mor'a dogru

hakikat

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

HAKİKAT ve HAKİKATİN KAVRANILIŞI

Aslında denilebilir ki tüm insanlık çevrimi hakikatin aranışı ve kavranışıyla varolagelmiştir. Bu konuda bilgi adına türetilen ne varsa ve hatta refleksif tepkilerden, bilinçli-bilinçsiz yapılan tüm fiilere kadar ne kadar eylem türü varsa hepsinin ortak ve yüce gayesi daima bu hakikatin araştırılmasına bir vesile olmuştur. Elbette potansiyel olarak.

Bununla şunu kastediyoruz; insanoğlu hakikatin içeriği olarak hakikatin kendine dönük olan araştırmasının bir unsurundan öte önem taşımamaktadır ve ancak doğal olarak bu hali içerisinde hakikatin en yüksek mertebesine olan yakınlığıyla tabii hiyerarşinin de zirvesindedir; bu nedenle sahip olduğu kolektif bilinç her zaman için hakikatle irtibat halinde olarak onun değerlendirmeleriyle hareket etmiştir.

Şu halde hakikatin ne olduğu insan için diğer tüm varoluş biçimlerinden daha mühimdir ve zaten O’nunla olan ve idrakı gereken “Yüce Özdeşlik” salt bu nedenle sadece insan için mümkün ve tamdır.

Hakikatin ne olduğunu, varsa türevini ya da işlevini tanımlamak ve belki de en basit bir şekilde tarifini yapmak sanılanın aksine pek mümkün değildir aslında. Evvelce yapılmış olduğu gibi uzun izahatlar ya da kullanılacak sembol ve işaretler okuyucu için bir nebze imge yaratma imkânı sunabilir kabul edilse de bu tavır idrakın bilgi –irfan- alanından, şiirin / muhayyilenin ilham alanına kaymakla neticelenecektir. Çünkü bu konuda ne kadar hâkim ve net bir terminoloji kullanılırsa kullanılsın entelektüel sürecin kendisi, maruz kaldığı deformasyon nedeniyle pek az fark edilebilecek bir sınırlamanın içine hapsolup kalmıştır ve kalacaktır; bununsa nedeni hakikate dönük bilginin –kavranamazlık ile- rasyonaliteye teveccühünün olmamasıdır. Metafizik bilgi olarak bu bilginin elde edilmesi anlaşıldığı üzere arındırılmış “Yüce Özdeşliği kavrama niteliğine sahip” salt bilinç ile mümkündür. 1

 

Olmak ve bilmek:

Mevzu bahis metafizik bilgi hakikat için temel gereksinimdir. Çünkü istisnasız her şey gibi kozmik uyum da bilmekle olur. Kelimelerin ve kavramların üzerinde dikkatle durarak ilerleyen okuyucu şunu görecektir: Olmak fiili, mevcut kullanımındaki kadar pasif bir sürece bağlı değildir, bilakis aktifliğin en mühim bir ifadesidir. –Şu da göz ardı edilmemelidir; hakikat talibi olanlar için insanın, kader dahil hiçbir konuda pasifize edilişi kabul edilemez.- Günlük mantıktaki “oldu bitti” anlayışı bu etkin oluş kavramının tam zıddıdır, bununla birlikte oluşu bilişe bağlayan bir bilinçle edilmiş “Rabbi zidni ilma- Rabbim ilmimi artır” duası eylemliliğin ilmin sahasıyla sınırlı olmasının bir gereğindendir yoksa salt mütecessis doyum hevesinden ötürü söylenmemiştir.

Bunu anlayabilmek için olmak fiilinin deruni manasına da bir göz atmak lazımdır; genel itibariyle düşünce olgusu özel olarak ise -şer’i manada- din, felsefe ve sanat gibi insana hitap eden üst yapı oluşumlarının kaynağı olarak –olmak’a dönük bu araştırma- insanın varoluştaki hakiki konumunu tespit eder. Yani diyoruz ki bugün modern anlamıyla insanın varoluşunun değerlendirilmesi olabildiğine yüzeysel yürütülse de sosyal, düşünsel ve idraki tüm derecelerimizin temelinde yatan bilmeye dayalı “anlama” fiili, doğrudan –olmak fiilinin genel bir genişleme faaliyetinin neticesidir. Şöyle ki: İnsan için, varoluşun üç ana boyutu olan kozmik âlem, fizik âlem ve psişik âlemlerin her biri ortak bir yasa çerçevesinde sürekli olarak genişlemeye tabidirler (el-Bast). Bu genişlemenin, olmak ile alakası; ortaya çıkan bu “anlık sonsuz genişlemenin”, her an yeni bir oluşu var etmesidir. Mekan ve zamanın ötesinde sınırsızca devam edegelen bu oluş sıradan bir gözlemci için her üç alemin paradigmalarında da rahatlıkla müşahede edilebilir.

Nitekim tecellinin tek bir “yasa” ile oluşuna bağlı olarak bir defaya mahsus olması hasebiyle “yasa”sında değişiklik olamayacak olan Allah adıyla müsemma varlığın Kur’an’da işaret edildiği gibi “her an yeni bir şe’ende” olması zaten bu bitimsiz oluş realitesinin de prensibini oluşturmaktadır. Allah isminin genelleyici özelliğinden hariçte olarak bu prensibe Zat’ın yerine O’na ait varlık (el-Vücud) vasfını yerleştirirsek bu daha anlaşılır bir hal alır ve bize bu prensibin idrake daha yakın bir manasını sunar: “Varlık, her an yeni bir oluştadır.” İşte bu anlık yeniden oluşum realitesi, “anlık sonsuz genişlemenin” de ilkesidir. Çünkü varoluş asla bir yokluktan varlıklaşma değildir ve yoktan bir şeyin varolması imkansızdır. Ki zaten yokluk adıyla da açık olarak yoktur ve bir şey olarak “yokluğun” tasavvuru da yoktur, çünkü olmayan bir şeye ait bir fikir de olamaz. Ama bu –varoluşun var olması- kuvveden fiile dönük bir açığa çıkıştır ki “el-Hayy’ül Kayyum” olanın enerjisi ile olur her şey. Bu enerjinin gerek potansiyelde gerekse de açığa çıkışta yani kaynakta ve oluşta nasıl mümkün olduğu “Hüve ala külli şey’in kadir” ifadesiyle ortadadır. Oluş varlıktan bağımsız olamayacağı için enerji de aynı merkezden gelir.

Anlaşılmıştır ki varlık kendindeki sonsuz ve sınırsız potansiyeli tek bir tecellide –çünkü O, zamandan münezzehtir, bu nedenle tekrar ve yenilenme O’nun indinde söz konusu olamaz- açığa çıkarmış ve böylece sahip olduğu biliş ile varoluş meydana gelmiştir.

Tam da burada “olmak ve bilmek” arasındaki yoğun alakaya tekrar değinmeden evvel kısaca Varlığa ait görüşlerimizi sunmak istiyoruz:

 

Vücud bahsi:

Başta tasavvuf olmak üzere hakikat arayışlarının tamamı Yaratıcı-Kâinat-İnsan üçlemesini değerlendirmiş ve aralarındaki ilişkiyi tespit etmeye çalışmışlardır. Hatta denilebilir ki batıni teveccühleri göz ardı edilse bile tüm dinler sadece bu ilişkiye odaklanarak bu ilişkiden çıkardıkları neticelere göre insanın nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışmışlardır. Bu da elbette doğal bir üçlemeyi doğurmuştur. Oysa esasta insanın sadece bir gözlemci olarak değerlendirilmesinde üçlemeden önce dikkat çeken şey mevcut ikiliktir: Allah-Kainat ikiliği. Bu ise bizim için sadece varlık-varoluş ikiliğidir kısaca, çünkü Kadim olan O’dur ve masiva sadece hadisattır. Birçokları bu iki kavramı –varlık ve varoluş- birbirlerinin yerine kullanmakta oldukları için bundan sonraki bazı açıklamalarımızda doğabilecek kavram kargaşasını engellemek maksadıyla burada kısaca aralarındaki muazzam farka değineceğiz.

Ayrıca şu da var ki hakikatin anlaşılması bizce onun bizimle doğrudan irtibatı olan Varlık yönünün nitelik ve nicelik düzeyinde kavranmasıyla alakalıdır. Şöyle ki hakikatin bir veçhesi olan Varlık, tüm düzeylerde varolan her şeyin müşterek bir niteliği olarak tüm oluşların özünü teşkil eder. Zaten bizce “bilgelik” diye addedilen şey oluşların bu tek özünün fark edilerek ona gereken saygının ortaya konulması yani bu “yüce özdeşliğin” idrak edilmesidir.

Ancak her şeyden önce burada şu tespiti aklımızdan çıkarmamalıyız; hakikat, varlık ve öz gibi yoğun kullandığımız kavramlar kesinlikle edebi çeşitlilik olsun diye kullanılan anlamdaş sözcükler değil, olsa olsa belli bir düzeyde “özdeş” sözcüktürler. –Ki aynı öze ait farklı yönleri, düzeyleri ya da modelleşmeleri ifade ederler.-

Varlık’a gelirsek; onun da ne olduğunu doğrudan dile getirmek zor olsa da şu kesindir ki Varlık, her şeyden önce sadece bir niteliktir. Salt nitelik. Var olmanın niteliği. Yani aslı, orijini itibariyle kendi kendine bir oluş ya da hakikatin kendisi değil ikisi arasında bir sebep-sonuç bağıntısıdır. Hakikatin kendisi değildir çünkü hakikat Varlık’ın ilkesi olarak daha yukarıda bulunur ve doğal olarak Varlık hakikatin veçhelerinden birisi olarak onun anlaşılması için bir vasıtadır denilebilir.

Zaman, mekan ve diğer boyutların hiçbirisi Varlık’ı sınırlandıramaz ve konumlandırıp sabitleyemez. Çünkü zaman, mekan ve diğer boyutlarla beraber oluşların hepsinin ilkesi odur ve hepsini ve fazlasını kendinde kuvve halinde bulundurur. Yani zamanı da mekanı da “var” eden neticede bu nitelik veya prensiptir. Zaten bu nedenle Varlık için “salt niteliktir” ifadesinden başka bir tarif bizce kullanılamaz.

Tevrat’ta geçen hadisede Musa’ya yönelen “Varlık benim” diye sesleniş ve Kur’an’daki “Evvel, Ahir, Zahir, Batın O’dur” ayeti bunun delilidir.

Varlık O’dur; çünkü kendisinde bulduğu Vücud sıfatıyla vardır. Evvel ve Ahir’den şimdiye (tahakkuk), Batın’dan Zahir’e çıkış (tezahür) ise olmak fiilinin vasıtasıyla gerçekleşir ki –bu teccelliyatın tamamıdır- en başta işaret ettiğimiz “bilmek” mevzusunun neticesidir.

Burada hemen varoluşu da anlamak daha gerekli gibidir: görüldüğü üzere varolmak, Varlık’tan oluşa inmek / inzal etmek demektir. Şu halde varoluş için; ‘Varlık’ın kendi kapasitesini herhangi bir boyutta açığa çıkarmasıdır’ denilebilir ki Arapçada bu kavram “mevcudat” lafzı ile karşılanmaktadır, yani olan veya vücuda gelen. 2 Bu nedenle sufiler “hiçbir ŞEY varlık kokusu almamıştır” demişlerdir.

 Öyleyse Varlık demek Vücud demektir ve varoluş da mevcut demektir. Anlaşılır kılınması için şu da ilave edilebilir ki; Varlık yukarıda değindiğimiz gibi bir ilke olarak nitel bir çekirdek iken varoluş sadece niceldir ve açılıp, büyüyen ağacın kendisidir. Bu konuda bizi aydınlatacak bir perspektifte biçim kavramıdır; doğal olarak Varlık, eşyanın niteliği olduğu için ve biçim de bir şey olduğu için Varlık, biçimin de ilkesidir. Bizim daha evvel başka bir eserde yazdığımız gibi3 biçim gerçekliğin ilk kırılması, yani illüzyonun başlangıcıdır.

Bu nedenle Muhyiddin İbn Arabi sufilerin bakış açısına en güzel bir örnekle “la mevcude illa Hu” (mevcut olan yok sadece O var: Varlıkta O’ndan başka vücud sahibi yoktur) demiştir.

 

Hakikat:

Peki bütün bunların anlamı nedir? Varlığın bir yaratıma gidiş sırrı nedir?

Varlığın varoluşu meydana getirişi ya da başka bir ifadeyle açığa çıkarışı O’nun kendi varlığında yaptığı araştırmanın neticesidir. Esas manasıyla da genel algılayıştaki gibi “imtihan” etmek gayesiyle eşyayı yaratmak söz konusu değildir. İmtihan bir misal olarak kullanılmıştır.

“Ben sizin rabbiniz değil miyim?”

“Evet! Sen bizim rabbimizsin.”

Esas gaye yukarıda denildiği gibi bir araştırmadır. Bu araştırmanın mutlak hükmü kader ilmiyle doğrudan alakalıdır –kudret sıfatının neticesi olarak- ve hatta “insanları ve cinleri yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım” ifadesi dahi bu hükümdendir, aynı namazın belki en mühim sırrı olan “yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” ayeti gibi. Biz bu araştırmayı işte bu sebeple “makrokozmik araştırma” diye niteliyoruz.

“Gizli bir hazine” olan Hu, kendi Vücuduna –Varlığına- dönük olarak bir seyre girişmiş ve bu seyrin neticesinde kendi potansiyelinde mevcut olan manaları görmüştür. İşte bu manaları görüp, tanıyıp, bilmesi onların oluşlarının da illetidir. Bu biliş ile kudret de açığa çıkarak –kudreti de bilmiştir- mukadderat dâhilinde oluşu meydana getirmiştir. Bu nedenle denilmiştir ki Varlık asla varoluş ile sabitlenemez ve kıyaslanamaz. 4 Çünkü bizim algımızda oluş halinde bulunan bu manalar O’nu ihata edemez ve asla Varlık sadece varoluşla sınırlıdır denilemez. “Her bilenin üstünde bir bilen” olduğu için zaten zahir olanın sınırı yoktur, aynı sistemden batının da sınırı olamaz. Bununsa sebebi mevcudat dediğimiz manaların Vücudun tamamı değil bir kısmını teşkil ediyor oluşudur. –Elbette ki bu kısım kelimesi cüz olarak değil algıya hitap eden boyut olarak değerlendirilmelidir.- O kendinde bütün manaları bilmektedir ama hepsini açığa çıkarmadığı da ortadadır. En azından sonsuz sayısız evren planları göz önüne alındığında açığa çıkarmış bile olsa bunun bilişi yine kendinde olacaktır ve Zat’ından başkası bilemeyecektir.

Öyleyse O’nun “Sübhan” oluşu da açıklanmıştır. O’nu kimse –hiçbir birim- bilemez, özdeşlik olmaksızın birimselliği söz konusu ise. Bu noktada da bilen-bilinen, gözleyen-gözlenen ikiliği olamayacağı için sübhaniyyet zorunludur. Bu konunun ayrıca belirtilme maksadı ise bir takım okumuş kesimin tasavvufu salt felsefe düzeyinde değerlendirerek ya da onu en fazla mistik akımlardan biri ya da panteist bir görüş sanmasıdır.

Neticede burada hakikat de açıklanmıştır: hakikat sübhaniyyetin varoluşa bakan yüzüdür. Ki biliş ile ortaya çıkan oluşun kaynağı ve sonucudur Hakikat.

“İnna lillahi ve inna ileyhi raci’ün.”

 

Allah’ın kendini tanıması demek olan ilmi; kendinde bulduğu manaları ile oluşmasını istediği manaların irade sonucunda yine kendi enerjisi ile açığa çıkışıdır. Hakikat O’nun kendine olan kendi ilmidir ve bu manasıyla Hakikatin aslı O iken her şey yine oluş olarak hakikate dayanır. Ama O sübhandır.

Hallac-ı Mansur bu yüzden hevasına göre konuşmayan Rasul’ün (53:3) “beni gören Hakk’ı görmüştür” ifadesine ermiş bir Zat olarak “ene’l Hakk” diyebilmiştir.  

Ki diyen, zaten - Hallac-ı Mansur libasında-  ez-Zahir ismiyle yine O olmuştur. 5

 

Es’Semavi

 

 

Dipnotlar:

 

(1): Bu bilincin genel modern anlamıyla hele hele Freud’un başlattığı psikanalitik değerlendirmesiyle alakası olmadığı açıktır. Bilinç, kozmosla uyum için gerekli aktifleşmenin ilk koşuludur ve kesinlikle mutlaklıkla kuşatıldığı için değer ve ölçü kavramlarına yabancıdır. Varoluşa ve kendiliğe ait tüm değerlendirmeler psişik alanda egonun birer üretimidirler.

(2): Ayrıca Vücud-mevcud  karşıtlığına uygun olarak Varlık’ın ilkesel hali olan Kadim yönüne işaret maksadıyla, olan manasında “hadisat” terimi de “mevcud” yerine kullanılabilir.

(3): İntihar Etmek İsteyenler İçin Yaşam Kılavuzu. Es’Semavi

(4): Bu konunun idrakı için İhlas suresinin özellikle üçüncü ayeti ve tamamı, “sübhanallah” zikri ve ahadiyyet konularının tefekkürü bir açılım verecektir.

(5): Tıpkı Yunus’un sözleri gibi:

“Ete kemiğe büründüm

 Yunus diye göründüm.”