girişten sonra meseleyi ele alabiliriz.

 

A.ONTOLOJİK ÜSTÜNLÜĞÜN MÜMKÜN OLMAMASI:

Burada öncelikle eldeki verilere dayanarak şu tespiti yapmak zorundayız: Algılanabilen (yahut algılanamayan) her şey sonsuzlukla kaimdir. Sonsuzluk olmaksızın bir şeyin varoluşu imkansızdır. Ya da başka bir ifadeyle şöyle deriz; sonsuzluğa ait tüm olasılık dereceleri bizim algılayabildiklerimizi de kapsayan farklı bir bütünü oluşturur. Burada dikkati çekmek istediğimiz nokta, sonsuzluğun asli olarak varlığın kendisi değil yine ona ait bir nitelik oluşudur. Yani sonsuzluk adını verdiğimiz şey kendi başına müstakil bir mana barındırmaz, sadece kendisini ortaya koyan TÜMEL’e ait sistemin herhangi bir özelliği ve onun oluş biçimlerinden biridir; bu onu her ‘şey’ gibi bir şey yapmaya yeter üstelik. Neticede sonsuzluk da tüm şeyler gibi bir mevcudat (varoluş biçimi) ve yaratılmışlık halidir.(3)

Bu tespit karşısında şöyle bir neticeye ulaşırız; gerek sonsuzluk, gerek evren ve gerekse ikisinin kapsadığı tüm formlar niteliksel ve/veya niceliksel olarak bir varoluş biçimi/mevcudattırlar. Öyleyse temelde ontolojik olarak her şeyin esas ilkesi olan sonsuzluğu da bir nitelik olarak yansıtan zamansız ve sınırsız bir oluş hali söz konusudur. Ki buna ister oluş, olma hali diyelim ister zorunlu varlık (vacib’ül vücud) diyelim bir şey değişmez çünkü bu zamansız, sınırsız, mutlak olan TÜMEL, her ne olursa olsun kendisiyle hiçbir şey kıyaslanamayacak ve özdeşleştirilemeyecek olan TEK’tir. Sonsuzdur, bu yüzden zorunlu olarak tektir (Malum ki iki sonsuz birbirini yadsır.)

Şu halde biz bu mutlak tek olan sonsuza (Ahadiyet) varlık diyebiliriz çünkü olma hali ona özgüdür ve her şey bir ilke ile varolabilirken o tüm ilkeleri kuşatıcılığıyla herhangi bir ilkeye tabi ve muhtaç değildir; O, mükemmel olması zorunlu olduğu için ilke ve koşullarla da sınırlandırılamaz. Varlık bu iken O’nu bir kıyaslamaya tabi tutabilir miyiz? O tek olduğu için bu da imkansızdır: Öyleyse hiyerarşiye işaret edilecek olan ontolojik üstünlük mantık açısından tamamen saçmadır.

 

B.VAROLUŞSAL ÜSTÜNLÜĞÜN İZAFİ OLUŞU:

Bu durumda geriye söz edilmek üzere sadece varoluşsal üstünlük kalmaktadır. Yani üstünlük durumu varoluşsal olarak imkansızken sadece akli olarak ve tamamen niceliksel kıyaslamalarla varsayılır, varmış kabul edilir: Bu bir anlamda zahiridir ve kıyaslamanın konusuna (ikincil-sahte odaklanmaya) göre değişkenlikler arz edeceği için tutarsızdır. Bir örnekleme yaparsak ele alınacak iki birimden hangisinin diğerinden üstün olduğunu bulmaya çalışalım. Bu iki birimi A ve B kişileri olarak kabul edelim: Öncelikle kişiler nitelik yönünden incelenirse çabamız boşa çıkar çünkü niteliksel ayrıma dayalı her şey ontolojik olarak sonsuzluğun farklı olasılıkları olması yönüyle aynı, eşdeğer kabul edilmek zorundadır. Bir birimin/bireyin insan sıfatıyla başka bir insandan farkı yoktur. İnsan (=) insandır. Fakat bu kıyaslamayı varoluşsal açıdan yaparsak meselenin rengi değişir. Çünkü yukarıda değindiğimiz gibi varoluş koşula tabidir yani böylesi bir tespit için belirli bir koşul değerlendirmeye katılmak zorundadır. Şu halde bu kıyaslama türü için koşulların belirlenmesi öncelikli olarak gereklidir. Ki koşullar nitelik olarak ilkenin zıttı ve tamamlayıcısı olarak tamamen niceldir. (Varoluşun ilkesi olan sonsuzluk tek iken beş ayrı koşula tabi olduğu yukarıda ifade edilmişti.) Bu durumda iki insan ya da birim sadece niceliksel/varoluşsal/zahiri olarak kıyaslanabilmektedir: A kişisi B kişisinde örneğin “uzun, yüksek, güçlü vs.” olduğu için üstündür. Nitekim İslami gelenek bu konuyu dikkat ve özenle ortaya koyar; gerek Kur’ani lisanda olduğu gibi üstünlük bazan takva bazan iman esaslarında aranmış, Rasul’ün dilinde ise sanıldığının aksine erkeğin kadından, Arap’ın Arap olmayandan bir üstünlüğü olmadığı belirtilerek niceliksel/varoluşsal üstünlük yadsınmıştır.

Şimdi tekrar insana ve onun kozmik kimliğine dönersek insanın ne olduğu araştırmamızı yoğunlaştırabiliriz.

 

C.İNSANIN EVRENSEL VAROLUŞ POZİSYONU:

 Bu konuya eğilebilmek için iki farklı perspektife ihtiyaç vardır: objektif bir gözlemle insanın sonsuzlukta herhangi bir “şey” oluşu ve sübjektif bir gözlemle teolojik anlamıyla onu herhangi bir şey olmaktan ayırmamızı gerektiren mükellefiyeti ve mükemmeliyeti.

Meseleye ilk olarak Kelam’ın işaret ettiği pencereden bakılacak olursa çok fazla bir seçenek aramaya gerek kalmaz; sırf akıl sahibi oluşu insanı Allah nezdinde her konuda mükellef kılmakta ve varoluşunun amacı olarak açık ve net bir şekilde kulluk vazifesi bir fıtrat olarak ortaya çıkmaktadır. Salt bu yönüyle insanın ne derece çelişkiler içinde olduğu ve varoluş nedenlerinin haricinde her haliyle ne denli sorumsuzca davrandığı ortadadır ve bu hali onu kulluk eden her şeyle de eşitlemektedir. Çünkü yaratılan her şeyin sebeb-i fıtratı kulluktur.

Bu durumda şu itiraz gelebilir: “Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (28:4), “O sizi alemlerin üzerine geçirmiştir” (39:140) gibi kimi Kur’an ayetleri insanın fıtri üstünlüğüne delalet etmez mi?

Biz de deriz ki: Hayır. Çünkü Tin suresinden alınan ilk ayetin devamı “…sonra da onu aşağıların en aşağısına çevirdik” (28:5) şeklindedir ve ikinci ayetin biraz ilerisinde ise insana şu hitap gelir “…aşağılık maymunlar olun!” (39:166)

O halde diyebiliriz ki insanın varoluşu ‘sonsuzluk içinde herhangi bir şey oluşu’ gereği en alt tekabüliyeti de en üst tekabüliyeti de kapsayabilmektedir yani tamamen değişken ve aktif. (4) bu değişkenliğin bir ucu “Ademoğullarını biz gerçekten üstün, şerefli yarattık…onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık” (50:70) ayetine ulaşır.

Demek ki mükellefiyetin gereği olan akıl insanı yaratılanların hepsinden olmasa da çoğundan üstün kılıyor. Ancak bu da yine varoluşun potansiyeli olan bir üstünlüktür ve açıkça görecelidir –asla mutlak değil.-  üstelik bu rasyonalite değil (entelekt-müdrike) olarak tanımlanabilecek olan akıl hiç de kötü değildir çünkü vuslatın aracı, vasıtasıdır: “Ey insan! Sen Rabbine varmak için gerçekten çok çalışacak, sonunda ona kavuşacaksın.” (83:6) Tekrar hatırlatmakta fayda var ki bu akılın hayvanlardaki beyni sistemle ya da zeka veya rasyonalite ile ilgisi kesinlikle yoktur.

 

    Ç.EVRENİN GERÇEKLİĞİ: MAHİYET DENGESİ

Böylesi iki uçta duran insana daha yakın gibiyiz: Bir tarafta alemlere rahmet olarak inzal olan insan-ı kamil, diğer tarafta “onlar hayvan gibidirler hatta hayvandan da beterdirler” hükmüne tabi, aşağılık maymun benzetmesiyle sıfatlandırılmış diğer insan. (Bu yüzden insan nedir sorusuna aranacak cevap ciddi bir titizlik istemektedir.)

Bakışımızı biraz daha yoğunlaştırabiliriz: Burada bu ayrışmanın nedeni üzerine çok net olmamakla birlikte bazı tespitler yapılabilir. Ancak öncelikle şu iyi anlaşılmalıdır ki varoluş kesinlikle hakiki ilkesel niteliklerden ziyade izafi olup zahiren nitel kabul edilen nicel değerlerin bir dengesi ve bu dengeyi oluşturan unsurların terkibidir. Esasta nicel değerler olduğu bilinen ama idraksizlikten ötürü nitel olarak kabul gören bu sıfatların adına biz mahiyet demekteyiz.

Anladığımız kadarıyla evrenle düzenlenip bütünlenen tüm varoluş biçimleri ve (tüm varoluş planlarının genel adıyla söylersek) tüm alemler, tamamen birer mahiyet dengesinden teşkil, nitelik yansımalarının bileşik suretleridirler.

Örneğin kırmızı kurşun kalemin zahirini ele aldığımızda onun ne olduğunu anlamak gayesiyle yönelteceğimiz tüm sorulara sadece sıfatlarla ve bir de zamirle yanıt vermek mümkündür.

O nedir? Kırmızı uçlu kurşun kalemdir. Kırmızı uçlu kurşun kalem nedir? Kırmızı renkli, kurşun uçlu, yazmaya yarayan alettir…nedir? Vs.

Bu soru cevap ile tanıma onu sonsuzla özdeşleyene kadar devam eder. İşte bahsedilen mahiyet dengesi bu niteliklerin ve onları tanımlayan sıfatlarının (bir şeyi o şey yapan mahiyetinin) kendine özgü ve tek olan dengesidir.

İnsana dönersek, onun mahiyet dengesi temelden yaygın olana doğru dört arketip ile mevcuttur: Ruh, beden, hayat, varoluş.

Ruh; Halifetullah sırrını barındırmasını sağlayan ve ilk yaratılmış olan akıldır (akl-ı evvel.) Tasavvufta Ruh-u Azam da denilen içinde Allah’ın tüm sıfatlarını bütünleyen külli nefstir.

Beden; kalp, beden, bireysel nefs ve ruhu tespit eden organik yapı, tendir.

Hayat; eskilerin can dediği, özün idraki sürecinin sonsuz uzanımıdır.

Varoluş; evren planlarından birisine dahil olma halidir.

 

Dikkatli bir bakış esasen bu dört mahiyetin, temel kültür biçimlerinin birer simgesi olduğunu hemen fark edecektir ve yapıların karmaşıklaştıkça kültür biçimlerinin de ana kültür yapısından ayrıştığını anlayabilir.

Gerçek kültür biçimi, yalnızca kozmosun sonsuzluk içindeki sayısız olasılık ve olanak pozisyonlarını kapsayan ‘düzen’ kavramıyla eşdeğer kabul edilebilir; her türlü kaide belli istatistik eğrisi içinde tutarlılık arz eden bir ivmeye dönüştükçe ve bu ivme tekabüliyetin genişliğine göre bir devamlılık kazandıkça yeni ve farklı kombinasyon ve bileşimlerle daima yeni kültürleri oluşturmak durumundadır. Öyle ki bunu bir tekabüliyet yasası kabul ederek net bir şekilde şu yargıyı verebiliriz: Her kaide –bileşim/terkip koşuluna bağlı olarak- her zaman için kültürü kuvve halinde (potansiyel olarak) içerir. Yalnız doğal olarak salt bu kaideler ve mahiyetlerin mürekkep hali eşyayı (şeyleri) yalnızca soyut olarak varederken gerekli formasyon, biçimlendirme ile kozmos onu somut ve algılanabilir kılar, bu onun bilebilirlik halini ortaya koyar. Bu da bizi şu ikinci yargıya götürür: Evrenin –ve doğal olarak eşyanın- varoluşunun biçimlenişle/suretleşmeyle/formasyonla doğrudan alakası vardır, yani kozmik düzenin belirgin kılınması için ÖZ’ün YASA (nous) ile ilk –gerçeklik kırılması olan- BİÇİM’e ihtiyacı vardır. (5)

Konunun dağılmasını önlemek maksadıyla mahiyet dengesinin kozmik dört evreden/kültürden ibaret oluşunun illeti sayılabilecek ve koşulları belirleyecek olan varoluşun, yukarıdaki paragrafta anlatılan özetini kabaca şöyle verebiliriz: Varoluş, mutlak olan tek sonsuzun (vücud) çeşitli niteliklerinin yasa ile terkip edilip biçim ile bilinebilir kılınmasıdır. Hadis-i Kudsi de işaret edilen gizli hazine böylece bilinebilir, ifşa olur. Batın, Zahir O’dur.

Bu kaba ifadeden bu bilinebilirliğin, algı dünyasının tümel yapısı yani fenomen olarak evren olduğu anlaşılmaktadır. Yine yukarıda bahsedilen ‘insanın varoluşunun sonsuzluk içinde herhangi bir şey oluşundan ibaret kalması’ gibi aynı tekabüliyet yasası gereği evren de sonsuzluk içinde her hangi bir şey olarak mevcuttur. Fark şu ki insan kozmosun izafi sonsuzluğu içinde varolma imkanı bulurken evren varlığın mutlak sonsuzluğu içinde varolmaktadır. (6)

 

D.GERÇEK AHENK: İNSAN-KOZMOS TEKABÜLİYETİ:

İnsana dönük irfani araştırmalarda ortaya çıkan asıl dikkate değer husus insan ile evrenin varoluşundaki eşgüdümlülük ve tarifi imkansız ahenktir. Öyle ki insan için ‘herhangi bir şey, bir olasılık’ denmiş olsa da apaçıktır ki insan evrenin niteliklerinin bir terkibi, dengesidir. Her olan şey gibi (evren dahil her şey ve) insan da olmaması imkansız olan bir şeydir. Bu hükmün anlamı şudur: Yasa gereği olan her şey olmuş, olmayan hiçbir şey olmamıştır, “sen Allah’ın sünnetinde/yasasında asla bir değişiklik bulamazsın” (44:43) ayeti burada sünnetullah da dediğimiz yasaya işaret ederken “biz her şeyi gerçekten bir ölçü ile yarattık” (37:49) ya da “biz her şeyi hakkıyla yarattık” (54:85) ayetleri bu yanın içselleştirdiği dengeye ve “biz ayetlerimizi hem ufuklarda –afak- hem de kendi iç alemlerinde –enfüs- onlara göstereceğiz” (61:53) ile de bu tekabüliyetin ve zorunluluğun biçimine işaret eder.

Esasen konu insan olunca ve insanın anlamına yönelik varoluşun hikmeti araştırılınca ister istemez lisanımız İslami terminolojiye bağlı işliyor: Anlaşılmıştır ki bir diğer kavramımız olan yasa tam da Kur’an’da geçen takdir ile özdeştir. Hatta burada malum olduğu üzere takdir kelimesiyle aynı kökten gelen kader lafzının olmaması imkansız olanın da ta kendisi olduğunu belirtmekte fayda görüyoruz. Ancak kaderi burada tartışma niyetimiz kesinlikle yoktur. Sadece şu iki ayet düşüncede yer etmesi gayesiyle sunulacaktır(7); ‘her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır’ (55:67), ‘yeryüzünde ve kendi nefslerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu ortaya çıkarmadan önce bir kitapta yazılı olmasın’ (94:22) 

Bu açıklamalardan sonra buraya kadar evrenin varoluşunun ilkesel olarak anlaşıldığı kanaatiyle bununla insanın varoluşu arasındaki eşgüdüm ve tekabuliyet doğrultusunda tekrar insanın arketipi olan mahiyet dengesine dönebiliriz.

 

E.YERYÜZÜNDE ALLAH’IN HALİFESİ OLARAK HAZRETİ İNSAN:

Şimdi elimizdeki yargı şudur: Kozmik mahiyet terkibi olan insan kozmosun ruh yoluyla kendini ifade edişinin bir biçimidir denilebilir. Bu dengenin unsurları tarafımızdan kabaca ruh, beden, hayat, ve varoluş olarak sıralanmıştır. Bu sıralanmayı sunarken düşündüğümüz anlam ise insan, kozmosun varoluşunun içindeki hayat kültürlerinin bedenlenmiş ruhi temsillerinden biridir şeklindedir. Kolayca görüleceği gibi varoluş evrenin tamamı, hayat bu bütünlükteki dirilik hali, beden onun bitki, mikrokültür, alt-atomik/enerjik yapılardan ayrılışını ve ruh da onu son eşitlikte tüm yapılarda ayıran akli mükellefiyetini/hilafet sırrını temsil etmektedir.

O halde burada da yapay, göreceli bir hiyerarşi aramak yerine insani kültürel ayrışmaya yönelelim. Hatta bu kültürel ayrışmanın döngüsel sistemini daha iyi kavramak için mükellefiyeti idrak kabiliyetiyle tanımlanan aklın (entelekt), insanı hayvandan/bedensellikten ayrıştıran temel vasıf olan Ruhu nasıl temsil ettiğine bakalım.

 Akıl ve Ruhun bağıntısı nedir? Bu ikisi aynı şey midir?

Ruh ve akıl belli bir düzlemden kazanılmış perspektif ışığında aynıymış gibi kabul edilebilirse de bu kabullenişin zaten meseleye nokta koyacağı göz önüne alınırak aklın ruhun bir tezahürü oluşu yönüne eğilmek daha doğru olur. Şöyle ki bir ve aynı şey olsalar bile burada insanı salt akli yahut ruhi olarak tanımlamak bizce yeterli değildir. Çünkü bu durumda evrenin varoluşunda yasa ve biçimi Öz’ün farklı tezahürleri olarak incelemenin gerekliliği (anlaşılma kaygısı nedeniyle) şart gibi görünüyor. Çünkü yaradılışla ortaya konan izahatlar bireylerüstü tek bir ruhtan ilham alırken akıl tamamen bireysel programın/fıtratın içine indirgeniyor. (Yani adeta Ruh’tan genel olarak akıldan ise özel olarak bahsediliyor!) Yaradılışta sadece Adem’in topraktan bedenine soluk, nefes üfürülmüştür. Yaradılışta herkese tek tek Ruh verilmemiştir ama fıtrat herkeste bir program olarak farklıdır.

“Sizi tek bir nefsten yaratan…” (39:189) ayeti açıkça Öz’e/ruh’a işaret ederken, “herkes kendi fıtratına uygun iş yapar” (50:84) ayeti akla delalet eder. Tekabüliyet gereği demek ki Ruh; bireylerüstü, aşkın (transandantal) ve kozmik iken akıl; bireysel, içkin ve fıtridir. Şu halde bu tek nefsin Ruh olarak aynı oluşu herkesi Ademoğlu, insan olarak bütünde sabitlerken mükellefiyeti idrak kabiliyeti dediğimiz akıl farklı yönelişlerle oluşturduğu kombinasyonlar gereği ayrışmayı ve farklılaşmayı ortaya koymaktadır. Şu halde yine bir yaşam kültürü sorunsalı ile karşı karşıyayız: ve bu kültürel farklılaşma üstünlüğün ölçüsünü belirleyen –yine aynı- akıl ile mümkündür ve kozmik denge bu kez doğrudan bireylerin mahiyet dengesini ortaya koyuyor. Genel olarak insan (bireylerüstü insan türü) için bu dengenin unsurları, Ruh, beden, yaşam ve varoluşken birimler olarak bireylerde mahiyet dengesinin unsurları içgüdü, hissiyat, zeka ve idrak oluyor. Öyleyse şu hüküm bizce meşrudur; bu niteliklerin farklı yoğunlaşma terkipleri yeni yaşam kültürlerinin, farklı ifade biçimlerinin, yaşam tarzlarının ve elbette kaderlerin oluşum yasasıdır.

Burada tekrar aynı dengenin oluşum yasasından bahsetmek yerine bu mahiyet dengesiyle oluşan kültür biçimlerinin nelere işaret ettiğine bakabiliriz: Tek bir Ruh’tan varolan insan bireysellikte benlik/ego yanılsamasına kapılarak bu düşüşünde bütünü parçalamakta ve bu dağılmayı müteakip kendindeki nitelik yoğunlaşmasını bütüne paralel tutabildiği oranda bütünü temsil (hilafet) kabiliyeti ile yeni alt türleri oluşturmaktadır. (8) Bu durumda ise bireylerarası eşitlik imkansızlaşmaktadır. Yasa’ya uygun eylemlerde bulunarak kendini Ruh ile uyumlu hale getiren kişi, bu teslimiyete direnerek arzileşenden elbette üstün oluyor ki Yasa’nın sünnetullah olduğu gerçeği bu durumda takvaya işaret ediyor.

Zaten en başta söylenen ‘üstünlüğün ontolojik değil varoluşsal oluşu’ ifadesi bunun aceleci hükmü ve neticesidir. Çünkü insanın ontolojik yapısının Ruh’tan kaynaklanışı hasebiyle herkes esasta bir ve aynıyken varoluşsal konumlanışı doğal hiyerarşik konumunu oluşturmaktadır. Aksi takdirde “O sizi alemlerin üzerine geçirmiştir” (39:140) diye bahsedilen insanla aşağılık maymun benzetmesine (39:66) maruz insan eşit kabul edileceği için Ruh’un bir edimi olan Mutlak Adalet hükmünü yitirir. Zaten bir çok alimin cennet ve cehennem tasavvurlarını mekansal değil de bir hal olarak nitelemelerinin nedeni de budur. Ki insanı diğer eşyadan ayıran nokta da yine bu halin yaşanma olasılığıdır.

Burada son kez şunları ilave edebiliriz: Hint kutsal metinleri olan Vedanta’daki şu tarife dikkat etmeli; “O ezeli ve ebedi olan, saf, özgür, biricik, hep mutlu, yegane, hazır ve nazır, sonsuz büyük olandır.” Buna bakarak insan yüzyıllar sonra Yunus’u akıldışı bir bir tasvirle anlatan modernlere bile ‘yaratılmışlığından ötürü’ hoş bakabildiği ölçüde üstünleşiyor. Çünkü her şeyin ölçüsünü insana indirgeyen Batı ürünü insan merkezli fikriyata karşı kadim Doğu geleneği Taoizm-Brahmanizm-Budizm-Hinduizm ve nihayet İslam gibi hakikat kavrayışlarıyla insanı hala temsil edebiliyor. Ki o insan Allah tarafından yaratıldığında ve meleklere bile nitelikleri sayıldığında melekleri hayrete düşürmüştür. Bu hayretin sebebidir bizim üstünlük kabul ettiğimiz nitelikler yoksa pek muhterem, kompleks nörolojik yapısı yahut egoist büyüklenmesine sebep teşkil eden ucube üretimleri değil.

Çünkü İbn Arabi’nin ifadesiyle “Allah kendisine halife yapmak istediği insanın zuhuruyla                       Ez-Zahir’dir.”

Nisan 2005-Haziran 2006

 

 

Dipnotlar:

(1): Bilindiği üzre Varlık lafzı bir oluş haline değil bizatihi varolmanın özüne dair bir niteliktir. Bu nedenle yanlış anlaşılmaya izin vermeden kısaca değinirsek: Varlık, yaratıcı bir ilke olan ve bu haliyle salt nitelik olarak tektir ve kozmik-üstüdür. Sonradan bu nitelikle nitelenip varolanlar için varoluş-mevcud tabiri uygun görülmüştür.

(2): Bu cümle ile kastedilen yukarıda açıklandığı gibi varlık-varoluş ayrımına dayanmaktadır: Varolan her şey varlığından ötürü ontolojik olarak bir ve eşittir. Ki zaten varlığın tekliği dikkate alındığında bu durum sonsuzluk kavramının mantıksal tek izahını da kendinde içerir. Malumdur ki sonsuz olanın dışında kendisiyle kıyaslanabilecek hiçbir şey olamaz.

(3): Dikkat edilirse burada sonsuzluk kavramı Allah’ın Beka sıfatı olarak algılanabileceği gibi O’ndan inzal olan kozmik bir yasa veya ilke olarak da kabul edilebilir. Hatta bir imkan olarak sonsuzluğun makrokozmos olup olamayacağı ayrı bir yerde tartışılabilir.

(4): Allah’ın insanı yeryüzünde bir halife olarak yarattığı Kur’an’da açıktır. Ancak burada İbn Arabi’nin şu yorumu ilginçtir: “Alemde noksanlık yalnız insan da tezahür eder, çünkü insan alemin bütün hakikatlerinin toplamıdır; insan hakikatlerin özlü bir özetidir. Alem ise yayılmış, geniş ayrıntılardır…insan alemin kemalidir; alem ancak insan ile mükemmel olur, insan alemle mükemmel olmaz.” Marifet ve Hikmet-İbn Arabi

(5): Yasa hakkında J.C.Cooper’ın şu tespiti mühimdir: “Sınırlı bir yol ya da belirlenmiş bir yöntem söz konusu değildir; tersine us gücünü aşan, aşkın bir ilk neden, varlığın temel kaynağını yansıtan birlik, zamandan bağımsız, yazıyla anlatılamayan, evrenin tüm varlığını kapsayan oluş ilkesi…evreni oluşturan, azaltılıp küçültülemeyen, gökle yerin yaradılışından önce tüm varlığa egemen olan, hepsini içeren bir ilke. Bu ilkeye mutlaklık, en yüce hakikat, ad verilemeyen, bütün gizemlere ulaştıran evrensel yasa sa denir. Bu ilke Hindu inançlarında dirilten Soluk (Atman)dır. J.C.Cooper-Taoizm Nedir?

Burada müthiş bir paralellik dikkatimizden kaçmadı: Atman, soluk diye adlandırılırken Ruh olduğu da dile getirilir yani mutasavvıflarca nefes denilen varoluş nedeni! Çünkü Allah Adem’in suretine nefesinden üfleyip ruh vermiştir.

(6): Nitekim kimi düşünür ve alimlerin evreni makrokozmos, insanı da mikrokozmos saymasındaki hikmet bizce budur. Her ne kadar kuantum fiziğine ait veriler atomik yapının hiç de uzaydaki zahiri galaktik düzen ile bire bir aynı olmadığını göstermişse de –gerçekte çekirdeğin etrafında dönen atomaltı parçalar söz konusu değildir- bu durum insanın akli süzgecinin zayıflığından kaynaklandığı gibi biçimin zahiren anlamlı oluşu mevzuya yabancılıktan ötürüdür. Evvelde de belirttiğimiz gibi biçim kendi başına imkandışı, muhaldir ve yasanın zahiri sureti olarak anlamlı ve var kabul edilmektedir.

(7): Kısaca yazılarımızda Kelam’ın neden delil ve açıklayıcı olarak kullanıldığı, bu literatür ile ifadelerin anlamlandırıldığına değinirsek, René Guénon’un şu sözleri yeterli olur galiba: ‘Gayrı meşru olan kutsal dışı, profan bakış açısıdır. Zira o, eşyayı sanki bunlar tüm ilkelerden bağımsızlarmış gibi kabul eder ve onları hiçbir müteal ilke ile bağıntılandırmaz. Modern bilim gerçek bir bilgi olarak kabul edilemez. Zira bazan doğru olan şeyleri ifade etse de onları sunuş tarzı yanlıştır ve her halükarda bunların doğruluk nedenlerinin ancak ve ancak ilkelere bağımlılıkları olduğunu belirtemez…’ René Guénon-Tradisyonel Öğretiler Karşısında Profan Bilm adlı makale.

(8): Tevrat’ta iyi ile kötüyü bilme ağacı, Kur’an’da ise yasak ağaç metaforu bu bütünden kopuşu, benlikleşme ve düşüşü sembolize etmektedir.

 

Not: Bu yazı ‘Düşünce Ekollerinde Kesişim Noktası Olarak İnsan ve Mertebeleri’ isimli makalemizin ilk bölümünü oluşturmaktadır.