(Önceki sayfanın -Çağlar Öğretisi ve Kozmoloji- devamıdır)
2.Kıyamet Alametleri Kitabı:
Ergun Candan esasen kitabın başlarında kıyamet kavramının
muhtevası ve bunun ezoterik geleneklerce ifadesi hakkında bir çok kabul edilebilir fikirler ortaya koymuştur.
Biz burada kitapta anlatılan her şeyi olumlu olumsuz ele alıp incelemek niyetinde değiliz ancak kitap
içerisinde dikkatimizi çeken bazı detayları ortaya koymayı da kendimizce bir sorumluluk olarak görmekteyiz.
Çünkü; söz konusu kişinin bugüne dek yaptığı
çalışmaları gören, inceleyen onun nereye varmak istediği sonucunu da sağduyu sayesinde görebilir.
Biz ise burada ne bu kişiyi yargılıyoruz ne de kendi fikirlerini açıklamış olmasına karşı
çıkıyoruz. Bunlar bizim işimiz değil ama neticede bir eser ortaya koyan herkes doğal olarak bu eserin
tartışılmasına ve eleştirilmesine de ortam hazırlamış ve bunu arzulamıştır.
Şu halde biz bu eserde İslam’ın yanlış değerlendirmelerine de göz yummak yerine bazı
olumsuz etkileşimlerin oluşmaması için hakikat perspektifinden gördüğümüz hataları dile getirmek
niyetindeyiz.
Bizim gördüklerimiz bunlardır, doğrusunu Allah bilir:
a.İslam’da Kurban Kesimi:
Ergun Candan Profesör Hatemi’nin “(…)İslamiyet’te
Kurban Bayramlarında kurban kesmek dini bir ibadet olarak yoktur…” sözünden hareketle “Kurban Bayramlarında
kurban kesimi Kur’an-ı Kerim’de dini bir ibadet olarak verilmemiştir. Sn. Hatemi de bunu dile getiriyordu.
O halde bunca senedir Kurban Bayramlarında kurban boşuna kesilmiş oluyordu…” (s.157) gibi
bir sonuca ulaşmaktadır.
Elbette Candan’ın bu ifadesini okurken ibadetten
ne anladığını bilemiyoruz ama ileriki sayfada aynı Ergun Candan diyor ki “ibadetlerin tümünün
insanı arındırmak ve sadeleştirmek esaslarına dayalı olduğu ve ibadetin Allah’a kulluk
etmenin bir görünümü olmadığı anlaşılacaktır.” (s.159)
İslam’da kurban kesmek dini bir ibadet olarak yoksa
bile “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kur’an 108:2) ayetinin bir gereği olarak bugüne kadar
kesilmiş kurbanları nasıl “boşuna kesilmiş” diye yaftalayacağız? Bu haddini
aşmış bir ifade değil midir?
Burada bir saptırma vardır; evet İslam’ın
şartları olarak ifade edilen beş uygulama arasında namaz, oruç gibi bir takım ibadetlere işaret
edilmiştir fakat kurban kesme bunların içinde anılmamıştır. Günümüzde de maalesef Hacc dönemi
gibi mühim bir dönem esasen bayrama sebep olan Hacc’dan ziyade bir ayrıntı olan kurbana odaklanarak yanlış
bir biçimde “Kurban Bayramı” diye de anılmaktadır.
Ancak yukarıda Candan’ın yaptığı
ibadet tanımlamasına göre kurban kesimi insan için bir arınma vasıtası değil midir? Her konunun
ezoterik anlamlarını öne çıkarmayı seçerken yazar, burada kurban kesmenin ezoterik anlamından bihabermiş
gibi geçip gitmektedir. Söz konusu kurbanın nefsi temsil ettiğinden hiç bahsetmemektedir. Ezoterik anlamından
evvel kurban kesimi Rasulullah’ın da yaptığı zahiri de bir uygulamadır. Kendisi hadisleri görmezden
gelmek isteyebilir ama Kur’an’ı da mı görmezden gelecektir? Kur’an’ın birkaç yerinde
Allah’ın tavsiyesi üzerine Rasullullah’ın da emri olan bu uygulama –mesela Fetih Suresinde müsmümanlarca
yapılmak istenirken müşriklerin bunu engelleme niyetleri- gayet açık anılmaktadır(48:25.)
Bu engelleme için gayret, günümüzde de yürütülmekte değil
mi? Birileri Kurban Bayramı arefesinde akşam yemeğinde yediği balık ızgaranın başından
kalkıp Müslümanların hayvanları katlettiğinden dem vurmuyor mu? Karısına alacağı kaplan
derisi elbiseyi, kızının makyaj malzemeleri nedeniyle soyu tükenme noktasına gelmesine rağmen katli
devam eden balina ırkını unutarak…
Bize göre yazarın bu tespiti de yukarıdaki “kurbanın
önüne geçme” zihniyetinin bir uzantısıdır. Ezoterik kayıtlar hakkında durmadan konuşan
birinin çıkıp böyle saçma sapan iddiaları cahil biriymiş gibi söylemesinin başka bir izahatı
da yoktur.
b.Kandiller:
Ergun Candan ibadetler konusunu işledikten sonra kutsal
gecelere geçmiş ve “Kur’an-ı Kerim’de Kadir gecesinin dışında adı geçerek
kutsallığından bahsedilen hiçbir gece yoktur” diyerek bu tespitine de Prof. Yaşar Nuri Öztürk’ü
kaynak olarak göstermiştir.
Tespiti doğrudur ama kısmen doğrudur. Kendileri,
alemlere rahmet olarak inmiş olan ve “hevasına göre konuşmaz” diye sıddıkiyeti övülmüş
olan Rasülullah’ın sözlerini ve uygulamalarını Yaşar Nuri beyin sözlerinden daha mühim görseydi
ve araştırsaydı Kur’an’ın sünnetullahın ihyasını yerine getiren Rasul tarafından
hakkıyla okunduğunu bilirdi.
Allah rasulü boş şey konuşamayacağı
gibi boş iş de yapamaz; çünkü onun sünneti Allah’ın sünnetidir.
Dinin yaşatılması sadece ibadet adı altında
toplanmış işlerin yapılması değil; kişisel gelişimden toplumsal örgüye, düşünceden
fiziğe, ilimden amele doğru uzanan bir süreçtir. Her şeyi ibadet değil diye dinden çıkarmaya çalışmak
dini bir örf, töre gibi algılamaktan başka bir yere ulaştırmaz kişiyi.
Bu konuda da başka bir şey yazmaya gerek yok.
c.Namazlar:
Aynı kitapta yine eski bir iddia yeniden ortaya sürülüyor
ve aslında işin tuhaf yanı İslam’a dönük tüm yozlaştırıcı yorumlar Kıyamet
konusuyla falan hiç alakalı şeyler değildir.
Diyor ki yazar; “Kur’an-ı Kerim’de
namazın 5 vakit kılınacağı ile ilgili de açık bir bilgi bulunmamaktadır.”
Dikkat edilirse bu tarz bir üslup her zaman sadece Kur’an’ı
baz almakta, sünnet ve hadisleri ise yok saymaktadır. Bu bir kişisel tercih, yönelim olabilir ama aynı yazar
kitabın başka yerlerinde Rasulullah’ın ifadelerini gerçekliğinden hiçbir şüphe duymadan kendi
görüşlerine delil olarak da kullanabilmektedir. Mesela kıyamet alametleri ve kıyamet hakkında Kur’an’da
fazla açık ifadeler bulamadığı için hemen hadislere sarılmış ve hadis külliyatında
en zayıf hadisler olarak kabul edilen kıyamet hadislerini bir bir öne çıkarmıştır! Bu çelişki
zaten kitabın seviyesini de ortaya koyuyor.
Elbette namaz konusunda da kendisine destek olarak seçtiği
isim yine Yaşar Nuri Öztürk’tür! Ve bu kişinin referans verilen kendi kitabında Rasulullah’ın
öğle ve ikindi namazları ile akşam ve yatsı namazlarının birleştirilerek kılmasını
örnek gösteriyor ama bu tarz birleştirilmelerin “sefer”de olmasından hiç bahsedilmeyerek. Görüldüğü
gibi olay sanki keyfi olarak namazın ertelenebileceği ve gerekirse birleştirilebileceği gibi bir sonuca
ulaşmak için çarpıtılmaktadır. Aynı Rasul’ün yerleşikken hata ile kaçırdıkları
hariç bütün namazları istisnasız zamanında kıldığından, geceleri ayakları şişene
kadar namaz kıldığından, seferlerde devesinin üzerinde sürekli namaz kıldığından,
ağlarken gördüğü ve onun bu üzüntüsüne binaen Ebu Bekr’e “ne oldu sabah namazını mı kaçırdın”
diye sorduğundan hiç bahsetmiyor. Neden bahsetsin; bunların hiçbiri kendi ulaştığı ucube sonuçları
desteklemiyor ki.
Bununla birlikte ibadetlerin simgesel olduğu ve maksadının
“Yüce Özdeşliği” duyumsatmak için dejenere insan çağında gereklilik arz ettiğini söylemiştik.
Namazın da belli saatlerde bir takım tesirlerden faydalanmak suretiyle nasıl bir nimet olduğu da açıktır.
Üstelik her saatin kendine has farklı tesirleri olduğu da –mesela astrolojik tesirlerin günlük döngü içerisinde
farklılaştığı da- bir gerçek iken insanları neden bir makine gibi değerlendirip Kur’an’dan
kendi anladıklarıyla sınırlandırmaya çalışılmaktadır?
Kur’an’dan okuduğun ve anladığın
kadarını İslam adı altında insanlara empoze etmeye kalkmak doğru mudur? Ya senin anlamadığın
şeyler varsa, ki rasul değilsen anlamadığın şeyler muhakkak vardır…
Tekrar ediyorum: Altın Çağ insanı dediğimiz
gibi sürekli rabbiyle irtibat halinde yaşıyordu ama kozmik döngü gereği insan bu vasfını kaybetti,
bu irtibatı sağlaması için yeme içmeden, davranışlarına, düşünmesinden ahlakına, sözlerinden
ibadetine her şey zamanla artan bir biçimde sınırlanmak zorunda kaldı. Çünkü kemalat kaybedildi ve gelen
şeriatlar da bu kemalatın ikmali adına bir takım kanunlarla geldiler.
Mesela Musa hırsızlığın suç olduğu
bildirerek geldi ve yasakladı ama Adem’e bu söylenmemişti çünkü o ve nesli hırsızlık yap-a-mayacak
kadar eşref-i mahluktular. İsa insanın düşmanlarını da sevmesi emri ile geldi ama bu emir Musa’ya
da Adem’e de gelmemişti çünkü onlar düşmanlarının suretinin gerisinde Hakk’ı görecek
kadar eşref-i mahluktular. Muhammed içki içilmemesi emri ile geldi bu yasak ne İsa şeraitinde ne Musa şeraitinde
ne önceki şeraitlerde ne de Adem’in şeraitinde yoktu…
Bunları bir düşünmek lazım. Neden şeriatlarda
böylesi farklılıklar var ve yasak olduğu söylenenler ile yapılması tavsiye edilen şeylerin sayısı
gittikçe artış göstermiştir. Ne olmuş, “Allah’ın sisteminde değişiklik bulamazsın”
ayetine rağmen Allah sonunda içkinin insana zararlı olduğu kanaatine mi varmış? Yoksa bu zarar ilk
insandan günümüze varmış da insan kemalatını mı kaybetmiş? Bunun kozmik döngü veya çağlar
öğretisiyle alakası nedir? Düşünmek lazım.
Aklı olmayanın dini olmaz. İslam düşünmekle
başlar. Kur’an’dan okunan üç kelimeyi ezberleyerek ne Allah’ın düzenini ne şeriatı anlayabiliriz.
Adem yirmi dört saat namazdaydı ama ben bunu yapamıyorum,
bu nedenle Allah bana acımış da “günün belirli saatlerinde benimle rabıta et” diye bana yol
göstermiş. Rasul bu saatlerde farklı tesirleri müşahede etmiş ve insanlara bu vakitleri tavsiye etmiş.
Daha fazlasını yapmak isteyene de bunların yanında nafile / faydalı namazlar önermiş ve işrak,
duha, evvabin, leyl, teşehhüd gibi vakitler ile tesirlerin yoğunlaştığı -mübarek denilen- gecelerde
fazlasını önermiş. Niye? Rabıta için.
Sen tutup aradan geçen zamanı da hesaba katıp daha
da fazla ne yapılabilir diye araştırmak yerine durmadan namaz sayısını azaltmaya çalışırsan
nasıl bir çelişki içinde kalacağını Allah bilir?
ç.İslam ve Ezoterik Lisan:
Ezoterizm genele hitap eden kaba bir anlayışla söylersek
dinlerin içyüzü, derinliğidir yanı batıni hakikatidir. Mesela İslam’ın özü olan tasavvuf İslam
ezoterizmi diye anılabilir.
Ezoterizmden anlamamız gereken dinin orijinal doğasıdır:
bu da yukarıda zikrettiğimiz “Yüce Özdeşliğe” dayalı rabıtadır. Rabıta
irtibat tesis etmek anlamındadır; yani kişinin Allah ile kurduğu ilişkilerin bütünüdür.
Kişi Allah ile ilişkisini rububiyet kanalıyla
kurar yani Allah o kişiye rabbi olarak hitap eder. Rububiyet yani rablık, kişinin özünü teşkil eden ilahi
niteliklerdir. Bunun anlamı ise; kişiyi ortaya çıkaran Allah ahlakıdır. Adem’e “rabbinden
bazı kelimelerin öğretilmesi” ya da Rasulullah’a gelen ilk hitapta “rabbinin ismiyle oku-ması”
emri bu kişilerin özlerini var eden Allah isimlerinin açığa çıkartılıp yaşanması demektir.
Hatta İbrahim’in güneş ve yıldızlara “rabbim” diyerek yönelmesi ve hakikatte rabbinin
Allah olması da bu konuyla alakalıdır. Biz bu konuyu ayrıca astroloji başlığında vakıf
olduğumuz kadarıyla açtık.
Ezoterizmin maksadı şu halde insanı kendi rabbi
ile irtibatlandırmaktır. Bu da elbette belli bir bilinç seviyesinin altına düşmüş olan toplumda açıkça
dile getirilemezdi ve zaten bir şekilde dışarıya sızan bilgiler de bir çok sapkınlığa
yol açmıştır. Hallac-ı Mansur, Nesimi gibi büyük zatlar bu tür nedenlerden ötürü şehid edilmişlerdir
ve hatta Hz. Ali dahi yukarıda andığımız Talak suresinin on ikinci ayetinin tefsiri hakkında
konuşursa Müslümanların onu katledeceğini dile getirmişlerdir ve başka bir bilinen örnekte de tevhid
ilmi hakkında Rasulullah Ebu Bekr’e ders verirken Hz. Ömer’in içeri girmesiyle konuyu değiştirmeleridir.
Şu halde inisiyasyonun (irşadın) gizlilik içinde olması bundandır.
Ezoterik lisanın Bronz Çağ’da oluştuğunu,
insanların bu çağda inisiyatik merkezlerde hakikat yoluna sokulmaya çalışıldığını
anlattık:Tüm yöntemler gizli olduğu gibi ezoterik lisan da sembolizme dayanır; meselelerin hakikatinin aktarılışında
sembolik ifadelere başvurulur ki herkes kendi ilmi alt yapısına göre bir değerlendirmeye gitsin, böylece
sapkınlık oluşmasın. Veya ikincil bir neden de her devrin şartlarına göre belli bir sembolizm
oluşturup anlatımı evrenselleştirmektir. Yoksa bilinen bir şeyleri insanlardan gizlemek gibi bir
şey söz konusu olamaz ve değildir.
Bu konularda durmadan ezoterizmden bahseden ama ezoterizmin
simgeciliğini bile anlayamamış olan Ergun Candan diyor ki; “Dinler insanlığı aydınlığa
kavuşturmak için gelmişlerdi karanlığa değil… Ancak insanlara açık bilgiler vermek için
de gelmediklerini unutmamak gerekir… yani açıkça anlaşılmaları için değil tam tersine anlaşılmaları
mümkün olduğunca zorlaştırarak gönderilmiş metinlerdir.” (S.169) Elbette kutsal kitapları dünyadaki
yaşamın da kaynağı gördüğü uzaylıların gönderdiğini düşünen birisi böyle konuşacaktır.
Neyse…
Bu gizlilik, nübüvvetle görevli ya da risaletle görevli zatlar
için mümkün olabilir mi? Velayet makamındaki mürşidler neden Allah ilmini O’nun kullarından saklasınlar?
Anlaşılmaz…
d.Kabir Ziyaretleri:
“Oysa kabir ziyaretleri de İslam’da yoktur.”(s.164)
Bu ifade de malum olduğu üzre aynı yazara aittir. Bunun kendince delilini ise Suudi Arabistan’da son yüz yıldaki
uygulamada aramaktır. Arabistan’da mezar ziyareti değil mezarın kendisi bile yokmuş!
Evet S. Arabistan’da maalesef bir süre önce ortaya çıkan
bir zihniyet tüm kabirleri tarumar etmiş ve belirsiz hale getirmişlerdir. Bu grubun yani “Vehhabi” diye
anılan grubun bir uygulaması olup İslam’la alakası yoktur. Kendilerince dinin bireylere dayalı
olamayacağı gerçeğinden hareketler nice insanın ve tabi evliyanın kabrini yok etmişlerdir.
Oysaki Rasulullah ölümü tefekkür maksadıyla kabir ziyaretlerini
tavsiye etmiştir. Elbette ölen kişi artık orada değildir, boyut değiştirmiş ruhen kabir
alemine göçmüştür ama kabristanlar ölümün bir temsili, sembolüdür. İktidar uğruna üç beş kan dökücünün
töresini İslam diye anlamanın sonucu da budur elbette.
İslam Allah indindeki dinin, düzenin adıdır.
Allah’ın kelamı olan Kur’an ve Rasulü haricinde ayrıca dayanak aramak veya İslam’ı
çerçevelemek ise en büyük bir hatadır. Elbette kitabı hakkıyla okuyan ve Rasul’ün sözlerini kendi şartları
içerisinde değerlendiren alim ve veli zatlar dikkate alınmalıdır ama hiçbir şey Allah ve Rasul’ünün
ifadelerinin dışında değerlendirilemez.
On bin yıllık sözleri değerlendirirken üç yüz
yıl sonra kaydedilmiş hadisleri inkar etmek böyle tuhaf bir noktaya ulaştırır insanı elbette.
e.Kur’an:
Ergun Candan Kur’an hakkında da birkaç kelam etmekten
geri kalmamış: önce Yaşar Nuri Öztürk’ün Türkçe ibadet anlayışına dayanarak Kur’an’ın
Arapça okunmasını tuhaf bir şey gibi değerlendirmiş ve bunun doğal sonucu olarak da “Kur’an-ı
Kerim Arap toplumuna indirilmiş bir dindir. Tüm dünyaya değil… Onu tüm dünyaya indirilmiş bir din gibi
göstermek kadar yanlış bir kabullenme olamaz…”(s.169) neticesine ulaşmıştır.
Bu artık insanı hem güldürecek hem düşündürecek
boyutta bir durumdur. Güldüm çünkü ciddiye alınacak bir şey yoktu, düşündüğüm ise bu tarz yayınların
cahil insanlara ulaşmasıydı. Zaten bana bu yazıyı kalem alma düşüncesi de bu sabuklamayı
görünce geldi.
Aslında bu kişiye bu konuda bir cevaplama yazmaya
gerek bile yok çünkü arka sayfada baklayı dilinin altından çıkarıyor: “Altın Çağ’da
dinlere pratik olarak gereksinim duyulmayacak…” (170)
f.Yaradılış:
Yazar bir takım delillerle evrim teorisini reddettikten
sonra yaradılışı ele alıyor ve ilginç bir sonuca ulaşıyor: “…kendilerinin de
anlayamadıkları soyut bir yaratıcı tarafından bunların yaratılmış olduğu
ön kabulüne bu inançlarını dayandırmaya çalışıyorlar… oysaki bu tartışmaların
gerçeği son derece basit ve sadedir. Ruhsal İdare Mekanizması’nın
kontrolü altında olmak üzere, Gelişmiş Evrensel ‘Galaktik Uygarlıklar’ tarafından,
şu anda dünya üzerindeki tüm canlı bedenleri, kozmik laboratuarlarda ayrı ayrı meydana getirilmiş
ve Dünya Üzerine bırakılmışlardır… ” (s.183) yani lafı uzaylılara bağlamaktı
niyet!
Ayrıca kendisi bahsettiği Ruhsal İdare Mekanizması’nın
tebliğlerini “artık Kur’an’ın hükmü kalkmıştır” diyen ve ilerde vahiy
olarak adlandırdığı kitaplardan edinmektedir.
Bu konuya ise girmeye bizim hiç niyetimiz yok. Sadece bu şahsın
yaradılış efsanesini görün diye aktardım.
g.Reenkarnasyon:
“…ortaya
çıkacak bilgilerin başında tekrardoğuş gelecek ve insan sadece bu yaşamıyla değil,
geçmiş ve gelecek tüm yaşamlarından sorumlu bir varlık olduğunu idrak edecektir.” (s.188)
Yazarın bir başka iddiasıyla karşı
karşıyayız; reenkarnasyon. Bu elbette bu zata ait bir fikir değildir, binlerce yıllık bir inançtır.
Ancak bize göre tüm inanç, değer ve ilimlerin yozlaşması
gibi reenkarnasyon inancı da olabildiğine yozlaşmış ve bugünkü halini almıştır.
Reenkarnasyon bilindiği gibi uzakdoğunun samsara
inancı içerisinde doğmuş, birimlerin yok olduktan sonra tekamülü ölçüsünde yeniden varolarak geçmişte
ulaştığı netice doğrultusunda yeni bir hayata başlaması inancıdır.
Elbette öldükten sonra tekrar bedenlenme diye sunulan bir
reenkarnasyon inancı İslam ile örtüşemez. Bu konuda çeşitli ayetler mahşerde insanın tekrar
dünyaya dönüp iyi işler yapmak isteyeceğini ama bunun imkansız olduğu konusu işlemektedir.
Ama söz konusu yozlaşmayı ele alırsak; ezoterik
sembollerin aynen kelime anlamları ile dile getirilmesi ve kabul edilmesi bu yozlaşmanın bir etkenidir. Ezoterizmde
aktarılan tüm uygulama ve ifadeler yalnızca hakikatin sembolik birer temsilidir ama yozlaşmış insan
bu değerleri kelime anlamlarıyla veya zahiri şekilleriyle ele almış olduğu için hakikati de
sadece bu zahiri biçimlerden ibaret sanmıştır.
Reenkarnasyon da bizce bu zahiri anlayışın,
daha doğrusu anlayış kıtlığının bir ürünü olarak bugünkü manaya büründürülmüştür.
Daha evvel çeşitli yazılarımızda bahsettiğimiz gibi bütün sahih gelenekler arasında muazzam
bir mütekabiliyet söz konusudur ve bizce (bu fikir de bize aittir kimseyi bağlamaz) reenkarnasyonun İslam geleneğinde
de bir karşılığı, tekabülü mevcuttur. Ancak şunu hemen tekrar edelim bahsettiğimiz mütekabiliyet
kesinlikle bugünkü yozlaşmış reenkarnasyon inancı değildir.
Bilindiği gibi “O her gün (yevm) bir şe’ndedir”(55:29)
ayeti Allah’ın her an yeni bir yaratım da, yeni bir tecellide oluşuna işaret eder ve bugün bilimsel
olarak evrenin her an yok olup cevherinde kayıtlı hafıza ile yeniden hemen varolduğu gerçeği ortaya
çıkmıştır. Bu el-Basit ve el-Kabz isimlerinin birer tecellisinden ötürüdür. Yani durmadan devam eden bir
akış değil sürekli yenilenen bir varoluş söz konusudur. Bu elbette insan için de geçerlidir: İnsan
da her an yeni bir varoluş olarak yeniden yaratılmaktadır. Bu nedenle tövbe sistemi vardır; kişi
geçmiş kayıtlarından kendini kurtarıp olumlu bir seyre dalarsa günahlarının affedileceği
müjdelenmiştir. Bu samsara inancının bugünkü anlamıdır, samsara kapısı tövbe kapısıdır.
Elbette bu da sistemsel bir şeydir, birilerinin gelip kişinin amel defterini karalayıp silmesi söz konusu değildir.
Ki zaten insanın algı olarak şimdiki zaman dışında bir algısı yoktur.
Esasen reenkarnasyon da bu sisteme dayalı olarak birimin
gerçekte sadece şimdi de varolduğu ve şimdisinin geçmişteki fiillerinin bir neticesi olduğunu ve
hatta geleceğinin de şimdi yapmakta olduklarının bir neticesi olacağını açıklamaktadır.
Bu elbette sembolik olarak geçmiş hayatlar diye isimlendirilmiştir.
Nitekim insan belli dönüm noktalarından geçtikten sonra
“eski hayatım” “geçmiş hayatım” gibi ifadeler kullanır. Öyle ki evvelde tüm inisiyatik
örgütler gibi İslam tarikatlarında da Şeyh’e intisap eden talibe yeni bir isim verilirdi, yeni hayatını
sembolize etmesi için.
Dikkat edin:
“Herhalde çekecekleri sırf kendi yaptıklarının
karşılığıdır” (7:147), “Rabbin onlara yaptıklarının karşılığını
mutlaka ödeyecektir” (11:111) gibi ayetler kişiye kendi fiillerinin neticesinden başka bir neticenin ulaşmayacağını
anlatmaktadır.
Bu sistem yalnızca mahşeri değil bu dünyayı
da kapsamaktadır:
“O zayıf düşürülenler de büyüklük taslayanlara:
‘Hayır işiniz gece gündüz dolap (çevirmekti) ; çünkü sizler, bizlere hep Allah'a küfretmemizi ve ona eşler
koşmamızı emrediyordunuz’ derler ve böyle atışırlarken, azabı gördükleri zaman, içlerinden
pişmanlık duymaktadırlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına tomrukları geçirmişizdir de
yalnızca yaptıklarının cezasını çekiyorlardır”(34:33) ayetine dikkat edilirse küfredenler
daha şimdiden bunun karşılığını almış ve pişmanlıktan azap duymaya
dünyadayken başlamışlardır.
Çünkü Allah Seri’ül Hisab yani ‘hesabı anında,
hızlıca görendir.’
Zaten bu konularda anlaşılmayan bir kavram da ahiret
kavramıdır. Ahiret sonraki demektir. Bu dünya yaşamının sonrası elbette mahşerdir ama bunu
daha alt boyutlarıyla düşünürsek de bu ömrün ahiretinin mahşer sonrası cennet-cehennem hayatı olduğu
gibi bu yılın ahireti gelecek yıl, bu ayın ki gelecek ay, bu gününki yarın, bu anınki de sonraki
andır. Yani anlık yok oluşu müteakip yeniden varolacağımız an.
Dikkat edin: Allah el-Baki’dir ve el-Ahir’dir.
İnsan da öldükten sonra bir daha yok olmayacak bir şekilde ahiret hayatına devam edecek diyorsak, bu Baki olanın
Allah olduğu inancında nasıl bir manaya çıkar? Sonsuzca varolacak olan Allah’tır derken insan
ahirette sonsuza kadar varolacaktır demek bir çelişki değil midir?
Şu halde insanın ve dahi her şeyin bu dünya
da olduğu gibi ahirette de sürekli olarak yok olup sonra tekrar varolacağı gerçeği ortadadır. Bu
varoluşun bir yasasıdır. Hiç yok olmadan hep olacak olan yani Baki olansa sadece Allah’tır, çünkü
Allah alemlerden beri ve Gani’dir. O vacib’ül vücud’tur, varoluş ise mümkün’ül vücud’tur.
Ama bu yok olup yeniden varolma bulunduğu boyutta olmaktadır;
küçük kıyamet olan ölüm, büyük kıyamet olan galaktik kıyamet ise boyut değiştirmedir. Kişinin
enkarne oluşu hep kendi boyutunda ve süreklidir. Ama boyutlararasında böyle bir enkarnasyon söz konusu olamaz.
Öyleyse reenkarnasyonun olduğu ama çağımıza
yozlaşmış bir şekilde ulaştığı açıklanmıştır. Doğrusunu Allah
bilir.
h.Sonuç:
Belli bir sonuçtan bahsetmeyeceğim ancak şu noktaya
işaret etmek istiyorum: Günümüzde vahdeti düşüncenin hayli yaygınlaşmasının sebebi dediğimiz
gibi Kova Burcunun dünya üzerindeki ya direk tesirleri ya da öncü tesirleridir.
İlmin iki sembolü vardır: Işık ve Su.
Birincisi yani Işık, ilmin yayılışının ve tahakkukunun sembolü, su ise ilmin belli etkenlerin
kontrolü altında olmasının simgesidir.
Işıkla sembolize edilen ilim Allah’ın
yaratışındaki ve her an tecelli eden nurdur. Kur’an’da bu manasıyla ilim hep nur ile sembolize
edilmiştir (bknz:4:174, 5:15, 5:44, 5:46, 6:91, 7:157, 39:69, 42:53 ve Nur Suresinin tamamı) ve hatta Tevrat’ta
yaratılış emri “fiat lüx” (ışık olsun) ve “Allah karanlığa nurundan
saçtı, kime ulaştıysa hidayete erdi” hadisi dahi bu meseleye delalet eder. Bu Allah’ın bilmesinin
yaratması demek olduğuyla aynıdır. Bilmek ve olmak arasındaki derin irtibat hakkında da “Hakikat
ve Kavranışı” adlı yazımızda bulabilirsiniz. (https://morates.tripod.com/id65.html)
Su sembolizmi ise denildiği gibi ilmin belli etkenlerinin
kontrol edilmesinin gerekliliğidir. Yani su nasıl girdiği cismin şeklini alır, ilim de aynı
şekilde aklın ilmi alt yapısına göre şekil alır. Bu tür bilgileri aktarmayı gerekli bulmuyoruz
aslında ama sonuç itibariyle aktarmamız gerekiyor çünkü Kova Buruna döneceğim.
Suyun bu özelliği ile Kur’an’daki su ifadeleri
değerlendirilebilir ve hatta şunu da söylemeliyim ki ilmin kontrol edilememesi sonucunda boğulma dediğimiz
hal dahi bununla ilgilidir. Aziz Mahmud Hüdai’nin duasını bir de bu bildirimle beraber düşünün! Ve tabi
insanın yaratıldığı unsurlardan birisi sudur!
Anlaşılacağı üzere yaklaşmakta olan
bilinç sıçraması Su ile sembolize edilen bir ilme, bilince dayanır. Kontrolün zorlaştığı,
boğulmaların yaşandığı ve zahirde ve batında gelecek olan sel baskınlarının
–tufanın- habercisi olan bir ilim…
Kimlerin bu ilimde boğulduğu ise Bakara Suresi 50.
ayette anlatılan Firavun’un suda boğuluşu meselinde gizlidir aslında ve tabi Nuh tufanı mesellerinde.
Firavun’un temsil ettiği nokta nedir? Düşünmek lazım.
Bahsettiğimiz gibi bu etkiler yüzyıl başından
itibaren artarak devam etmektedirler. Nitekim spirtüalist akımların popülerleşmesi, ezoterik öğretilerle
ilgili araştırma ve yayınların yaygınlaşması, her yeri para karşılığı
yaptıkları için ifşa olan sahte yoga-meditasyon simsarlarının sarması ve insanların bunları
öğrenmek için çabalamaları… işte bunlar oluşmakta olan teklik bilincinin (vahdaniyet şuurunun)
basit yansımalarıdır ve maalesef yanlış yönlendirmeler sebebiyle mevcut ilim girdiği sapkın
kapların şeklini almaktadır. Ahadiyet dışlanmıştır! Bu tür fikriyatın mevcut
veriler ışığında kesinlikle mutedil, sahih olmadıklarını düşünüyorum, hepsi heteredoks
ve sapkındırlar. Elbette bence böyledir.
Türkiye’de de bazı dernekler ve yayınevleri
bu işlerin öncülüğünü yapmakta ve “ahir zamanda cinlerin kendini belli edecek olmaları” hakkındaki
hadis-i şerife rağmen bu teklik şuurunu onların kullanımına bırakıp medyom adı
altındaki cinni kişilerin yaptıkları tebliğlere aracılık etmektedir.
Bu tebliğler daha evvel Ahmed Hulusi’nin ifşa
ettiği “Altın Çağ Bilgi Kitabı” ve onun bahsetmediği, çok fazla bilinmeyen “Sadıklar
Planı” gibi kitaplarla insanlara pazarlanmaktadır. Nitekim Ergun Candan da kitabında Sadıklar Planı’nı
“Orijinal Celse Zabıtları” adıyla kaynak olarak göstermekte ve Türkiye’de bu tür faaliyetleri
ilk başlatan şahıs diye tanınan Dr.Bedri Ruhselman’ın da doğal olarak adı anılmaktadır.
Zaten Ergun Candan bu yayınların vahiy olduğuna
kanidir; “…açık bilgileri kapsayan tebligatın (vahyin) şu anda dünyaya aktarılmış
olduğu da anlaşılır.” (s.236) (Vahiy kelimesi yazara aittir.)
Bunları aktarmak, eleştirmek ve okuyanları
uyarmak ise kendimizde gördüğümüz bir hak ve sorumluluktur, çirkin fiillere buğzetmekten ziyade ulaşabildiğimiz
üç beş insanla bunları paylaşmak ve böylece kendimizce müdahale etmek inancımızın bir gereğidir.
Okuyuculardan da bu tür ifşaatları olduğu takdirde bizlere ulaştırmalarını beklemekteyiz.
…ve ma tevfika illa billah…
Es’Semavi
Eylül 2006