İNSANIN DEĞERİ ÜSTÜNE
“Doğu da Batı da Allah’ındır.”
İnsanın varlık denizinde kemal derecesini tespit etmek; derinlerdeki karanlık
fakat emniyetli yurt ile satıhtaki aydınlık ve fakat tekinsiz mekânın farkını anlamak ve nihayet
iyi olanla iyi olmayanın fiilen buluştuğu kavşağa bir aynaya bakar gibi dalarak kendini sırların
gerisinde seyretmesidir. Bu seyir ona tüm tecellilerin asli manasında kendini bulması, zatını bilmesi
ve bu suretle kendisi olması için mukadderatın dayattığı mecburi istikametlerin ilkidir.
Doğru yaşama gerekliliğinin doğruyu bilmeyle mümkün olduğuna da işaret
eden bu önerme, mana suyunun hakikatten boşalırken akıl kirpiğinden süzülerek avucumuza dökülmesiyle birikmiş
birkaç irfan damlasından biridir maalesef. (Maalesef diyoruz çünkü modern insan sadece aklı kullanarak –rasyonel
çıkarsama ile- kendini tanıma sürecinin epey gerisindedir, oysaki hali bu denizin enginliğinde ve derinliğinde
kaybolan nice gerçek kişi anlamayı da tamamlayıp idrak mertebesinde bizim ulaşmak istediğimiz menzili
aşıp gitmiştir.)
Zihni binlerce yıllık bir toz tabakasıyla kaplı insan bu toza mı boyun
eğip teslim olmalı yoksa tozu silip kendi gerçekliğiyle mi yüzleşmeli? Sözü eğri büğrü söyleyip
Molla Kasımların hesabına girmek istemeyiz. O zaman soruyu eğri büğrü dünyanın yanılsamalarına
uydurmak yerine hakkıyla soralım: İnsan, her haliyle insan mıdır?
Başı dönen niceleri o ‘şaşmaz’ kalemlerini suratlara doğru
sallayarak antropolojiden ya da hümanizmden bahsedip bize insanın ne olduğunu öğretmeye her zaman hazırdırlar:
Aile kurumu, lokal yerleşim ufku, -uygar kabul edilmeye pek meraklı toplumların gelişme evresinde psikolojik
ve sistematik olarak zorunlu kıldığı- ucube müfredatlarıyla eğitim müesseseleri ve nihayet evrensel
değerlerle güçlendirilmiş insanlık bilinci adına yapılan tüm programlamalar ve propagandalar soyut
ve marazi bir insan tanımlamasıyla tüm hudutları tutmuş durumdadır. Oysa biz bilmekteyiz ki modernizmin
her alanda öncülüğünü ve sözcülüğünü yapan paganist Batı fikriyatı bugün insanı Freud’un cinsel
objesi ya da Marks’ın kültür nesnesi veya en iyimser bir dille teslisin günahkâr yansıması dışında
net bir dille tarif edememektedir.
Aslında insanın ne olduğu sorusundan hareketle bugüne dek bu hudutlar oynatılagelmiş,
geliştirilen düşünce sistemleri bu arayışa cevaben bir takım çeki düzen çalışmalarıyla
kimi tespitler yapmış böyle böyle fizyolojik tanımlamada sonuç “gelişmiş maymun nitelemesinde”,
psiko-felsefi tanımlamada ise “hümanizmde” tıkanıp kalmıştır. Neticede modern bilim
ve ona sızan siyaset bugün evrim teorisini de hümanizmi de reddetme konusunda uzlaşmıştır. Ancak
bu reddiyeler de tüm yadsıma biçimleri gibi ortaya bir tanım koymaktan acizdir hala daha.
Peki insan nedir?
Burada şimdilik bu sorunun cevabının peşinde koşmak yerine bizi biz olarak
alakadar eden türev ve açılımlara bir göz atıp dolaylı yoldan sorumuza da bir cevap arayacağız.
Esasen bu yazının amacından ziyade çıkış ve hareket noktası
şu eski münazaraya dayanıyor: İnsanın üstünlüğü (üstün oluşu yahut olmayışı!)
Bununla ilgili olarak evvelde tarafımızdan “insana bir üstünlük atfedilecekse bunun
ontolojik değil varoluşsal olabileceğine” dair bir önerme yazısı karalanmıştı.
İlk olarak bunu biraz da dizgesel bir üslupla açmayı ve böylece nitelik meselesine de ince bir giriş yapmayı
uygun gördük. Anlaşılacağı üzere mesele iki boyutlu olarak devam eder: 1.İnsanın hayvandan üstün
oluşu meselesi. 2.İnsanın kendi hallerinde bireysel bazda içsel yahut dışsal hiyerarşisi meselesi.
Yalnız burada hemen hatırlatalım ki; hiçbir varoluşsal biçim için kıyaslama yapılması bizce
uygun değildir. (dipnot:1)
Öyleyse açıktır ki iki şey arasında ontolojik bir üstünlük söz konusu olamaz
(2) ve zaten yaklaşım olarak daima bir hiyerarşiye işaret eder. İnsanın kimliği üzerine
konuşmak gerekiyorsa bu tek boyutlu matematiksel bir algılama ile değil (şimdi-burada koordinatlarının)
çok boyutlu algılaması ile mümkündür. Bilimsel yönden psikolojik gelişim(!) lakırdısı sadelik
ve basitlikten uzak, oldukça karmaşık ve çok katmanlı bir kompleks olarak ele alınıyorsa bunu yapanların
entelektüel sezgisine saygı ile şunu gösterebiliriz; insanın böyle karmaşık bir yapı olarak
incelenmesinin tek nedeni bu bahsedilen çok boyutlu halin yansıması olmasından başka bir şey değildir.
Bu durumda bireysel perspektiflerin (tamamen) şahsi ve öznel olan değerlendirmelerinin hiçbir manası ve (hakikat
açısından) hiçbir geçerliliği yoktur. Üstelik bu zayıf perspektif evrensel vizyon karşısında
bir hayli komik olsa da evrenseli de aşan latif bakış sanırız ikisini de gerçek bir değerlendirme
olarak görmeyecektir. Üstelik bize malum olduğu kadarıyla söylersek bu üstünlük anlayışı felsefe
ve din açısından da varlıksal olarak muhaldir: Algılanabilen her şey evrenin varoluşu ile açıklanır
ve bilindiği üzre birkaç basit farklılık olsa da evrenin varoluşu da ilmi çevrelerce uzay(mekan), zaman,
madde, suret(biçim) ve yaşam diye sayılan bu beş temel koşula bağlı kabul edilir ve bunların
zorunluluk gereği temel ilkeleri az önce zikrettiğimiz sonsuzluktur.
Bu uzun girişten sonra meseleyi ele alabiliriz.
A.ONTOLOJİK ÜSTÜNLÜĞÜN MÜMKÜN OLMAMASI:
Burada öncelikle eldeki verilere dayanarak şu tespiti yapmak zorundayız: Algılanabilen
(yahut algılanamayan) her şey sonsuzlukla kaimdir. Sonsuzluk olmaksızın bir şeyin varoluşu imkansızdır.
Ya da başka bir ifadeyle şöyle deriz; sonsuzluğa ait tüm olasılık dereceleri bizim algılayabildiklerimizi
de kapsayan farklı bir bütünü oluşturur. Burada dikkati çekmek istediğimiz nokta, sonsuzluğun asli olarak
varlığın kendisi değil yine ona ait bir nitelik oluşudur. Yani sonsuzluk adını verdiğimiz
şey kendi başına müstakil bir mana barındırmaz, sadece kendisini ortaya koyan TÜMEL’e ait sistemin
herhangi bir özelliği ve onun oluş biçimlerinden biridir; bu onu her ‘şey’ gibi bir şey yapmaya
yeter üstelik. Neticede sonsuzluk da tüm şeyler gibi bir mevcudat (varoluş biçimi) ve yaratılmışlık
halidir.(3)
Bu tespit karşısında şöyle bir neticeye ulaşırız; gerek sonsuzluk,
gerek evren ve gerekse ikisinin kapsadığı tüm formlar niteliksel ve/veya niceliksel olarak bir varoluş
biçimi/mevcudattırlar. Öyleyse temelde ontolojik olarak her şeyin esas ilkesi olan sonsuzluğu da bir nitelik
olarak yansıtan zamansız ve sınırsız bir oluş hali söz konusudur. Ki buna ister oluş, olma
hali diyelim ister zorunlu varlık (vacib’ül vücud) diyelim bir şey değişmez çünkü bu zamansız,
sınırsız, mutlak olan TÜMEL, her ne olursa olsun kendisiyle hiçbir şey kıyaslanamayacak ve özdeşleştirilemeyecek
olan TEK’tir. Sonsuzdur, bu yüzden zorunlu olarak tektir (Malum ki iki sonsuz birbirini yadsır.)
Şu halde biz bu mutlak tek olan sonsuza (Ahadiyet) varlık diyebiliriz çünkü olma hali
ona özgüdür ve her şey bir ilke ile varolabilirken o tüm ilkeleri kuşatıcılığıyla herhangi
bir ilkeye tabi ve muhtaç değildir; O, mükemmel olması zorunlu olduğu için ilke ve koşullarla da sınırlandırılamaz.
Varlık bu iken O’nu bir kıyaslamaya tabi tutabilir miyiz? O tek olduğu için bu da imkansızdır:
Öyleyse hiyerarşiye işaret edilecek olan ontolojik üstünlük mantık açısından tamamen saçmadır.
B.VAROLUŞSAL ÜSTÜNLÜĞÜN İZAFİ OLUŞU:
Bu durumda geriye söz edilmek üzere sadece varoluşsal üstünlük kalmaktadır. Yani üstünlük
durumu varoluşsal olarak imkansızken sadece akli olarak ve tamamen niceliksel kıyaslamalarla varsayılır,
varmış kabul edilir: Bu bir anlamda zahiridir ve kıyaslamanın konusuna (ikincil-sahte odaklanmaya) göre
değişkenlikler arz edeceği için tutarsızdır. Bir örnekleme yaparsak ele alınacak iki birimden
hangisinin diğerinden üstün olduğunu bulmaya çalışalım. Bu iki birimi A ve B kişileri olarak
kabul edelim: Öncelikle kişiler nitelik yönünden incelenirse çabamız boşa çıkar çünkü niteliksel ayrıma
dayalı her şey ontolojik olarak sonsuzluğun farklı olasılıkları olması yönüyle aynı,
eşdeğer kabul edilmek zorundadır. Bir birimin/bireyin insan sıfatıyla başka bir insandan farkı
yoktur. İnsan (=) insandır. Fakat bu kıyaslamayı varoluşsal açıdan yaparsak meselenin rengi
değişir. Çünkü yukarıda değindiğimiz gibi varoluş koşula tabidir yani böylesi bir tespit
için belirli bir koşul değerlendirmeye katılmak zorundadır. Şu halde bu kıyaslama türü için
koşulların belirlenmesi öncelikli olarak gereklidir. Ki koşullar nitelik olarak ilkenin zıttı ve
tamamlayıcısı olarak tamamen niceldir. (Varoluşun ilkesi olan sonsuzluk tek iken beş ayrı koşula
tabi olduğu yukarıda ifade edilmişti.) Bu durumda iki insan ya da birim sadece niceliksel/varoluşsal/zahiri
olarak kıyaslanabilmektedir: A kişisi B kişisinde örneğin “uzun, yüksek, güçlü vs.” olduğu
için üstündür. Nitekim İslami gelenek bu konuyu dikkat ve özenle ortaya koyar; gerek Kur’ani lisanda olduğu
gibi üstünlük bazan takva bazan iman esaslarında aranmış, Rasul’ün dilinde ise sanıldığının
aksine erkeğin kadından, Arap’ın Arap olmayandan bir üstünlüğü olmadığı belirtilerek
niceliksel/varoluşsal üstünlük yadsınmıştır.
Şimdi tekrar insana ve onun kozmik kimliğine dönersek insanın ne olduğu araştırmamızı
yoğunlaştırabiliriz.
C.İNSANIN EVRENSEL VAROLUŞ POZİSYONU:
Bu konuya eğilebilmek için iki farklı perspektife
ihtiyaç vardır: objektif bir gözlemle insanın sonsuzlukta herhangi bir “şey” oluşu ve sübjektif
bir gözlemle teolojik anlamıyla onu herhangi bir şey olmaktan ayırmamızı gerektiren mükellefiyeti
ve mükemmeliyeti.
Meseleye ilk olarak Kelam’ın işaret ettiği pencereden bakılacak olursa
çok fazla bir seçenek aramaya gerek kalmaz; sırf akıl sahibi oluşu insanı Allah nezdinde her konuda mükellef
kılmakta ve varoluşunun amacı olarak açık ve net bir şekilde kulluk vazifesi bir fıtrat olarak
ortaya çıkmaktadır. Salt bu yönüyle insanın ne derece çelişkiler içinde olduğu ve varoluş nedenlerinin
haricinde her haliyle ne denli sorumsuzca davrandığı ortadadır ve bu hali onu kulluk eden her şeyle
de eşitlemektedir. Çünkü yaratılan her şeyin sebeb-i fıtratı kulluktur.
Bu durumda şu itiraz gelebilir: “Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık”
(28:4), “O sizi alemlerin üzerine geçirmiştir” (39:140) gibi kimi Kur’an ayetleri insanın fıtri
üstünlüğüne delalet etmez mi?
Biz de deriz ki: Hayır. Çünkü Tin suresinden alınan ilk ayetin devamı “…sonra
da onu aşağıların en aşağısına çevirdik” (28:5) şeklindedir ve ikinci ayetin
biraz ilerisinde ise insana şu hitap gelir “…aşağılık maymunlar olun!” (39:166)
O halde diyebiliriz ki insanın varoluşu ‘sonsuzluk içinde herhangi bir şey
oluşu’ gereği en alt tekabüliyeti de en üst tekabüliyeti de kapsayabilmektedir yani tamamen değişken
ve aktif. (4) bu değişkenliğin bir ucu “Ademoğullarını biz gerçekten üstün, şerefli
yarattık…onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık” (50:70)
ayetine ulaşır.
Demek ki mükellefiyetin gereği olan akıl insanı yaratılanların hepsinden
olmasa da çoğundan üstün kılıyor. Ancak bu da yine varoluşun potansiyeli olan bir üstünlüktür ve açıkça
görecelidir –asla mutlak değil.- üstelik bu rasyonalite değil
(entelekt-müdrike) olarak tanımlanabilecek olan akıl hiç de kötü değildir çünkü vuslatın aracı, vasıtasıdır:
“Ey insan! Sen Rabbine varmak için gerçekten çok çalışacak, sonunda ona kavuşacaksın.” (83:6)
Tekrar hatırlatmakta fayda var ki bu akılın hayvanlardaki beyni sistemle ya da zeka veya rasyonalite ile ilgisi
kesinlikle yoktur.
Ç.EVRENİN GERÇEKLİĞİ: MAHİYET
DENGESİ
Böylesi iki uçta duran insana daha yakın gibiyiz: Bir tarafta alemlere rahmet olarak inzal
olan insan-ı kamil, diğer tarafta “onlar hayvan gibidirler hatta hayvandan da beterdirler” hükmüne tabi,
aşağılık maymun benzetmesiyle sıfatlandırılmış diğer insan. (Bu yüzden insan
nedir sorusuna aranacak cevap ciddi bir titizlik istemektedir.)
Bakışımızı biraz daha yoğunlaştırabiliriz: Burada bu ayrışmanın
nedeni üzerine çok net olmamakla birlikte bazı tespitler yapılabilir. Ancak öncelikle şu iyi anlaşılmalıdır
ki varoluş kesinlikle hakiki ilkesel niteliklerden ziyade izafi olup zahiren nitel kabul edilen nicel değerlerin
bir dengesi ve bu dengeyi oluşturan unsurların terkibidir. Esasta nicel değerler olduğu bilinen ama idraksizlikten
ötürü nitel olarak kabul gören bu sıfatların adına biz mahiyet demekteyiz.
Anladığımız kadarıyla evrenle düzenlenip bütünlenen tüm varoluş biçimleri
ve (tüm varoluş planlarının genel adıyla söylersek) tüm alemler, tamamen birer mahiyet dengesinden teşkil,
nitelik yansımalarının bileşik suretleridirler.
Örneğin kırmızı kurşun kalemin zahirini ele aldığımızda
onun ne olduğunu anlamak gayesiyle yönelteceğimiz tüm sorulara sadece sıfatlarla ve bir de zamirle yanıt
vermek mümkündür.
O nedir? Kırmızı uçlu kurşun kalemdir. Kırmızı uçlu kurşun
kalem nedir? Kırmızı renkli, kurşun uçlu, yazmaya yarayan alettir…nedir? Vs.
Bu soru cevap ile tanıma onu sonsuzla özdeşleyene kadar devam eder. İşte bahsedilen
mahiyet dengesi bu niteliklerin ve onları tanımlayan sıfatlarının (bir şeyi o şey yapan
mahiyetinin) kendine özgü ve tek olan dengesidir.
İnsana dönersek, onun mahiyet dengesi temelden yaygın olana doğru dört arketip ile
mevcuttur: Ruh, beden, hayat, varoluş.
Ruh; Halifetullah sırrını barındırmasını sağlayan ve ilk
yaratılmış olan akıldır (akl-ı evvel.) Tasavvufta Ruh-u Azam da denilen içinde Allah’ın
tüm sıfatlarını bütünleyen külli nefstir.
Beden; kalp, beden, bireysel nefs ve ruhu tespit eden organik yapı, tendir.
Hayat; eskilerin can dediği, özün idraki sürecinin sonsuz uzanımıdır.
Varoluş; evren planlarından birisine dahil olma halidir.
Dikkatli bir bakış esasen bu dört mahiyetin, temel kültür biçimlerinin birer simgesi
olduğunu hemen fark edecektir ve yapıların karmaşıklaştıkça kültür biçimlerinin de ana
kültür yapısından ayrıştığını anlayabilir.
Gerçek kültür biçimi, yalnızca kozmosun sonsuzluk içindeki sayısız olasılık
ve olanak pozisyonlarını kapsayan ‘düzen’ kavramıyla eşdeğer kabul edilebilir; her türlü
kaide belli istatistik eğrisi içinde tutarlılık arz eden bir ivmeye dönüştükçe ve bu ivme tekabüliyetin
genişliğine göre bir devamlılık kazandıkça yeni ve farklı kombinasyon ve bileşimlerle daima
yeni kültürleri oluşturmak durumundadır. Öyle ki bunu bir tekabüliyet yasası kabul ederek net bir şekilde
şu yargıyı verebiliriz: Her kaide –bileşim/terkip koşuluna bağlı olarak- her zaman
için kültürü kuvve halinde (potansiyel olarak) içerir. Yalnız doğal olarak salt bu kaideler ve mahiyetlerin mürekkep
hali eşyayı (şeyleri) yalnızca soyut olarak varederken gerekli formasyon, biçimlendirme ile kozmos onu
somut ve algılanabilir kılar, bu onun bilebilirlik halini ortaya koyar. Bu da bizi şu ikinci yargıya götürür:
Evrenin –ve doğal olarak eşyanın- varoluşunun biçimlenişle/suretleşmeyle/formasyonla doğrudan
alakası vardır, yani kozmik düzenin belirgin kılınması için ÖZ’ün YASA (nous) ile ilk –gerçeklik
kırılması olan- BİÇİM’e ihtiyacı vardır. (5)
Konunun dağılmasını önlemek maksadıyla mahiyet dengesinin kozmik dört
evreden/kültürden ibaret oluşunun illeti sayılabilecek ve koşulları belirleyecek olan varoluşun,
yukarıdaki paragrafta anlatılan özetini kabaca şöyle verebiliriz: Varoluş, mutlak olan tek sonsuzun (vücud)
çeşitli niteliklerinin yasa ile terkip edilip biçim ile bilinebilir kılınmasıdır. Hadis-i Kudsi de
işaret edilen gizli hazine böylece bilinebilir, ifşa olur. Batın, Zahir O’dur.
Bu kaba ifadeden bu bilinebilirliğin, algı dünyasının tümel yapısı
yani fenomen olarak evren olduğu anlaşılmaktadır. Yine yukarıda bahsedilen ‘insanın varoluşunun
sonsuzluk içinde herhangi bir şey oluşundan ibaret kalması’ gibi aynı tekabüliyet yasası gereği
evren de sonsuzluk içinde her hangi bir şey olarak mevcuttur. Fark şu ki insan kozmosun izafi sonsuzluğu içinde
varolma imkanı bulurken evren varlığın mutlak sonsuzluğu içinde varolmaktadır. (6)
D.GERÇEK AHENK: İNSAN-KOZMOS TEKABÜLİYETİ:
İnsana dönük irfani araştırmalarda ortaya çıkan asıl dikkate değer
husus insan ile evrenin varoluşundaki eşgüdümlülük ve tarifi imkansız ahenktir. Öyle ki insan için ‘herhangi
bir şey, bir olasılık’ denmiş olsa da apaçıktır ki insan evrenin niteliklerinin bir terkibi,
dengesidir. Her olan şey gibi (evren dahil her şey ve) insan da olmaması imkansız olan bir şeydir.
Bu hükmün anlamı şudur: Yasa gereği olan her şey olmuş, olmayan hiçbir şey olmamıştır,
“sen Allah’ın sünnetinde/yasasında asla bir değişiklik bulamazsın” (44:43) ayeti
burada sünnetullah da dediğimiz yasaya işaret ederken “biz her şeyi gerçekten bir ölçü ile yarattık”
(37:49) ya da “biz her şeyi hakkıyla yarattık” (54:85) ayetleri bu yanın içselleştirdiği
dengeye ve “biz ayetlerimizi hem ufuklarda –afak- hem de kendi iç alemlerinde –enfüs- onlara göstereceğiz”
(61:53) ile de bu tekabüliyetin ve zorunluluğun biçimine işaret eder.
Esasen konu insan olunca ve insanın anlamına yönelik varoluşun hikmeti araştırılınca
ister istemez lisanımız İslami terminolojiye bağlı işliyor: Anlaşılmıştır
ki bir diğer kavramımız olan yasa tam da Kur’an’da geçen takdir ile özdeştir. Hatta burada
malum olduğu üzere takdir kelimesiyle aynı kökten gelen kader lafzının olmaması imkansız olanın
da ta kendisi olduğunu belirtmekte fayda görüyoruz. Ancak kaderi burada tartışma niyetimiz kesinlikle yoktur.
Sadece şu iki ayet düşüncede yer etmesi gayesiyle sunulacaktır(7); ‘her haberin kararlaştırılmış
bir zamanı vardır’ (55:67), ‘yeryüzünde ve kendi nefslerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki
biz onu ortaya çıkarmadan önce bir kitapta yazılı olmasın’ (94:22)
Bu açıklamalardan sonra buraya kadar evrenin varoluşunun ilkesel olarak anlaşıldığı
kanaatiyle bununla insanın varoluşu arasındaki eşgüdüm ve tekabuliyet doğrultusunda tekrar insanın
arketipi olan mahiyet dengesine dönebiliriz.
E.YERYÜZÜNDE ALLAH’IN HALİFESİ OLARAK HAZRETİ İNSAN:
Şimdi elimizdeki yargı şudur: Kozmik mahiyet terkibi olan insan kozmosun ruh yoluyla
kendini ifade edişinin bir biçimidir denilebilir. Bu dengenin unsurları tarafımızdan kabaca ruh, beden,
hayat, ve varoluş olarak sıralanmıştır. Bu sıralanmayı sunarken düşündüğümüz
anlam ise insan, kozmosun varoluşunun içindeki hayat kültürlerinin bedenlenmiş ruhi temsillerinden biridir şeklindedir.
Kolayca görüleceği gibi varoluş evrenin tamamı, hayat bu bütünlükteki dirilik hali, beden onun bitki, mikrokültür,
alt-atomik/enerjik yapılardan ayrılışını ve ruh da onu son eşitlikte tüm yapılarda
ayıran akli mükellefiyetini/hilafet sırrını temsil etmektedir.
O halde burada da yapay, göreceli bir hiyerarşi aramak yerine insani kültürel ayrışmaya
yönelelim. Hatta bu kültürel ayrışmanın döngüsel sistemini daha iyi kavramak için mükellefiyeti idrak kabiliyetiyle
tanımlanan aklın (entelekt), insanı hayvandan/bedensellikten ayrıştıran temel vasıf olan
Ruhu nasıl temsil ettiğine bakalım.
Akıl ve Ruhun bağıntısı nedir?
Bu ikisi aynı şey midir?
Ruh ve akıl belli bir düzlemden kazanılmış perspektif ışığında
aynıymış gibi kabul edilebilirse de bu kabullenişin zaten meseleye nokta koyacağı göz önüne
alınırak aklın ruhun bir tezahürü oluşu yönüne eğilmek daha doğru olur. Şöyle ki bir ve
aynı şey olsalar bile burada insanı salt akli yahut ruhi olarak tanımlamak bizce yeterli değildir.
Çünkü bu durumda evrenin varoluşunda yasa ve biçimi Öz’ün farklı tezahürleri olarak incelemenin gerekliliği
(anlaşılma kaygısı nedeniyle) şart gibi görünüyor. Çünkü yaradılışla ortaya konan
izahatlar bireylerüstü tek bir ruhtan ilham alırken akıl tamamen bireysel programın/fıtratın içine
indirgeniyor. (Yani adeta Ruh’tan genel olarak akıldan ise özel olarak bahsediliyor!) Yaradılışta
sadece Adem’in topraktan bedenine soluk, nefes üfürülmüştür. Yaradılışta herkese tek tek Ruh verilmemiştir
ama fıtrat herkeste bir program olarak farklıdır.
“Sizi tek bir nefsten yaratan…” (39:189) ayeti açıkça Öz’e/ruh’a
işaret ederken, “herkes kendi fıtratına uygun iş yapar” (50:84) ayeti akla delalet eder. Tekabüliyet
gereği demek ki Ruh; bireylerüstü, aşkın (transandantal) ve kozmik iken akıl; bireysel, içkin ve fıtridir.
Şu halde bu tek nefsin Ruh olarak aynı oluşu herkesi Ademoğlu, insan olarak bütünde sabitlerken mükellefiyeti
idrak kabiliyeti dediğimiz akıl farklı yönelişlerle oluşturduğu kombinasyonlar gereği ayrışmayı
ve farklılaşmayı ortaya koymaktadır. Şu halde yine bir yaşam kültürü sorunsalı ile karşı
karşıyayız: ve bu kültürel farklılaşma üstünlüğün ölçüsünü belirleyen –yine aynı-
akıl ile mümkündür ve kozmik denge bu kez doğrudan bireylerin mahiyet dengesini ortaya koyuyor. Genel olarak insan
(bireylerüstü insan türü) için bu dengenin unsurları, Ruh, beden, yaşam ve varoluşken birimler olarak bireylerde
mahiyet dengesinin unsurları içgüdü, hissiyat, zeka ve idrak oluyor. Öyleyse şu hüküm bizce meşrudur; bu niteliklerin
farklı yoğunlaşma terkipleri yeni yaşam kültürlerinin, farklı ifade biçimlerinin, yaşam tarzlarının
ve elbette kaderlerin oluşum yasasıdır.
Burada tekrar aynı dengenin oluşum yasasından bahsetmek yerine bu mahiyet dengesiyle
oluşan kültür biçimlerinin nelere işaret ettiğine bakabiliriz: Tek bir Ruh’tan varolan insan bireysellikte
benlik/ego yanılsamasına kapılarak bu düşüşünde bütünü parçalamakta ve bu dağılmayı
müteakip kendindeki nitelik yoğunlaşmasını bütüne paralel tutabildiği oranda bütünü temsil (hilafet)
kabiliyeti ile yeni alt türleri oluşturmaktadır. (8) Bu durumda ise bireylerarası eşitlik imkansızlaşmaktadır.
Yasa’ya uygun eylemlerde bulunarak kendini Ruh ile uyumlu hale getiren kişi, bu teslimiyete direnerek arzileşenden
elbette üstün oluyor ki Yasa’nın sünnetullah olduğu gerçeği bu durumda takvaya işaret ediyor.
Zaten en başta söylenen ‘üstünlüğün ontolojik değil varoluşsal oluşu’
ifadesi bunun aceleci hükmü ve neticesidir. Çünkü insanın ontolojik yapısının Ruh’tan kaynaklanışı
hasebiyle herkes esasta bir ve aynıyken varoluşsal konumlanışı doğal hiyerarşik konumunu
oluşturmaktadır. Aksi takdirde “O sizi alemlerin üzerine geçirmiştir” (39:140) diye bahsedilen
insanla aşağılık maymun benzetmesine (39:66) maruz insan eşit kabul edileceği için Ruh’un
bir edimi olan Mutlak Adalet hükmünü yitirir. Zaten bir çok alimin cennet ve cehennem tasavvurlarını mekansal değil
de bir hal olarak nitelemelerinin nedeni de budur. Ki insanı diğer eşyadan ayıran nokta da yine bu halin
yaşanma olasılığıdır.
Burada son kez şunları ilave edebiliriz: Hint kutsal metinleri olan Vedanta’daki
şu tarife dikkat etmeli; “O ezeli ve ebedi olan, saf, özgür, biricik, hep mutlu, yegane, hazır ve nazır,
sonsuz büyük olandır.” Buna bakarak insan yüzyıllar sonra Yunus’u akıldışı bir bir
tasvirle anlatan modernlere bile ‘yaratılmışlığından ötürü’ hoş bakabildiği
ölçüde üstünleşiyor. Çünkü her şeyin ölçüsünü insana indirgeyen Batı ürünü insan merkezli fikriyata karşı
kadim Doğu geleneği Taoizm-Brahmanizm-Budizm-Hinduizm ve nihayet İslam gibi hakikat kavrayışlarıyla
insanı hala temsil edebiliyor. Ki o insan Allah tarafından yaratıldığında ve meleklere bile
nitelikleri sayıldığında melekleri hayrete düşürmüştür. Bu hayretin sebebidir bizim üstünlük
kabul ettiğimiz nitelikler yoksa pek muhterem, kompleks nörolojik yapısı yahut egoist büyüklenmesine sebep
teşkil eden ucube üretimleri değil.
Çünkü İbn Arabi’nin ifadesiyle “Allah kendisine halife yapmak istediği insanın
zuhuruyla
Ez-Zahir’dir.”
Nisan 2005-Haziran 2006
Dipnotlar:
(1): Bilindiği üzre Varlık lafzı bir oluş haline değil bizatihi varolmanın
özüne dair bir niteliktir. Bu nedenle yanlış anlaşılmaya izin vermeden kısaca değinirsek: Varlık,
yaratıcı bir ilke olan ve bu haliyle salt nitelik olarak tektir ve kozmik-üstüdür. Sonradan bu nitelikle nitelenip
varolanlar için varoluş-mevcud tabiri uygun görülmüştür.
(2): Bu cümle ile kastedilen yukarıda açıklandığı gibi varlık-varoluş
ayrımına dayanmaktadır: Varolan her şey varlığından ötürü ontolojik olarak bir ve eşittir.
Ki zaten varlığın tekliği dikkate alındığında bu durum sonsuzluk kavramının
mantıksal tek izahını da kendinde içerir. Malumdur ki sonsuz olanın dışında kendisiyle
kıyaslanabilecek hiçbir şey olamaz.
(3): Dikkat edilirse burada sonsuzluk kavramı Allah’ın Beka sıfatı olarak
algılanabileceği gibi O’ndan inzal olan kozmik bir yasa veya ilke olarak da kabul edilebilir. Hatta bir imkan
olarak sonsuzluğun makrokozmos olup olamayacağı ayrı bir yerde tartışılabilir.
(4): Allah’ın insanı yeryüzünde bir halife olarak yarattığı Kur’an’da
açıktır. Ancak burada İbn Arabi’nin şu yorumu ilginçtir: “Alemde noksanlık yalnız
insan da tezahür eder, çünkü insan alemin bütün hakikatlerinin toplamıdır; insan hakikatlerin özlü bir özetidir.
Alem ise yayılmış, geniş ayrıntılardır…insan alemin kemalidir; alem ancak insan ile
mükemmel olur, insan alemle mükemmel olmaz.” Marifet ve Hikmet-İbn Arabi
(5): Yasa hakkında J.C.Cooper’ın şu tespiti mühimdir: “Sınırlı
bir yol ya da belirlenmiş bir yöntem söz konusu değildir; tersine us gücünü aşan, aşkın bir ilk neden,
varlığın temel kaynağını yansıtan birlik, zamandan bağımsız, yazıyla
anlatılamayan, evrenin tüm varlığını kapsayan oluş ilkesi…evreni oluşturan, azaltılıp
küçültülemeyen, gökle yerin yaradılışından önce tüm varlığa egemen olan, hepsini içeren bir
ilke. Bu ilkeye mutlaklık, en yüce hakikat, ad verilemeyen, bütün gizemlere ulaştıran evrensel yasa sa denir.
Bu ilke Hindu inançlarında dirilten Soluk (Atman)dır. J.C.Cooper-Taoizm Nedir?
Burada müthiş bir paralellik dikkatimizden kaçmadı: Atman, soluk diye adlandırılırken
Ruh olduğu da dile getirilir yani mutasavvıflarca nefes denilen varoluş nedeni! Çünkü Allah Adem’in suretine
nefesinden üfleyip ruh vermiştir.
(6): Nitekim kimi düşünür ve alimlerin evreni makrokozmos, insanı da mikrokozmos saymasındaki
hikmet bizce budur. Her ne kadar kuantum fiziğine ait veriler atomik yapının hiç de uzaydaki zahiri galaktik
düzen ile bire bir aynı olmadığını göstermişse de –gerçekte çekirdeğin etrafında
dönen atomaltı parçalar söz konusu değildir- bu durum insanın akli süzgecinin zayıflığından
kaynaklandığı gibi biçimin zahiren anlamlı oluşu mevzuya yabancılıktan ötürüdür. Evvelde
de belirttiğimiz gibi biçim kendi başına imkandışı, muhaldir ve yasanın zahiri sureti olarak
anlamlı ve var kabul edilmektedir.
(7): Kısaca yazılarımızda Kelam’ın neden delil ve açıklayıcı
olarak kullanıldığı, bu literatür ile ifadelerin anlamlandırıldığına değinirsek,
René Guénon’un şu sözleri yeterli olur galiba: ‘Gayrı meşru olan kutsal dışı, profan
bakış açısıdır. Zira o, eşyayı sanki bunlar tüm ilkelerden bağımsızlarmış
gibi kabul eder ve onları hiçbir müteal ilke ile bağıntılandırmaz. Modern bilim gerçek bir bilgi
olarak kabul edilemez. Zira bazan doğru olan şeyleri ifade etse de onları sunuş tarzı yanlıştır
ve her halükarda bunların doğruluk nedenlerinin ancak ve ancak ilkelere bağımlılıkları
olduğunu belirtemez…’ René Guénon-Tradisyonel Öğretiler Karşısında Profan Bilm adlı
makale.
(8): Tevrat’ta iyi ile kötüyü bilme ağacı, Kur’an’da ise yasak ağaç
metaforu bu bütünden kopuşu, benlikleşme ve düşüşü sembolize etmektedir.
Not: Bu yazı ‘Düşünce Ekollerinde Kesişim Noktası Olarak İnsan ve
Mertebeleri’ isimli makalemizin ilk bölümünü oluşturmaktadır.