mor'a dogru

futuhat- mekkiyye'ye serh: rab ve kul

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

FÜTUHAT-I MEKKİYE’YE ŞERH: RAB ve KUL

 

B’ismillahir’Rahmanir’Rahiym

Hamd ancak alemlerin rabbi olan Allah’a özgüdür.

Bizimse duamız O’nun yüce rasulü, nebisi ve habibi olan Muhammed’e ve onun bu sevgiyi paylaştığı dostlarına ve ashabınadır: Allah cümlesine selamet, rahmet ve bereket versin. Bizleri de şefaatlerine mahzar etsin.

 

İş bu yazı büyük üstadın eserine tamamıyla bir bakış ya da şerh olamaz ve değildir de. Anlaşılacağı üzere sadece bir kısım noktalar üzerine ilhami bir teveccühün ardından gelen kısa notların derlenmesi olarak değerlendirilebilir:

 

Varoluşla ilgili hakikat hakkında düşünceler:

 

1.1.Hadisatın durumu üzerine O’nun kıdemi:

 

Eşyanın yokluktan ve yokluğun yokluğundan var edilmesi Allah’a ait. O, yokluğu yani kendinin (Vacib’ül Vücud) zıddı olan yokluğu (namümkün ademi) de yaratandır ve bu yokluk halinden el-Evvel olarak her şeyi var edip yaratan O’dur. Ancak bu yaratma kendi zorunlu varlığının dışında değildir çünkü olması zorunlu olan olarak O sonsuzdur ve sonsuzun dışında bir varoluş onu sınırlayacağı için muhaldir ve fakat bu yaratma zorunlu varlığın içinde de değildir çünkü O Mutlak Varlık olan Allah’tır; onun varlığı haricinde bir varlık biçimi olamaz, sadece O’nun kendi varlığından verdikleri ile kaim kalanlar yani hadisat vardır ve hadisat da (mevcudat) asla Vücud ile aynı olamayacağı gibi mümkünden (olabilirlikten) öte bir şey değildir.

 Bu nedenle sahibi olan ve zıddı mevcut-izafi kabul edilen ve yokluğu da biçimlendirerek mümkünü yaratan Vücud’un kendisi, Zat’ıdır. Varoluş ise Varlık’ın kendinde olan kıdemin zıddı olarak yokluğun kendinde olan faniliğin yokluk halidir –ki bu nedenle varoluş Varlık’ın içinde de değildir dedik çünkü hadisat yokluğun içinde nurlanandır.-

Yokluk zulmettir, karanlıktır ve Varlık ışıktır, nurdur ve yokluğun karanlığında aydınlananlar hadisattan ibarettir ve hadisat Vücud’un kıdemine izafen –O’nun varlığı ile kaimdir- var kabul edilebilir. Çünkü bir tahakkuk söz konusudur. Bu sınır kaim ile Kayyum’u birbirinden ayıran ve her şekilde tezahür eden Varlık ile yokluğun izafi haddidir.

Hadisatın kadim oluşu hiçbir şekilde anlamlı değildir çünkü hiçbir şey kendi kendisine varolamayacağı için, gölge ışıkla varolacağı için O’nun kıdemi ayan beyandır.

 

1.2.            Hadisatın varoluşunun kelamullah üzre teveccühü:

 

Şeyh’ül Ekber diyor ki: ”Allah onların varoluşunu kendi sözlerinin teveccühü üzre oturtmuştur.”

Zaten konu ilerde 20. babta harf ilmine dair bahiste açılıyor ve Şeyh ‘nefes’ten bahsediyor.

Bu nefes şüphesiz harfleri oluşturur ve ‘harfler orada birleşirse o zaman manalardaki hissi hayat zuhur eder, işte ilahi hazretten bu alem için ilk zuhur eden şey budur!’

Bu nedenle Allah bir şeyi yaratmak istediğinde sadece “Kün” der ve o şey hemen oluverir. Ki zaten vücuda ait ilim, kelimenin yokluğu biçimlendirişidir ve kelime varoşlun ilkesidir. Zaten kelime ile hadisatın varoluşu kaim oluyor ve bu ilme dayanıyor.

 

1.3.            Allah’ın zahir ve batın oluşu:

 

O’nun varlığının kendisi tarafından bilinmesi, tüm varoluşun -ilmi surette- zuhur edişidir. Varlık tektir ama bu teklik kendisi tarafından farklı biçimlenişler ve manalara işaret ederek varoluştaki çokluğu yaratır, oysa bilen de bilinen de bilginin kendisi de O’dur. Fakat hiçbirisi ve hiçbir şey O’nun Zat’ı olmadığı gibi bu çoğulluğun toplanması, bütünlemesi de O’na işaret etmez çünkü O bundan beridir ve ‘Allah alemlerden Gani’dir’. O’nun indinde –ki bu sonsuzluktur- evren yoklyktadır, izafen algı boyutlarınca var kabul edilir. Ki bunlar varoluşta tezahür edenin O olduğunu ortaya koyar. Çünkü tüm varoluş O’na işaret eder ki O böylece ez-Zahir ismiyle tecelli eder.

Allah’ın batın oluşu ise esasta O’nun Zat’ı dışında hiçbir şeyin O’nu bilememesi, ilmen ihata edememesidir. Bilen yalnız kendisidir. Bununsa nedeni şudur: Varlık’ın dışında varlığa bakarak, O’ndaki manaları seyredecek ikinci bir Varlık yoktur ki bilinebilsin. İnsani yanılgı şuradan çıkar: Akıl O’nu, mevcudatın sıfatı olarak düşünür. Oysa öyle değildir. Bundan münezzehtir.

Bunun yanı sıra zahir ve batın oluşu basit anlamları ile de Allah’ın lütfudur: Perdeliler için eşyanın varoluşu bir mana taşımazken Allah onlar için bu tecellide batındır, gören içinse zahirdir. Bu yönüyle de her iki hal birbirine delalet eder: nasıl ki gece ile gündüz birbirine delildir Allah’ın zahir ve batın oluşu da birbirine delildir ve de tam tersi.

 

1.4.            Allah’ın evvel ve ahir oluşu:

 

Yaratılmışlar O’nun el-Evvel ve el-Ahir esmasına işaret ederler ve bu isimlerin belirginleşmesi onların gözlemiyle mümkündür. Kulun varlığının varoluşu O’nun evvelliyetini şöyle gösterir: Mevcudat oluşu Vücud ile, mümkün oluşu Vacib iledir; eşya O’nunla kaimdir, varolagelir. Öyleyse hadisat için ilk (neden) O’dur –ki O evveldir.- ama O kendisi için hiçbir ilk (neden)’e ihtiyaç duymaz çünkü O hadisatın aksine zaman-mekan kavramlarının da yaratıcısı olarak onlardan münezzehtir. Yani başlangıçsızdır. Çünkü bu kelime (başlangıç) zamana ya da mekana işaret eder ama yarattıkları arasında zaman da olduğu için yaratılanlar için başlangıç gereklidir ve bu gereklilik el-Evvel olan Allah’ın Vacib’ül Vücudiyyetidir.

El-Ahir ismi ise yine doğrudan Allah’ı niteleyemez sadece kul/eşya/hadisat böyle bir ismin belirginleşmesini sağlar: Nitekim ahir kelimesi ‘son’a işaret eder, aynı evvelin ilke, başlangıca işaret etmesi gibi.; esasen ahir bir sürenin –zaman aralığının- sonuna işaret eder yoksa Allah’ın son oluşundan kasıt O’nun bitmesi değildir. Çünkü O Baki olandır: ‘Her şey helak olucudur; Allah’ın Baki olan vechi hariç.’ (49:88)

Burada son sadece yaratılmışların tekrar ilk hallerine yani yokluğa intikalidir: ‘Yemin olsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz. Size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız’ (55:94) Bu dönüş ise Allah ismine değil rububiyetedir. İnsana verilenler arasında zaman değerlendirmesi de vardır ve o da alınınca bu durum kulun anlayışında Allah’ın el-Ahir oluşuna delalet eder ki ‘dönüşünüz yalnızca rabbinizedir’ ifadesi buna yöneliktir.

El-Ahir ismi de ez-Zahir ismi gibi salt insani idrakı kolaylaştırma gayesiyle ortadadır yoksa ne zahir olan eşya O’nunla kıyaslanabilir ne de O’nun sonu söz konusudur.

Bu durum kulun varoluşunun O’nun el-Evvel ismini, yok olma ve kaybolma takdirinin de onun el-Ahir ismiyle tespit edilmesidir. O’nun evvel oluşu da ahir oluşu da –ki bunlar sadece oluştur- kul için söz konusudur. Yoksa O noksanlıktan münezzeh olan Sübhan Hu’dur.

 

1.5.            Menzillerdeki zıtlık ve her kul için bir isim olması:

 

Allah Teala’nın esması denildiği gibi idrake göre anlam kazanır; nitekim insan için zaman ve zamana tabi oluş acziyeti olmasa idi el-Evvel ve el-Ahir isimleri meçhul kalırdı ve kul alim ile cahil olmasaydı el-Batın ve ez-Zahir isimleri de meçhul kalırdı. Bu durum aynı zamanda menzillerdeki zıtlık halidir; O hiç değişmeyen olmasına rağmen evvel (ilk) olabildiği gibi ahir de olabilmekte, hem zahiren hem batınen olabilmektedir. Bu nedenle Abd’ül Halim (Halim isminin manasıyla şekillenmiş efal) Abd’ül Kerim (Kerim isminin manasıyla şekillenmiş efal) değildir. İkisi de farklı manaların terennümüdür ama denildiği gibi bunun nedeni esmanın ‘idrake göre oluşudur.’ Yoksa Allah Teala Vahid’ül Vücud’tur ve asla cüzlere bölünemez el-Ahad’tir. Ve fakat O sonluk halinden beridir; el-Alim’dir, el-Kuddüs’tür.

Öyleyse zaman ve ilim gibi kavramlar çerçevesinde sıfatlarını zahir kılan yüce Allah belirtildiği gibi ‘her şeye –yaratılışının- hakkını verensonra da doğru istikamete iletendir.’(45:55)

Üstelik varoluş salt Allah’ın kendinde müşahede ettiği manaların tezahüründen ibarettir. Şeyh’ül Ekber burada der ki: “Varoluş içinde Allah’ın isimlerinden başka bir şey yoktur.” Elbette hevasına göre konuşmuyor. Bunun delili ona göre şu ayettir: ‘Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız.’ (43:15) her isim birbirine olan zıtlık ve yakınlıklarıyla birleşerek manaları ve yani terkipleri oluşturur; Allah’ın sayısız ismi vardır ve bu yüzden bu sayısız nitelikler sayesinde sayısız varoluş formu vardır: bu nedenle Abd’ül Halim olan Abd’ül Kerim olan ile aynı değildir denmiştir. Kamil Şeyh; Halim olan Allah, muhakkak aynı zaman da Kerim’dir ama bu ikisi aynı şey değil bilakis farklı olgulardır.

Öyleyse anla ki; bu terkipte Allah kendini o olguda hangi nitelikle zuhur ediyorsa o isim o şeyin rabbidir. Nitekim yeryüzünde Allah’ın halifesi olanlar bütün isimleri beraberce kendisinde zuhur ettikleridir. Adem böylece –bir halife olarak- melekler karşısında Allah’ın emri ile eşyanın isimlerini haber vermiştir. (87:33) şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla değerlendiren el-Basir’dir. İbn Arabi şöyle diyor: “Demek ki insan Hakk Teala’nın isimleriyle ve o isimlerin karşılıklarıyla zuhur etmiştir.” Böylece insan kendindeki hakikati fark ederek kendini tanımış ve böylece de rabbini tanımıştır.

 

1.6.            Kulun tenzih hakkının da olmaması:

 

Hamd gibi tenzih de kulun haddine değildir. O kendisini tenzih ederek tespih eder ve yine hamd kendisinden kendisinedir.

Çünkü müşahede o’na aittir, alim de malum da O’dur. İş böyleyken malum, alimi nasıl bilir? Akıl hiçbir şeyi hakkıyla bilemez, hele ki Allah’ın Zat’ını biliş söz konusu olamaz çünkü O Sübhan’ül Kebir’dir: Tüm övgülere layık olsa da methedenlerin övgüsünden aşkındır. O el-Ali’dir, el-Azim’dir ve el-Mütekebbir’dir. Öyleyse sen nasıl dersin ben hamd ettim? Kul işte bu cehaleti nedeniyle –Allah hakkında cehil esastır- ilmiyle her şeyi kuşatan el-Alim ve el-Vasi olan Allah’a dönük tüm övgü, hamd, tenzihatı sahibine bırakarak sadece teşbihen onun hamdini kendine kılar.

 

1.7.            Rab, kul ve mükellefiyet meselesi:

 

Rab haktır, kul haktır;

Bir bilsem mükellef kim?

Kuldur desm, kul fani

Rabbtır desem, O nasıl olur mükellef?

evvela kulun hakk oluşu sabittir; ki kul da yaratılmışlardan olarak O’nun tarafından hakkıyla yaratılmıştır. Şöyle ki Allah’ın delilleri O’nun hakk olduğunun anlaşılmasılmasına yöneliktir: ‘…afakta ve enfüste onlara ayetlerimizi göstereceğiz ki O’nun hakk olduğu onlar için iyice belli olsun’ (61:53) buna yönelik olarak Şeyh ilerde açıklamasına devam ediyor: “Kendimizi ve rabbimizi tanıyalım diye Allah’ın bizim için hazırladı delillerle ve ayetlerle ben Allah’ı tanıdım der insan, bu deliller ve bu ayetler bizim için O’nun hakk olduğu iyice ortaya çıksın, açıkça belli olsun diye ufuklara ve kendi nefslerimize yerleştirilmiştir. Bizim de tecelliden kastettiğimiz budur.”

Anlaşılmıştır ki İbn Arabi kulun hakk oluşunun hakikatini kendi nefsinde ve afakta aramasının manasını açmıştır; Allah her halde kulun hakikatinde tecelli ederk kendisinin Hakk oluşuna bunu delil gösteriyor ve bu tecelli ile varolan kul el-Hakk sıfatıyla alemde hükmeder ki bu şereflilik addedilen bir sınamadır. Konu kendini tanıma meselesidir ki marifetin konusudur.

Yine de şunlar eklenebilir: Varoluşa ait her şey, tüm hadisat Rahman’ın nefesinin zuhuru olan Ama’dan yaratılmıştır ki bu Ama kendisiyle her şeyin yaratıldığı Hakk’tır. Şeyh der ki:”Çünkü O (Hakk), nefesin varlığıdır. Nefes ise teneffüs eden Varlık’ta batın halindedir, gizlidir.”

Öyleyse kimdir mükellef? Bu sorunun cevabı şu ayettedir: “…Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Rasulüm! (Oku) Attığın zaman da sen atmadın fakat Allah attı…”(88:17) Allah her an müşahedededir; Alim, malum, ilim ayrımı izafidir. O, hamdin yalnız kendisine mahsus olduğudur. Bu hükme ise şuradan varıyoruz; Hakk Teala’nın vücud olarak eşyanın sıfatı olmadığı gerçeğinden yola çıkarsak  O‘nun sonsuz varlık oluşu kabulü gerekir ki bu da O’nun haricinde ve dahilinde bir şeyin varlığını imkansız kılar. –Sonsuzun nitelik yönünden tefekkürü bu neticeyi doğurur.- O’ndan gayri Vücud sahibi yoktur: Öyleyse fail de fiil de Hakk’ın kendisidir?

İkinci bir perspektiften bakıldığında rabbin hakikatı kul üzere Zat’ın kendince bilişidir: Yani Zat-ı Teala’nın kul üzerinden kendisine bakması, kendisini bilmesi rububiyet mertebesini izhar eder. İmkansız olsa da Allah’ın hiçbir şey yaratmadığı farz-ı misal kabul edilirse kulluk olamayacağı için Allahu Teala’nın rablık, rububiyet vasfı da bilfiil oluşmazdı, ortaya çıkmazdı. Çünkü O, alemlerin rabbi olan Allah’tır ki bu ifade en azından bir tek alem için bile geçerlidir. O halde ‘ben gizli bir hazineydim’ kudsi hadisindeki derinliğe bir bak!

Böylece rabbin hakikatinin kul üzre Zat’ın kendince bilişi olduğu açıklanmış oldu.

Kulun hakikati ise rab içre Zat’ın kendince bilişidir. Kulun gözüyle rububiyeti müşahede ederek kendini bilen Zat burada rububiyet hükümleriyle kulun fiillerine tecelli ederek kesret mertebesini izhar eder: ki bunun anlamı yukarıda zikredilen ‘fail de fiil de Hakk’tır’ sözünün de dayanağı olan aynı ayettir. (88:17) Ve bu durum Kamil Şeyh’in mükellefiyetin esas sahibini aradığını ortaya çıkarır… ah keşke bir bilsem mükellef kim?

Değil mi ki “kuldur desem; kul ölümlüdür.”

Şüphesiz ki her türlü noksanlıktan, değerlendirmeden münezzeh olan Sübhan Hu, gerçek ve tek olan El-Alim’dir. Teklif, bilen Zat tarafından yani el-Alim olan Allah tarafından bilinen mevcudata yani kula yapıldı diye kabul edilirse hata olur; çünkü mevcudat ve yani abidiyet makamı el-Evvel, el-Ahir ve el-Baki olanın teklifine uyamaz. Çünkü fani ve geçici bir surettir kul!

“Rab mükellef desem; o nasıl mükellef olur?”

Olmaz, olamaz. O’nun mükellefiyeti düşünülemez. Şu netice ne kadar masum bir gözle seyredilirse o kadar pür-i pak olur: Batıni manada mükellef yoktur, mükellefiyet zahiridir. Çünkü şeriatte teklik vardır ve her akıl şeriat için mükelleftir. Şu halde sırrını muhakkiklerin ‘said-şaki’ ayrımında temellendirdikleri (şeriat üstü) düzlemde mükellefiyetin yerini mukadderat alır ve teklif, takdire dönüktür ki tüm mevcudat bu takdire tabi olarak teklife mukabele edip uygulama hükmünde sabit bir haldedir. Ki bu şüphesiz hikmetle hükmeden el-Haki olan Allahu Teala’nın takdiridir. O’nu değerlendirmelerden tenzih ederim.

O halde Zat’ın teklif olarak açığa çıkan iradesi mevcudatın mükellef olarak varoluşunda böylece tezhür eder: “…ben cinleri ve insanları yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım…” (67:56), “…yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım bekleriz…”(5:5)

Mükellef olan cin ve insan taifesi bu ayetlere tabidir, meleklerse malum ‘…rabbin katındakiler hiç durmadan gece gündüz O’nu tesbih ederler…’ (61:38) eşya hakkındaysa insanlar duymasa da durmaksızın Allah’ı tesbih edişleri / sübhaniyetin aralıksız açığa çıkışı sabittir. İrade O’nundur ve mürid de O’dur, o halde Şeyh ne güzel söylemiş; “itaat edenin de itaat edilenin de O olduğunu bilen bir kimsenin hamd edişiyle O’na hamd ederim.” Ve rabbin iradesi olan teklife, mükellef olanın mukadderatı böylece anlatılmış oldu. Ayette de denildiği gibi ‘sen isteyemezsin, Allah ister.’ Ve nihayetinde ‘…Allah dilediğini hidayete erdirir, hidayete erecek olanları en iyi bilecek olan O’dur…’(49:56)

Takdir ve hüküm O’na aittir; O el-Kadir ve el-Hakim’dir.

 

1.8.            Mabud isminin mükellefiyetle zuhuru:

 

Mabud, kulun kulluğuyla tabi olduğu kudrettir ki O, Allah’tan başkası için mümkün olmayan uluhiyet mertebesidir. O halde mabud, yaratıcı rab olan, değerlendirmelerden münezzeh, kendisinden gayrısı bulunmayan ve Sübhan olan Allah’tır. Bu nedenle “la havle ve la kuvvete illa billah” denmiştir. Ki O’nun tanımlamalarının ve lisanda kullanılan işaretlerin haricinde O’ndan başka bu mertebeye layık olan yoktur. O mertebe ki Zat’ına aittir ve Zat’ının bilinmesi muhaldir, imkan dışıdır.

Öyleyse O, her şeyin kendisine fark ederek ya da etmeyerek kulluk ettiğidir. Ki zaten eşyanın yaradılış gayesi; O’nun iradesine bağlı teklifi her fiilde mükellefiyetin nedeni olan kulluğun ifasıdır. Öyleyse kendisine kulluk edilen, kulluğu edenlerle varlığını kendince bilmiş olur. Bu ise mükellefiyetin zuhurudur.

Böylece mabud oluşunun da nasıl zuhur ettiği anlatılmıştır.

 

Ve ma tevfiki illa billah.

 

Es’Semavi                                                                                                 Mayıs 2005

 

Not: Bu yazı, Şeyh’ül Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin “Fütuhat-ı Mekkiyye” adlı eserinin çok az bir kısmının üzerinde yapılmış bir incelemeden ibarettir.