HAKİKAT ve HAKİKATİN KAVRANILIŞI
Aslında denilebilir ki tüm insanlık çevrimi hakikatin aranışı ve kavranışıyla
varolagelmiştir. Bu konuda bilgi adına türetilen ne varsa ve hatta refleksif tepkilerden, bilinçli-bilinçsiz yapılan
tüm fiilere kadar ne kadar eylem türü varsa hepsinin ortak ve yüce gayesi daima bu hakikatin araştırılmasına
bir vesile olmuştur. Elbette potansiyel olarak.
Bununla şunu kastediyoruz; insanoğlu hakikatin içeriği olarak hakikatin kendine
dönük olan araştırmasının bir unsurundan öte önem taşımamaktadır ve ancak doğal olarak
bu hali içerisinde hakikatin en yüksek mertebesine olan yakınlığıyla tabii hiyerarşinin de zirvesindedir;
bu nedenle sahip olduğu kolektif bilinç her zaman için hakikatle irtibat halinde olarak onun değerlendirmeleriyle
hareket etmiştir.
Şu halde hakikatin ne olduğu insan için diğer tüm varoluş biçimlerinden daha
mühimdir ve zaten O’nunla olan ve idrakı gereken “Yüce Özdeşlik” salt bu nedenle sadece insan
için mümkün ve tamdır.
Hakikatin ne olduğunu, varsa türevini ya da işlevini tanımlamak ve belki de en basit
bir şekilde tarifini yapmak sanılanın aksine pek mümkün değildir aslında. Evvelce yapılmış
olduğu gibi uzun izahatlar ya da kullanılacak sembol ve işaretler okuyucu için bir nebze imge yaratma imkânı
sunabilir kabul edilse de bu tavır idrakın bilgi –irfan- alanından, şiirin / muhayyilenin ilham
alanına kaymakla neticelenecektir. Çünkü bu konuda ne kadar hâkim ve net bir terminoloji kullanılırsa kullanılsın
entelektüel sürecin kendisi, maruz kaldığı deformasyon nedeniyle pek az fark edilebilecek bir sınırlamanın
içine hapsolup kalmıştır ve kalacaktır; bununsa nedeni hakikate dönük bilginin –kavranamazlık
ile- rasyonaliteye teveccühünün olmamasıdır. Metafizik bilgi olarak bu bilginin elde edilmesi anlaşıldığı
üzere arındırılmış “Yüce Özdeşliği kavrama niteliğine sahip” salt bilinç
ile mümkündür. 1
Olmak ve bilmek:
Mevzu bahis metafizik bilgi hakikat için temel gereksinimdir. Çünkü istisnasız her şey
gibi kozmik uyum da bilmekle olur. Kelimelerin ve kavramların üzerinde dikkatle durarak ilerleyen okuyucu şunu görecektir:
Olmak fiili, mevcut kullanımındaki kadar pasif bir sürece bağlı değildir, bilakis aktifliğin
en mühim bir ifadesidir. –Şu da göz ardı edilmemelidir; hakikat talibi olanlar için insanın, kader dahil
hiçbir konuda pasifize edilişi kabul edilemez.- Günlük mantıktaki “oldu bitti” anlayışı
bu etkin oluş kavramının tam zıddıdır, bununla birlikte oluşu bilişe bağlayan
bir bilinçle edilmiş “Rabbi zidni ilma- Rabbim ilmimi artır” duası eylemliliğin ilmin sahasıyla
sınırlı olmasının bir gereğindendir yoksa salt mütecessis doyum hevesinden ötürü söylenmemiştir.
Bunu anlayabilmek için olmak fiilinin deruni manasına da bir göz atmak lazımdır;
genel itibariyle düşünce olgusu özel olarak ise -şer’i manada- din, felsefe ve sanat gibi insana hitap eden
üst yapı oluşumlarının kaynağı olarak –olmak’a dönük bu araştırma- insanın
varoluştaki hakiki konumunu tespit eder. Yani diyoruz ki bugün modern anlamıyla insanın varoluşunun değerlendirilmesi
olabildiğine yüzeysel yürütülse de sosyal, düşünsel ve idraki tüm derecelerimizin temelinde yatan bilmeye dayalı
“anlama” fiili, doğrudan –olmak fiilinin genel bir genişleme faaliyetinin neticesidir. Şöyle
ki: İnsan için, varoluşun üç ana boyutu olan kozmik âlem, fizik âlem ve psişik âlemlerin her biri ortak bir
yasa çerçevesinde sürekli olarak genişlemeye tabidirler (el-Bast). Bu genişlemenin, olmak ile alakası; ortaya
çıkan bu “anlık sonsuz genişlemenin”, her an yeni bir oluşu var etmesidir. Mekan ve zamanın
ötesinde sınırsızca devam edegelen bu oluş sıradan bir gözlemci için her üç alemin paradigmalarında
da rahatlıkla müşahede edilebilir.
Nitekim tecellinin tek bir “yasa” ile oluşuna bağlı olarak bir defaya
mahsus olması hasebiyle “yasa”sında değişiklik olamayacak olan Allah adıyla müsemma varlığın
Kur’an’da işaret edildiği gibi “her an yeni bir şe’ende” olması zaten bu
bitimsiz oluş realitesinin de prensibini oluşturmaktadır. Allah isminin genelleyici özelliğinden hariçte
olarak bu prensibe Zat’ın yerine O’na ait varlık (el-Vücud) vasfını yerleştirirsek bu
daha anlaşılır bir hal alır ve bize bu prensibin idrake daha yakın bir manasını sunar:
“Varlık, her an yeni bir oluştadır.” İşte bu anlık yeniden oluşum realitesi,
“anlık sonsuz genişlemenin” de ilkesidir. Çünkü varoluş asla bir yokluktan varlıklaşma
değildir ve yoktan bir şeyin varolması imkansızdır. Ki zaten yokluk adıyla da açık olarak
yoktur ve bir şey olarak “yokluğun” tasavvuru da yoktur, çünkü olmayan bir şeye ait bir fikir de
olamaz. Ama bu –varoluşun var olması- kuvveden fiile dönük bir açığa çıkıştır
ki “el-Hayy’ül Kayyum” olanın enerjisi ile olur her şey. Bu enerjinin gerek potansiyelde gerekse
de açığa çıkışta yani kaynakta ve oluşta nasıl mümkün olduğu “Hüve ala külli
şey’in kadir” ifadesiyle ortadadır. Oluş varlıktan bağımsız olamayacağı
için enerji de aynı merkezden gelir.
Anlaşılmıştır ki varlık kendindeki sonsuz ve sınırsız
potansiyeli tek bir tecellide –çünkü O, zamandan münezzehtir, bu nedenle tekrar ve yenilenme O’nun indinde söz
konusu olamaz- açığa çıkarmış ve böylece sahip olduğu biliş ile varoluş meydana gelmiştir.
Tam da burada “olmak ve bilmek” arasındaki yoğun alakaya tekrar değinmeden
evvel kısaca Varlığa ait görüşlerimizi sunmak istiyoruz:
Vücud bahsi:
Başta tasavvuf olmak üzere hakikat arayışlarının tamamı Yaratıcı-Kâinat-İnsan
üçlemesini değerlendirmiş ve aralarındaki ilişkiyi tespit etmeye çalışmışlardır.
Hatta denilebilir ki batıni teveccühleri göz ardı edilse bile tüm dinler sadece bu ilişkiye odaklanarak bu
ilişkiden çıkardıkları neticelere göre insanın nasıl olması gerektiğini açıklamaya
çalışmışlardır. Bu da elbette doğal bir üçlemeyi doğurmuştur. Oysa esasta insanın
sadece bir gözlemci olarak değerlendirilmesinde üçlemeden önce dikkat çeken şey mevcut ikiliktir: Allah-Kainat ikiliği.
Bu ise bizim için sadece varlık-varoluş ikiliğidir kısaca, çünkü Kadim olan O’dur ve masiva sadece
hadisattır. Birçokları bu iki kavramı –varlık ve varoluş- birbirlerinin yerine kullanmakta
oldukları için bundan sonraki bazı açıklamalarımızda doğabilecek kavram kargaşasını
engellemek maksadıyla burada kısaca aralarındaki muazzam farka değineceğiz.
Ayrıca şu da var ki hakikatin anlaşılması bizce onun bizimle doğrudan
irtibatı olan Varlık yönünün nitelik ve nicelik düzeyinde kavranmasıyla alakalıdır. Şöyle ki
hakikatin bir veçhesi olan Varlık, tüm düzeylerde varolan her şeyin müşterek bir niteliği olarak tüm oluşların
özünü teşkil eder. Zaten bizce “bilgelik” diye addedilen şey oluşların bu tek özünün fark
edilerek ona gereken saygının ortaya konulması yani bu “yüce özdeşliğin” idrak edilmesidir.
Ancak her şeyden önce burada şu tespiti aklımızdan çıkarmamalıyız;
hakikat, varlık ve öz gibi yoğun kullandığımız kavramlar kesinlikle edebi çeşitlilik olsun
diye kullanılan anlamdaş sözcükler değil, olsa olsa belli bir düzeyde “özdeş” sözcüktürler.
–Ki aynı öze ait farklı yönleri, düzeyleri ya da modelleşmeleri ifade ederler.-
Varlık’a gelirsek; onun da ne olduğunu doğrudan dile getirmek zor olsa da
şu kesindir ki Varlık, her şeyden önce sadece bir niteliktir. Salt nitelik. Var olmanın niteliği.
Yani aslı, orijini itibariyle kendi kendine bir oluş ya da hakikatin kendisi değil ikisi arasında bir
sebep-sonuç bağıntısıdır. Hakikatin kendisi değildir çünkü hakikat Varlık’ın
ilkesi olarak daha yukarıda bulunur ve doğal olarak Varlık hakikatin veçhelerinden birisi olarak onun anlaşılması
için bir vasıtadır denilebilir.
Zaman, mekan ve diğer boyutların hiçbirisi Varlık’ı sınırlandıramaz
ve konumlandırıp sabitleyemez. Çünkü zaman, mekan ve diğer boyutlarla beraber oluşların hepsinin
ilkesi odur ve hepsini ve fazlasını kendinde kuvve halinde bulundurur. Yani zamanı da mekanı da “var”
eden neticede bu nitelik veya prensiptir. Zaten bu nedenle Varlık için “salt niteliktir” ifadesinden başka
bir tarif bizce kullanılamaz.
Tevrat’ta geçen hadisede Musa’ya yönelen “Varlık benim” diye sesleniş
ve Kur’an’daki “Evvel, Ahir, Zahir, Batın O’dur” ayeti bunun delilidir.
Varlık O’dur; çünkü kendisinde bulduğu Vücud sıfatıyla vardır. Evvel
ve Ahir’den şimdiye (tahakkuk), Batın’dan Zahir’e çıkış (tezahür) ise olmak fiilinin
vasıtasıyla gerçekleşir ki –bu teccelliyatın tamamıdır- en başta işaret ettiğimiz
“bilmek” mevzusunun neticesidir.
Burada hemen varoluşu da anlamak daha gerekli gibidir: görüldüğü üzere varolmak, Varlık’tan
oluşa inmek / inzal etmek demektir. Şu halde varoluş için; ‘Varlık’ın kendi kapasitesini
herhangi bir boyutta açığa çıkarmasıdır’ denilebilir ki Arapçada bu kavram “mevcudat”
lafzı ile karşılanmaktadır, yani olan veya vücuda gelen. 2 Bu nedenle sufiler “hiçbir ŞEY varlık kokusu almamıştır”
demişlerdir.
Öyleyse Varlık demek Vücud demektir ve varoluş
da mevcut demektir. Anlaşılır kılınması için şu da ilave edilebilir ki; Varlık yukarıda
değindiğimiz gibi bir ilke olarak nitel bir çekirdek iken varoluş sadece niceldir ve açılıp, büyüyen
ağacın kendisidir. Bu konuda bizi aydınlatacak bir perspektifte biçim kavramıdır; doğal olarak
Varlık, eşyanın niteliği olduğu için ve biçim de bir şey olduğu için Varlık, biçimin
de ilkesidir. Bizim daha evvel başka bir eserde yazdığımız gibi3 biçim gerçekliğin ilk kırılması,
yani illüzyonun başlangıcıdır.
Bu nedenle Muhyiddin İbn Arabi sufilerin bakış açısına en güzel bir örnekle
“la mevcude illa Hu” (mevcut olan yok sadece O var: Varlıkta O’ndan başka vücud sahibi yoktur)
demiştir.
Hakikat:
Peki bütün bunların anlamı nedir? Varlığın bir yaratıma gidiş
sırrı nedir?
Varlığın varoluşu meydana getirişi ya da başka bir ifadeyle açığa
çıkarışı O’nun kendi varlığında yaptığı araştırmanın
neticesidir. Esas manasıyla da genel algılayıştaki gibi “imtihan” etmek gayesiyle eşyayı
yaratmak söz konusu değildir. İmtihan bir misal olarak kullanılmıştır.
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
“Evet! Sen bizim rabbimizsin.”
Esas gaye yukarıda denildiği gibi bir araştırmadır. Bu araştırmanın
mutlak hükmü kader ilmiyle doğrudan alakalıdır –kudret sıfatının neticesi olarak- ve hatta
“insanları ve cinleri yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım” ifadesi dahi bu hükümdendir, aynı
namazın belki en mühim sırrı olan “yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz”
ayeti gibi. Biz bu araştırmayı işte bu sebeple “makrokozmik araştırma” diye niteliyoruz.
“Gizli bir hazine” olan Hu, kendi Vücuduna –Varlığına- dönük olarak
bir seyre girişmiş ve bu seyrin neticesinde kendi potansiyelinde mevcut olan manaları görmüştür. İşte
bu manaları görüp, tanıyıp, bilmesi onların oluşlarının da illetidir. Bu biliş ile
kudret de açığa çıkarak –kudreti de bilmiştir- mukadderat dâhilinde oluşu meydana getirmiştir.
Bu nedenle denilmiştir ki Varlık asla varoluş ile sabitlenemez ve kıyaslanamaz. 4 Çünkü bizim algımızda oluş halinde
bulunan bu manalar O’nu ihata edemez ve asla Varlık sadece varoluşla sınırlıdır denilemez.
“Her bilenin üstünde bir bilen” olduğu için zaten zahir olanın sınırı yoktur, aynı
sistemden batının da sınırı olamaz. Bununsa sebebi mevcudat dediğimiz manaların Vücudun
tamamı değil bir kısmını teşkil ediyor oluşudur. –Elbette ki bu kısım kelimesi
cüz olarak değil algıya hitap eden boyut olarak değerlendirilmelidir.- O kendinde bütün manaları bilmektedir
ama hepsini açığa çıkarmadığı da ortadadır. En azından sonsuz sayısız evren
planları göz önüne alındığında açığa çıkarmış bile olsa bunun bilişi
yine kendinde olacaktır ve Zat’ından başkası bilemeyecektir.
Öyleyse O’nun “Sübhan” oluşu da açıklanmıştır. O’nu
kimse –hiçbir birim- bilemez, özdeşlik olmaksızın birimselliği söz konusu ise. Bu noktada da bilen-bilinen,
gözleyen-gözlenen ikiliği olamayacağı için sübhaniyyet zorunludur. Bu konunun ayrıca belirtilme maksadı
ise bir takım okumuş kesimin tasavvufu salt felsefe düzeyinde değerlendirerek ya da onu en fazla mistik akımlardan
biri ya da panteist bir görüş sanmasıdır.
Neticede burada hakikat de açıklanmıştır: hakikat sübhaniyyetin varoluşa
bakan yüzüdür. Ki biliş ile ortaya çıkan oluşun kaynağı ve sonucudur Hakikat.
“İnna lillahi ve inna ileyhi raci’ün.”
Allah’ın kendini tanıması demek olan ilmi; kendinde bulduğu manaları
ile oluşmasını istediği manaların irade sonucunda yine kendi enerjisi ile açığa çıkışıdır.
Hakikat O’nun kendine olan kendi ilmidir ve bu manasıyla Hakikatin aslı O iken her şey yine oluş
olarak hakikate dayanır. Ama O sübhandır.
Hallac-ı Mansur bu yüzden hevasına göre konuşmayan Rasul’ün (53:3) “beni
gören Hakk’ı görmüştür” ifadesine ermiş bir Zat olarak “ene’l Hakk” diyebilmiştir.
Ki diyen, zaten - Hallac-ı Mansur libasında- ez-Zahir
ismiyle yine O olmuştur. 5
Es’Semavi
Dipnotlar:
(1): Bu bilincin genel modern anlamıyla hele hele Freud’un başlattığı
psikanalitik değerlendirmesiyle alakası olmadığı açıktır. Bilinç, kozmosla uyum için gerekli
aktifleşmenin ilk koşuludur ve kesinlikle mutlaklıkla kuşatıldığı için değer
ve ölçü kavramlarına yabancıdır. Varoluşa ve kendiliğe ait tüm değerlendirmeler psişik
alanda egonun birer üretimidirler.
(2): Ayrıca Vücud-mevcud karşıtlığına
uygun olarak Varlık’ın ilkesel hali olan Kadim yönüne işaret maksadıyla, olan manasında “hadisat”
terimi de “mevcud” yerine kullanılabilir.
(3): İntihar Etmek İsteyenler İçin Yaşam Kılavuzu. Es’Semavi
(4): Bu konunun idrakı için İhlas suresinin özellikle üçüncü ayeti ve tamamı, “sübhanallah”
zikri ve ahadiyyet konularının tefekkürü bir açılım verecektir.
(5): Tıpkı Yunus’un sözleri gibi:
“Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.”