FÜTUHAT-I
MEKKİYE’YE ŞERH: RAB ve KUL
B’ismillahir’Rahmanir’Rahiym
Hamd ancak alemlerin rabbi olan Allah’a özgüdür.
Bizimse duamız O’nun yüce rasulü, nebisi ve habibi
olan Muhammed’e ve onun bu sevgiyi paylaştığı dostlarına ve ashabınadır: Allah cümlesine
selamet, rahmet ve bereket versin. Bizleri de şefaatlerine mahzar etsin.
İş bu yazı büyük üstadın eserine tamamıyla
bir bakış ya da şerh olamaz ve değildir de. Anlaşılacağı üzere sadece bir kısım
noktalar üzerine ilhami bir teveccühün ardından gelen kısa notların derlenmesi olarak değerlendirilebilir:
Varoluşla ilgili hakikat hakkında düşünceler:
1.1.Hadisatın durumu üzerine O’nun kıdemi:
Eşyanın yokluktan ve yokluğun yokluğundan
var edilmesi Allah’a ait. O, yokluğu yani kendinin (Vacib’ül Vücud) zıddı olan yokluğu (namümkün
ademi) de yaratandır ve bu yokluk halinden el-Evvel olarak her şeyi var edip yaratan O’dur. Ancak bu yaratma
kendi zorunlu varlığının dışında değildir çünkü olması zorunlu olan olarak O
sonsuzdur ve sonsuzun dışında bir varoluş onu sınırlayacağı için muhaldir ve fakat
bu yaratma zorunlu varlığın içinde de değildir çünkü O Mutlak Varlık olan Allah’tır; onun
varlığı haricinde bir varlık biçimi olamaz, sadece O’nun kendi varlığından verdikleri
ile kaim kalanlar yani hadisat vardır ve hadisat da (mevcudat) asla Vücud ile aynı olamayacağı gibi mümkünden
(olabilirlikten) öte bir şey değildir.
Bu nedenle sahibi
olan ve zıddı mevcut-izafi kabul edilen ve yokluğu da biçimlendirerek mümkünü yaratan Vücud’un kendisi,
Zat’ıdır. Varoluş ise Varlık’ın kendinde olan kıdemin zıddı olarak yokluğun
kendinde olan faniliğin yokluk halidir –ki bu nedenle varoluş Varlık’ın içinde de değildir
dedik çünkü hadisat yokluğun içinde nurlanandır.-
Yokluk zulmettir, karanlıktır ve Varlık ışıktır,
nurdur ve yokluğun karanlığında aydınlananlar hadisattan ibarettir ve hadisat Vücud’un kıdemine
izafen –O’nun varlığı ile kaimdir- var kabul edilebilir. Çünkü bir tahakkuk söz konusudur. Bu sınır
kaim ile Kayyum’u birbirinden ayıran ve her şekilde tezahür eden Varlık ile yokluğun izafi haddidir.
Hadisatın kadim oluşu hiçbir şekilde anlamlı
değildir çünkü hiçbir şey kendi kendisine varolamayacağı için, gölge ışıkla varolacağı
için O’nun kıdemi ayan beyandır.
1.2.
Hadisatın varoluşunun kelamullah
üzre teveccühü:
Şeyh’ül Ekber diyor ki: ”Allah onların
varoluşunu kendi sözlerinin teveccühü üzre oturtmuştur.”
Zaten konu ilerde 20. babta harf ilmine dair bahiste açılıyor
ve Şeyh ‘nefes’ten bahsediyor.
Bu nefes şüphesiz harfleri oluşturur ve ‘harfler
orada birleşirse o zaman manalardaki hissi hayat zuhur eder, işte ilahi hazretten bu alem için ilk zuhur eden şey
budur!’
Bu nedenle Allah bir şeyi yaratmak istediğinde sadece
“Kün” der ve o şey hemen oluverir. Ki zaten vücuda ait ilim, kelimenin yokluğu biçimlendirişidir
ve kelime varoşlun ilkesidir. Zaten kelime ile hadisatın varoluşu kaim oluyor ve bu ilme dayanıyor.
1.3.
Allah’ın zahir ve batın
oluşu:
O’nun varlığının kendisi tarafından
bilinmesi, tüm varoluşun -ilmi surette- zuhur edişidir. Varlık tektir ama bu teklik kendisi tarafından
farklı biçimlenişler ve manalara işaret ederek varoluştaki çokluğu yaratır, oysa bilen de bilinen
de bilginin kendisi de O’dur. Fakat hiçbirisi ve hiçbir şey O’nun Zat’ı olmadığı
gibi bu çoğulluğun toplanması, bütünlemesi de O’na işaret etmez çünkü O bundan beridir ve ‘Allah
alemlerden Gani’dir’. O’nun indinde –ki bu sonsuzluktur- evren yoklyktadır, izafen algı
boyutlarınca var kabul edilir. Ki bunlar varoluşta tezahür edenin O olduğunu ortaya koyar. Çünkü tüm varoluş
O’na işaret eder ki O böylece ez-Zahir ismiyle tecelli eder.
Allah’ın batın oluşu ise esasta O’nun
Zat’ı dışında hiçbir şeyin O’nu bilememesi, ilmen ihata edememesidir. Bilen yalnız
kendisidir. Bununsa nedeni şudur: Varlık’ın dışında varlığa bakarak, O’ndaki
manaları seyredecek ikinci bir Varlık yoktur ki bilinebilsin. İnsani yanılgı şuradan çıkar:
Akıl O’nu, mevcudatın sıfatı olarak düşünür. Oysa öyle değildir. Bundan münezzehtir.
Bunun yanı sıra zahir ve batın oluşu basit
anlamları ile de Allah’ın lütfudur: Perdeliler için eşyanın varoluşu bir mana taşımazken
Allah onlar için bu tecellide batındır, gören içinse zahirdir. Bu yönüyle de her iki hal birbirine delalet eder:
nasıl ki gece ile gündüz birbirine delildir Allah’ın zahir ve batın oluşu da birbirine delildir
ve de tam tersi.
1.4.
Allah’ın evvel ve ahir
oluşu:
Yaratılmışlar O’nun el-Evvel ve el-Ahir
esmasına işaret ederler ve bu isimlerin belirginleşmesi onların gözlemiyle mümkündür. Kulun varlığının
varoluşu O’nun evvelliyetini şöyle gösterir: Mevcudat oluşu Vücud ile, mümkün oluşu Vacib iledir;
eşya O’nunla kaimdir, varolagelir. Öyleyse hadisat için ilk (neden) O’dur –ki O evveldir.- ama O kendisi
için hiçbir ilk (neden)’e ihtiyaç duymaz çünkü O hadisatın aksine zaman-mekan kavramlarının da yaratıcısı
olarak onlardan münezzehtir. Yani başlangıçsızdır. Çünkü bu kelime (başlangıç) zamana ya da
mekana işaret eder ama yarattıkları arasında zaman da olduğu için yaratılanlar için başlangıç
gereklidir ve bu gereklilik el-Evvel olan Allah’ın Vacib’ül Vücudiyyetidir.
El-Ahir ismi ise yine doğrudan Allah’ı niteleyemez
sadece kul/eşya/hadisat böyle bir ismin belirginleşmesini sağlar: Nitekim ahir kelimesi ‘son’a
işaret eder, aynı evvelin ilke, başlangıca işaret etmesi gibi.; esasen ahir bir sürenin –zaman
aralığının- sonuna işaret eder yoksa Allah’ın son oluşundan kasıt O’nun
bitmesi değildir. Çünkü O Baki olandır: ‘Her şey helak olucudur; Allah’ın Baki olan vechi
hariç.’ (49:88)
Burada son sadece yaratılmışların tekrar
ilk hallerine yani yokluğa intikalidir: ‘Yemin olsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi teker
teker bize geleceksiniz. Size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız’ (55:94) Bu
dönüş ise Allah ismine değil rububiyetedir. İnsana verilenler arasında zaman değerlendirmesi de vardır
ve o da alınınca bu durum kulun anlayışında Allah’ın el-Ahir oluşuna delalet eder
ki ‘dönüşünüz yalnızca rabbinizedir’ ifadesi buna yöneliktir.
El-Ahir ismi de ez-Zahir ismi gibi salt insani idrakı
kolaylaştırma gayesiyle ortadadır yoksa ne zahir olan eşya O’nunla kıyaslanabilir ne de O’nun
sonu söz konusudur.
Bu durum kulun varoluşunun O’nun el-Evvel ismini,
yok olma ve kaybolma takdirinin de onun el-Ahir ismiyle tespit edilmesidir. O’nun evvel oluşu da ahir oluşu
da –ki bunlar sadece oluştur- kul için söz konusudur. Yoksa O noksanlıktan münezzeh olan Sübhan Hu’dur.
1.5.
Menzillerdeki zıtlık ve
her kul için bir isim olması:
Allah Teala’nın esması denildiği gibi
idrake göre anlam kazanır; nitekim insan için zaman ve zamana tabi oluş acziyeti olmasa idi el-Evvel ve el-Ahir
isimleri meçhul kalırdı ve kul alim ile cahil olmasaydı el-Batın ve ez-Zahir isimleri de meçhul kalırdı.
Bu durum aynı zamanda menzillerdeki zıtlık halidir; O hiç değişmeyen olmasına rağmen evvel
(ilk) olabildiği gibi ahir de olabilmekte, hem zahiren hem batınen olabilmektedir. Bu nedenle Abd’ül Halim
(Halim isminin manasıyla şekillenmiş efal) Abd’ül Kerim (Kerim isminin manasıyla şekillenmiş
efal) değildir. İkisi de farklı manaların terennümüdür ama denildiği gibi bunun nedeni esmanın
‘idrake göre oluşudur.’ Yoksa Allah Teala Vahid’ül Vücud’tur ve asla cüzlere bölünemez el-Ahad’tir.
Ve fakat O sonluk halinden beridir; el-Alim’dir, el-Kuddüs’tür.
Öyleyse zaman ve ilim gibi kavramlar çerçevesinde sıfatlarını
zahir kılan yüce Allah belirtildiği gibi ‘her şeye –yaratılışının- hakkını
verensonra da doğru istikamete iletendir.’(45:55)
Üstelik varoluş salt Allah’ın kendinde müşahede
ettiği manaların tezahüründen ibarettir. Şeyh’ül Ekber burada der ki: “Varoluş içinde Allah’ın
isimlerinden başka bir şey yoktur.” Elbette hevasına göre konuşmuyor. Bunun delili ona göre şu
ayettir: ‘Ey insanlar siz Allah’a muhtaçsınız.’ (43:15) her isim birbirine olan zıtlık
ve yakınlıklarıyla birleşerek manaları ve yani terkipleri oluşturur; Allah’ın sayısız
ismi vardır ve bu yüzden bu sayısız nitelikler sayesinde sayısız varoluş formu vardır:
bu nedenle Abd’ül Halim olan Abd’ül Kerim olan ile aynı değildir denmiştir. Kamil Şeyh; Halim
olan Allah, muhakkak aynı zaman da Kerim’dir ama bu ikisi aynı şey değil bilakis farklı olgulardır.
Öyleyse anla ki; bu terkipte Allah kendini o olguda hangi
nitelikle zuhur ediyorsa o isim o şeyin rabbidir. Nitekim yeryüzünde Allah’ın halifesi olanlar bütün isimleri
beraberce kendisinde zuhur ettikleridir. Adem böylece –bir halife olarak- melekler karşısında Allah’ın
emri ile eşyanın isimlerini haber vermiştir. (87:33) şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla değerlendiren
el-Basir’dir. İbn Arabi şöyle diyor: “Demek ki insan Hakk Teala’nın isimleriyle ve o isimlerin
karşılıklarıyla zuhur etmiştir.” Böylece insan kendindeki hakikati fark ederek kendini tanımış
ve böylece de rabbini tanımıştır.
1.6.
Kulun tenzih hakkının da
olmaması:
Hamd gibi tenzih de kulun haddine değildir. O kendisini
tenzih ederek tespih eder ve yine hamd kendisinden kendisinedir.
Çünkü müşahede o’na aittir, alim de malum da O’dur.
İş böyleyken malum, alimi nasıl bilir? Akıl hiçbir şeyi hakkıyla bilemez, hele ki Allah’ın
Zat’ını biliş söz konusu olamaz çünkü O Sübhan’ül Kebir’dir: Tüm övgülere layık olsa
da methedenlerin övgüsünden aşkındır. O el-Ali’dir, el-Azim’dir ve el-Mütekebbir’dir. Öyleyse
sen nasıl dersin ben hamd ettim? Kul işte bu cehaleti nedeniyle –Allah hakkında cehil esastır- ilmiyle
her şeyi kuşatan el-Alim ve el-Vasi olan Allah’a dönük tüm övgü, hamd, tenzihatı sahibine bırakarak
sadece teşbihen onun hamdini kendine kılar.
1.7.
Rab, kul ve mükellefiyet meselesi:
Rab haktır, kul haktır;
Bir bilsem mükellef kim?
Kuldur desm, kul fani
Rabbtır desem, O nasıl olur mükellef?
…
evvela kulun hakk oluşu sabittir; ki kul da yaratılmışlardan
olarak O’nun tarafından hakkıyla yaratılmıştır. Şöyle ki Allah’ın delilleri
O’nun hakk olduğunun anlaşılmasılmasına yöneliktir: ‘…afakta ve enfüste onlara
ayetlerimizi göstereceğiz ki O’nun hakk olduğu onlar için iyice belli olsun’ (61:53) buna yönelik olarak
Şeyh ilerde açıklamasına devam ediyor: “Kendimizi ve rabbimizi tanıyalım diye Allah’ın
bizim için hazırladı delillerle ve ayetlerle ben Allah’ı tanıdım der insan, bu deliller ve
bu ayetler bizim için O’nun hakk olduğu iyice ortaya çıksın, açıkça belli olsun diye ufuklara ve
kendi nefslerimize yerleştirilmiştir. Bizim de tecelliden kastettiğimiz budur.”
Anlaşılmıştır ki İbn Arabi kulun
hakk oluşunun hakikatini kendi nefsinde ve afakta aramasının manasını açmıştır; Allah
her halde kulun hakikatinde tecelli ederk kendisinin Hakk oluşuna bunu delil gösteriyor ve bu tecelli ile varolan kul
el-Hakk sıfatıyla alemde hükmeder ki bu şereflilik addedilen bir sınamadır. Konu kendini tanıma
meselesidir ki marifetin konusudur.
Yine de şunlar eklenebilir: Varoluşa ait her şey,
tüm hadisat Rahman’ın nefesinin zuhuru olan Ama’dan yaratılmıştır ki bu Ama kendisiyle
her şeyin yaratıldığı Hakk’tır. Şeyh der ki:”Çünkü O (Hakk), nefesin varlığıdır.
Nefes ise teneffüs eden Varlık’ta batın halindedir, gizlidir.”
Öyleyse kimdir mükellef? Bu sorunun cevabı şu ayettedir:
“…Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Rasulüm! (Oku) Attığın zaman da sen atmadın
fakat Allah attı…”(88:17) Allah her an müşahedededir; Alim, malum, ilim ayrımı izafidir. O,
hamdin yalnız kendisine mahsus olduğudur. Bu hükme ise şuradan varıyoruz; Hakk Teala’nın vücud
olarak eşyanın sıfatı olmadığı gerçeğinden yola çıkarsak O‘nun sonsuz varlık oluşu kabulü gerekir ki bu da O’nun haricinde ve dahilinde bir
şeyin varlığını imkansız kılar. –Sonsuzun nitelik yönünden tefekkürü bu neticeyi
doğurur.- O’ndan gayri Vücud sahibi yoktur: Öyleyse fail de fiil de Hakk’ın kendisidir?
İkinci bir perspektiften bakıldığında
rabbin hakikatı kul üzere Zat’ın kendince bilişidir: Yani Zat-ı Teala’nın kul üzerinden
kendisine bakması, kendisini bilmesi rububiyet mertebesini izhar eder. İmkansız olsa da Allah’ın
hiçbir şey yaratmadığı farz-ı misal kabul edilirse kulluk olamayacağı için Allahu Teala’nın
rablık, rububiyet vasfı da bilfiil oluşmazdı, ortaya çıkmazdı. Çünkü O, alemlerin rabbi olan
Allah’tır ki bu ifade en azından bir tek alem için bile geçerlidir. O halde ‘ben gizli bir hazineydim’
kudsi hadisindeki derinliğe bir bak!
Böylece rabbin hakikatinin kul üzre Zat’ın kendince
bilişi olduğu açıklanmış oldu.
Kulun hakikati ise rab içre Zat’ın kendince bilişidir.
Kulun gözüyle rububiyeti müşahede ederek kendini bilen Zat burada rububiyet hükümleriyle kulun fiillerine tecelli ederek
kesret mertebesini izhar eder: ki bunun anlamı yukarıda zikredilen ‘fail de fiil de Hakk’tır’
sözünün de dayanağı olan aynı ayettir. (88:17) Ve bu durum Kamil Şeyh’in mükellefiyetin esas sahibini
aradığını ortaya çıkarır… ah keşke bir bilsem mükellef kim?
Değil mi ki “kuldur desem; kul ölümlüdür.”
Şüphesiz ki her türlü noksanlıktan, değerlendirmeden
münezzeh olan Sübhan Hu, gerçek ve tek olan El-Alim’dir. Teklif, bilen Zat tarafından yani el-Alim olan Allah tarafından
bilinen mevcudata yani kula yapıldı diye kabul edilirse hata olur; çünkü mevcudat ve yani abidiyet makamı el-Evvel,
el-Ahir ve el-Baki olanın teklifine uyamaz. Çünkü fani ve geçici bir surettir kul!
“Rab mükellef desem; o nasıl mükellef olur?”
Olmaz, olamaz. O’nun mükellefiyeti düşünülemez.
Şu netice ne kadar masum bir gözle seyredilirse o kadar pür-i pak olur: Batıni manada mükellef yoktur, mükellefiyet
zahiridir. Çünkü şeriatte teklik vardır ve her akıl şeriat için mükelleftir. Şu halde sırrını
muhakkiklerin ‘said-şaki’ ayrımında temellendirdikleri (şeriat üstü) düzlemde mükellefiyetin
yerini mukadderat alır ve teklif, takdire dönüktür ki tüm mevcudat bu takdire tabi olarak teklife mukabele edip uygulama
hükmünde sabit bir haldedir. Ki bu şüphesiz hikmetle hükmeden el-Haki olan Allahu Teala’nın takdiridir. O’nu
değerlendirmelerden tenzih ederim.
O halde Zat’ın teklif olarak açığa çıkan
iradesi mevcudatın mükellef olarak varoluşunda böylece tezhür eder: “…ben cinleri ve insanları
yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım…” (67:56), “…yalnız sana kulluk eder, yalnız
senden yardım bekleriz…”(5:5)
Mükellef olan cin ve insan taifesi bu ayetlere tabidir, meleklerse
malum ‘…rabbin katındakiler hiç durmadan gece gündüz O’nu tesbih ederler…’ (61:38) eşya
hakkındaysa insanlar duymasa da durmaksızın Allah’ı tesbih edişleri / sübhaniyetin aralıksız
açığa çıkışı sabittir. İrade O’nundur ve mürid de O’dur, o halde Şeyh
ne güzel söylemiş; “itaat edenin de itaat edilenin de O olduğunu bilen bir kimsenin hamd edişiyle O’na
hamd ederim.” Ve rabbin iradesi olan teklife, mükellef olanın mukadderatı böylece anlatılmış
oldu. Ayette de denildiği gibi ‘sen isteyemezsin, Allah ister.’ Ve nihayetinde ‘…Allah dilediğini
hidayete erdirir, hidayete erecek olanları en iyi bilecek olan O’dur…’(49:56)
Takdir ve hüküm O’na aittir; O el-Kadir ve el-Hakim’dir.
1.8.
Mabud isminin mükellefiyetle zuhuru:
Mabud, kulun kulluğuyla tabi olduğu kudrettir ki
O, Allah’tan başkası için mümkün olmayan uluhiyet mertebesidir. O halde mabud, yaratıcı rab olan,
değerlendirmelerden münezzeh, kendisinden gayrısı bulunmayan ve Sübhan olan Allah’tır. Bu nedenle
“la havle ve la kuvvete illa billah” denmiştir. Ki O’nun tanımlamalarının ve lisanda
kullanılan işaretlerin haricinde O’ndan başka bu mertebeye layık olan yoktur. O mertebe ki Zat’ına
aittir ve Zat’ının bilinmesi muhaldir, imkan dışıdır.
Öyleyse O, her şeyin kendisine fark ederek ya da etmeyerek
kulluk ettiğidir. Ki zaten eşyanın yaradılış gayesi; O’nun iradesine bağlı teklifi
her fiilde mükellefiyetin nedeni olan kulluğun ifasıdır. Öyleyse kendisine kulluk edilen, kulluğu edenlerle
varlığını kendince bilmiş olur. Bu ise mükellefiyetin zuhurudur.
Böylece mabud oluşunun da nasıl zuhur ettiği
anlatılmıştır.
Ve ma tevfiki illa billah.
Es’Semavi
Mayıs 2005
Not: Bu yazı, Şeyh’ül Ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin
“Fütuhat-ı Mekkiyye” adlı eserinin çok az bir kısmının üzerinde yapılmış
bir incelemeden ibarettir.