YASA VE ŞERİAT
Bugün toplum geneli tarafından din diye anlaşılan şey aslında şeriattan ibarettir. Yani bir
takım iman kaideleri, belli şartlar altında ifa edilen ritüel ve ayinler ve toplumsal bazı ahlaki değerlendirmelerle
bunlara yön veren bireysel erdem ya da faziletler bir araya getirilip din olarak adlandırılmaktadır. Bu yalnızca
bizim cemiyetimize mahsus bir şey de değil; bugün gerek Batı gerekse de Doğu bu inanç ve düşüncededir.
Oysaki din asla sadece şeriat ile sınırlı değildir; şeriat sadece bir din uygulaması olarak
zamanın ve mekânın şartlarına göre başta biçim olmak üzere nicel bazı değişimlere
açık zahiri bazı tespitleri içerir. Elbette burada değişimden kasıt nübüvvet kemalatınca gerçekleştirilecek
değişimlerdir; içtihat yahut fetvalar kastedilmemekte hele hele reform kesinlikle düşünülmemektedir. Bunlara
ilaveten; zaman ve mekan kavramları da nübüvvetin sahasında değerlendirilir.
Ara ara dile getirdiğimiz gibi dinin uygulamasında mutlaka belli bir düzeyde zahircilik olmak zorundadır; ancak
sorun, zahiri meselelerin dinin tamamı ya da aslı sayılmasıdır. Yüksek bir takım hakikatlerin
kavranması ve kavranamasa bile yine bu hakikatlerin ortaya koymuş olduğu gerçekliklere dönük olarak bir eylemliliğe
geçmek her hangi bir dinin tespitlerine tabi olan mümin için doğal bir yöneliştir. Elbette dinlerin bu latif hakikatlerini
özümsemiş zevat mevcuttur ve bu kişiler elit bir tabaka olarak seçilmiş insanlardır. Nebi, veli, aziz
ya da yogiler buna örnek olarak verilebilir. Bu kişilerin mevcut hakikati kavrayışları da kendi içlerinde
bir hiyerarşi yaratmakta olduğu göz önüne alınırsa aynı hiyerarşinin –tüm varoluşla
beraber- avam için de geçerli olduğu anlaşılır.
Şu halde her bilenin üstünde bir bilen olduğuna göre “perde” diye nitelenen kavrayış düzeyi
bize kavramanın ötesinde algılanamayan da bir takım oluşumları işaret eder: Perdenin ötesini.
Bu hakikatlerin içinde kendi varoluşunu eriterek yok etmek diyebileceğimiz fena, aslında sadece bir uyum konusudur.
Kelimenin gerçek anlamıyla fenafillâh’tan bahsetmek dahi saçmadır esasında.
Fena bir haldir. Varoluşun özümsediği uyum halleri, tedrici fena menzilleridir, bu menziller ise asla ve asla bir
seviye(de) olan Allah anlayışına yönelemez. Allah’ın mutlak ve aşkın varlığı
O’nu varoluşun bir menzili yapamaz ve Allah için bir halden söz edilemez. Ehl-i hakikatin fena dediği ise
sadece el-Baki ismine bir teveccüh manası taşır: ki esmanın bütünü Mutlak Olan’a bir işarettir
sadece, bu yüzden esmanın tamamı da perdedir.
Bu noktada şunu söyleyebiliriz: Dini anlamada ve yaşamada elit hale gelen zatlar bu perdelerden birinin ardına
geçmiş ve oradan kendi menzillerine yönelmişlerdir. Elit tabakanın ardına geçtiği perde ise ez-Zahir
ismidir bize göre. (Ez-Zahir ismine dair bu niteleme bize aittir; yazımız bütünsellik içinde değerlendirildiği
takdirde sunmuş olduğumuz deliller gözlenebilecektir.)
Çünkü Allah cem’en ve kemalen ez-Zahir ismiyle insanda tecelli etmekte ve takdirini insanın basiretinde ortaya
koymaktadır. İnsandan kastımızsa her nefsin kemalatında mevcut olan hazret-i insan yani İnsan-ı
Kamildir. Ki arş hakikatiyle semaya tecelli ederken insan suretidir evrendeki hal. “Allah Adem’i kendi suretinde
yarattı” hadisi bu manayı anlaşılır kılabilir. Kur’an’da bu noktada ilahi
olanın yani Mutlak Aşkın Varlık’ın (Hu) bütün modellemeler dışında Zat’en
Vücut hali arş sembolizmiyle sunulmuştur. Arş sembolizmiyle çok sık olarak ve hata ile karıştırılan
sema ise artık Zat’ın ilmi tecellilerinin arz ettiği ve modelleşmenin başladığı
ilk düzeydir ki bu ilk düzey İnsan-ı Kamil’e işaret eden Ruh-u Azam’dır. (Bunların yanı
sıra Arş’ın hiçbir tecellinin söz konusu olamayacağı Ahadiyet’e ve Beka sıfatı
ile aşkın (transandantal), Sema’nın ise Yüce Özdeşliğin söz konusu olduğu Vahdaniyet ve
fena hali ile içkin bir sembolizme işaret ettiği ayrıca değerlendirilmelidir.)
Allah’ın halife sıfatıyla insanın basiretinde ortaya koyduğu bu takdir tüm yaratışın
da ilkesidir. Anlaşılacaktır ki Allah’ın yaratışı İnsan-ı Kamil vasıtasıyla
gerçekleşmektedir. Çünkü fatır olanın el-Halık, el-Bari, el-Musavvir isimleri de insanla tecelli etmektedir.
Nitekim İnsan-ı Kamil varoluşun bütünü boyutunda Hakikat-i Muhammedi’nin taşıdığı
manadır ki Rasul’e hitaben “biz seni alemlere rahmet olarak irsal etmişizdir” (21:107) ayeti bu
mananın en yüksek derecesini gösterir. Çünkü söz konusu olan rahmet yaratışın kuşatıcısı
ve kaynağıdır. “Rahmetim her şeyi kapsamıştır” (7:156) ayetiyle Ruh-u Azam’ın
tüm mevcudata varlığını veren ilkenin yine rahmet sıfatı olduğu (er-Rahman) ve bunun da
genelde Hakikat-i Muhammediyye özel de ise onun zahiren açığa çıkışı olan Muhammed Musatafa
(s.a.v) olduğu aşikardır. Nitekim “her şeyin Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratıldığını”
dile getiren halk deyişi sadece bu yüksek hakikatin basit bir ifadesidir.
Dediğimiz gibi diğer tüm esma ile birlikte ez-Zahir ismi de bir perdedir: Müşahede aleminde iman sahasından
gelen gölgelerden gayrı bir şey yoktur. Bu gölgelerse bütünüyle Hakk’tır; ne ilk ne son, ne gizli ne
de açık. Kaf ve Nun!
Gölgelerin hakikati Hakk iken onu benliğin bir parçası görmek ise şirktir. Tüm mevcudat varlığın
kokusunu dahi almaksızın yalnız Allah’ın vücud vasfından var edildiği için ve takdir sahibi
olan yalnızca O olduğu için her şey aynı zamanda el-Batın’ın perdesi olmaktadır.
Mevcudatın aslına rücu edip O’na yönelenlerse zahiri manaları gerçek düzeylerinde fark edip batınında
yaşayanlardır (tahakkuk).
Daha evvelde değindiğimiz gibi ibadetlerin ve zikrin zahiren asli bir değeri yoktur. Ancak taşıdığı
simgesel değerin yansıttığı mana bütünlüğüne sahip olamamış düzeylerde bir hazırlık
mahiyeti taşıdığı da yadsınamaz. Bu nedenle ne ibadetlerin ne de zikrin terk edilmesi diye bir
düzey söz konusu değildir; yüce özdeşlik dahi sadece bir hazırlık ve tekâmüldür. (Hal düzeyinde Hakk ile
bireysel varoluşlarından arınmış zatların es-Samed ismiyle hallenmeleri durumu ise apayrı
bir manadadır ki biz burada ona değinmiyoruz.) Şu kesindir ki zikrettiği düzeyi hala bir isim olarak gören
ve doğal olarak bu isimle perdelenen (kesret boyutunda) ya da ismin işaret ettiği mana ile özdeşleşen
(vahdaniyet boyutunda) kul her halükarda kul olarak sonsuza kadar ibadet ve zikir halindedir. Zikrin terki diye ifade edilen
hal, dediğimiz gibi bunun çok çok üzerinde (ahadiyet boyutunda) söz konusudur. Rasullullah’ın ibadetlerinin
çokluğunu sorana hitaben “rabbime şükreden bir kul olmayayım mı” demesi bundandır.
Her manasıyla zahirin ahkâm ile tertip edildiği yasa şeriattır ve şeriat sadece bir yoldur. Asla
hakikatin kendisini kuşatan bir “tam gerçeklik” değil ama zaman ve mekân olgusu altında hakikate
dönük olarak kavrayışın yeni anlamlara büründürülmesi ve bir yöntem üzere hakikate yönelinmesidir. Bu haliyle
tarikatın dar olan manasına getirilecek bir yorum da denilebilir. Tarikat ise belli bir şeriatın izinden
gitmek durumundadır; her ikisi farklı seviyelerde sadece hakikat için bir basamak veya yöntemdir.
Şeriatı belirleyen zaman-mekan şartları da gerçekte hakikatin bir veçhesi olarak haktırlar. Ancak
hakikati doğrudan yansıttığını düşünmek bir hata olur çünkü hakikatin yansıtıcısı
yasa dediğimiz irade-i ilahiyedir. Bu ise dinin kendisidir.
Şeriat, Sünnetullah’ın yani Allah’ın ezelden beri devam edegelen yasasının alt hudududur.
Bir anlamıyla yasanın mikro planda çekirdeğidir diyebiliriz. Bu yüzden yasadan ayrılamaz ve ona muhalif
bir gerçekleşmesi olamaz. Şer’i hükümlerin zaman içerisinde değişimleri Nübüvvet kemalatının
tespitine dayanan incelikli bir husustur ki nebiler dışında bu hükümlerde değişiklik yapma hakkı
hiçbir insan da bulunamaz.
Bununla birlikte tradisyonalist ekol içerisinde ifade bulan “İslam’ın (Muhammedi şeriat olarak
İslam’ın) evvel ki şeriatlardan daha derinliksiz ve basit olduğu” düşüncesi asla kötüye
yorulacak bir değerlendirme değildir. Çünkü Muhammedi şeriatın nitelik yönünden daha zayıf bir dönemde
ifade bulması bu düşüncenin haklı dayanağıdır. Tabi ki bu zahiren böyledir yoksa batında
tüm şeriatlar Allah’ın tek dinine dayandığı için (21:92) bir birlerinden üstün değillerdir.
“O’nun rasullerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz” (2:285) ayeti zaten böyle bir düşünceye
mahal bırakmamıştır.
Elbette salt şeriatın din olarak kabul görmesinde insandaki mevcut nitelik kaybının yani asli düşüşünün
etkisi başroldedir. Din olgusunun zamanla deformasyona uğrayıp müminlerin son derce dejenere olmaları
meselenin özünü yitirip biçimine sarılmaları sonucunu doğurmuştur ki bunda pek de şaşılacak
bir şey yoktur: Son dönem açısından modernizmi ele alırsak; genel manada bir aslı terk edip biçime
yönelme, kişisel menfaatlerin öne alınarak latif değerlerin yerle bir edilmesi, manevi yoksulluktaki artışa
paralel maddi zenginliğin insanın zayıf yaratılışına binaen özelde ihtirası ve genelde
kişiselleşme / sahiplenme içgüdüsünü güçlendirmesi gibi bireyden hareketle kolektif bilinçte açtığı
derin ve onulmaz yaralar pek tabii olarak bütün aşkın değerleri aşağıya çekmiştir.
Hatta bu durumun açık bir ifadesi de insanların çağları tasnif edişleridir ki bugün insanlık
genel manada ‘Sophia Perennis’ farkındalığının ortaya koyduğu asli düşüş
teorisine inanmamakta ve sözde ilerlemecilik ve tarihselcilik anlayışıyla tam aksini (düşüşün yerine
gelişmeciliği) savunmaktadır. Elbette bunun üzerindeki XVllI. Yüzyılda ilkeleri iyice terennüm eden materyalist
düşüncenin etkisi de yadsınamaz.
Bunlar ayrı ayrı tespit edilecek mevzulardır. Konunun detaylarından çok bizi ilgilendiren inceliği
ise anlaşılması lazım gelen dinin ne olduğu ve olmadığıdır.
Din nedir? Detaylara girmeksizin söylersek din; Aşkın Varlık’ın kendi varlığı vasıtasıyla
yarattığı tüm varoluşa ait düzenin ilkesi ve yani varoluşun tamamını kuşatan yasasıdır.
Bu kuşatmanın makrokozmik ve mikrokozmik tüm yasaları da kapsadığını ayrıca açıklamaya
gerek yok. Şu halde din, bireysel varoluştan tek hakikate uzanan kozmosun [1] kendisidir ki bunun tüm geçerli sistemleri
ve yasaları ihata edişi; esas manasıyla düzeni oluşturan ilke’nin tüm düzeylerde aynı özle
tezahür edişidir. Bunu misalle açıklarsak; tabiat yasaları dediğimiz kainatı “düzenleyen”
sistemin nasıl ki mekan ve zaman farklılığı gözetmeksizin her bir noktada hükmünü aynen icra etmekte
olması gibi tüm varoluşa da tek bir ilke’den doğan tek bir yasa hükmetmektedir. İşte din, bu
yasanın insanın algı merkezindeki tezahürünün adıdır ve şeriat bu düzene / “dine”
uyumlu olmak adına ortaya konulan fiiliyattır.
Nitekim bu düzen Kur’an’da Sünnetullah yani Allah’ın geçerli olan uygulaması adıyla anılmaktadır:
“…bu, senden önce gönderdiklerimiz hakkındaki sünnetimizdir. Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme
göremezsin…” (17:77),
“…Allah'ın öteden beri gelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın...”
(48:23),
“…Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah'ın sünnetinde asla bir
başkalaşma da (farklılık arz etme) bulamazsın...” (35:43) ayetleri bu gerçeğe işaret
etmektedirler.
Yasa adıyla andığımız bu düzen elbette sadece İslam geleneğine mahsus bir şey değildir.
İçeriği hakkında birçoklarınca neredeyse hiçbir tahkiki bilginin bulunmadığı halde hakkında
yapılan yorumlarda kimsenin geri kalmadığı “dharma”, “karma” gibi mefhumlar aynı
konunun Hindu tradisyonundaki bazı yakın karşılıklarıdır. Şu an için tüm tradisyonlarda
mevcut kavramları ortaya koyup bir kargaşa yaratma niyetinde olmadığımız için sadece birbirine
daha yakın duran Uzakdoğu tradisyonu adına Hindu geleneğini, İbrahimi tradisyon adına da İslam
geleneğini ele alacağız.
Uzakdoğu’da kullanılan “dharma” ifadesi esasta farklı yaklaşımlar ışığında
farklı manalarda kullanılabilirse de bizim konumuz itibariyle tamamen yasa kavramının mütekabilidir. [2]
Dharma; sonsuzluğun üzerinde sonsuzluğa dahi yön veren değişmeyen kanunlar ve mutlak adaletin tecelli
edişidir. Adalet ise her mananın açığa çıkardığı neticeden ibarettir. Dharma’nın
yanı sıra bir de “svadharma” kavramı vardır ki bu da aynı yasanın beşeri-ferdi
boyutta işleyişine verilen addır. Yani dharma kozmik varoluşun yasasıyken svadharma sadece bireysel
varoluşun yasasıdır ki doğal olarak svadharma, dharma’nın işleyişiyle uyumludur.
Şu halde bu iki kavramı biz; makrokozmik (dharma-namus) ve mikrokozmik (svadharma-defter) yasalar olarak anlayabiliriz
ve aralarında ki ilişki de tam olarak budur.
Bunların yanı sıra bir de “karma” kavramı vardır ki hemen her mefhumu laçkalaştırma
temayülünde olan bazı kesimlerce de bu kavram ya svadharma’nın yerine kullanılmıştır ya
da olabilecek en seviyesiz manalar için kullanılmış ve birçoklarınca asla karşılığı
olmayan “kötü kader” gibi ucube bir anlama kadar çekilmiştir. Karma, dharma’nın bir işlevidir
ve genel anlamı çerçevesinde “nedensellik yasası” diyebileceğimiz bir anlamı vardır.
Bireyin dharma’ya uyumlu ya da uyumsuz fiiller –düşünceler dahil- ortaya koymasının neticesi olarak
karma oluşur ve fizikteki etki-tepki yasasının kozmik bir tekabülü olarak bu fiillerin –uyumlu ya da
uyumsuz oluşuna bağlı olarak- tepkimesi meydan gelir ki bu “karmik çark” denilen döngüyü başlatır.
Hemen burada gelenekler arasındaki mevcut mütekabiliyete bir örnek vermek suretiyle karma’yı da açalım:
“(Yaptığın) kötülüğün arkasından iyilik yap, ki bu onu yok eder.” (Tırmızi)
ya da “Bir adam yolda yürürken, yol üzerinde bir diken dalına rastladı. Onu alıp dışarı
attı. Cenab-ı Hakk bu davranışından memnun kalarak, ona mağfiret etti.” (Buhari) Bu ifadeler
anlaşıldığı üzere Rasullullah’a aittirler. Bugün her şeyin dejenere haldeki manalarıyla
hüküm verenler elbette İslam’da karma veya reenkarnasyon yoktur demektedirler. Bu ise kimseye bir şey kazandırmayacaktır.
Bizce mevcut gelenekler arasındaki yüksek mütekabiliyetlerin araştırılması ve yozlaşmanın
öncesindeki anlamların bulunarak değerlendirilmesi ayrı bir ilim sahası olarak çok mühimdir. Elbette hiçbir
zaman gayemiz geleneklerin bu mütekabil hallerinden hareketle (kimilerinin içine modern bilimsel bulguları da katarak
“kozmik din” diye yaftaladığı gibi) terkibi bir din ortaya çıkarmak değildir. Zaten biz
bu tür yaklaşımların en bariz örneğini teşkil eden “New Age” akımını da
asla tasvip etmemekteyiz.
Meselenin özüne vakıf olmak isteyenler bu konuları kendi kaynaklarından araştırıp öğrenebilirler,
biz ise burada sadece İslam geleneği içerisinde yasa’nın manasını ortaya koymak gayretindeyiz.
Yasa kavramıyla bizim üzerinde titizlikle durduğumuz şey sonsuz sayıdaki alemlerin (evren-universe) durmaksızın
devam ederek işleyen çarkıdır. Ki bu çark açıkça bir düzenin kaidelerini belirler. Bu da elbette ki kudret
fiiliyle terennüm eden zorunluluk ilkesidir. Yani her şeyin olması gerektiği biçimde olması ve gerçekleşmesi.
Bir yönüyle kader kavramının kaynağı burasıdır; her şeyin olması gerektiği gibi
olup neticelenecek olması. [3] Bu konunun yasa ile belirgin olması ise “…Yeryüzünde vuku bulan ve sizin
başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış
olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır…” (57-22) ayeti ile açıklanmıştır.
Bu her şeyin yazılmış olduğu “kitap” bizce İlim sıfatıdır; varoluşun
tek bir yasa çerçevesinde tek bir tecellisinin olması düşünülürse işaret ettiğimiz mana daha anlaşılır
olabilir. Nitekim aşağıdaki hadisler bu durumu daha öğretici bir tarzda ele almaktadırlar:
“Bidayette Allah vardı, O'ndan önce başka bir şey yoktu. O'nun Arş'ı suyun üzerinde bulunuyordu.
Sonra gökleri ve yeri yarattı. Sonra zikr, her şeyi yazdı." (Buhari)
"Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: "Kıyamete kadar olacak şeylerin
miktarlarını yaz! dedi(…) Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir." (Ebu Davud)
Bu hadisler bize kader ve yasanın zorunluluk biçiminde tezahürünü ifade etmektedir. Elbette insanoğlunun büyük çoğunluğu
varoluşa tek bir pencereden baktığı için ve tüm etkileşimleri kendi egosunda çözümlediği için
değersiz bir fiilin olamayacağını ya da en önemsiz görülen fiil ve düşüncelerin bile sonuçlarını
yaşayacağı gerçeğini idrakten yoksundur. Bunun yanı sıra aslında tüm varoluşun ve
insanın onun merkezine oturttuğu egosunun hiçbir şeyden bağımsız olamayacağı gerçeği
ve tüm zihin ve fizik olaylarının bireysellikten öte tek bir kudretçe yönetildiği realitesi açıktır.
Yasa, hakikatin varoluş boyutunda zorunluluk içeren Mutlak’ın ifadesidir ve o da kendi gerçekliğinde
Mutlak’ın mutlak olan son, en alt tezahürüdür. Yasa’nın belirlediği noktalardan varoluş planları
açığa çıkar ve bu noktalar Mutlak olanı bir prizma metoduyla izafiye çevirerek algılama sürecini
tetikler –bu yönüyle bu noktaların gaybın anahtarları olduğu açıktır.- Gayb ve şehadet
alemleri bu manada düşünülmelidir.
Kur’an’da geçem mü’min ve Müslüman kavramlarının da ayrı manalar ifade etmesi yine bu yasa-şeriat
kavramlarının farklılığından kaynaklanır ve bunun gibi daha da verilebilecek birçok örnek
mevcuttur. Ancak doğrusu bu tür teferruat ile sadece vermek istediğimiz hassasiyetin delillerini artırmaktan
başka bir şey yapmış olmayacağız ki bu bizim metodumuz gereği çok da anlamlı sayılmayacaktır.
Söyleyeceğimiz son söz: artık nitelik yönünden tükenişi yaklaşan insanlık çevrimi için son çağda
bu yasanın, derinlik yönünden “asgari” olarak İslam şeriatıyla ortaya konulmuş olmasıdır.
İslam, İslam şeriatı ile sınırlandırılamaz. İslam; yasaya teslim olmaktır,
Müslümanlıktır. Bu teslim oluş ise kaderi inkar edenlerin sandığı gibi mümince pasif bir teslimiyet
değil gerçek bir aktifliği gerektiren Müslüman teslimiyetidir. Biz bu yüzden kaderin ne yüce bir müjde ve insan
için hayr olduğu kanaatindeyiz.
Şeriata dair elimizde birçok kaynak mevcuttur ve bunlar değerlendirilerek bir perspektif sağlanabilir fakat
bu değerlendirmenin hakikat çerçevesinde olmasının tek yolu Yasa’nın ne olduğunu ve ortaya
koyduğu perspektifin öneminin anlaşılmasından geçer. Tasavvufun da gayesi zaten budur.
Bunun için sünnetullah’ın risalet kanalıyla bize ulaşan değişmez ve başkalaşmaz olan
prensipleri bizce öncelik bakımından şeriattan evveliyat arz eder. Bunun kaynağıysa her daim mevcut
olan risaletin hükümlerini okuyabilmek ve nübüvvetçe belirlenmiş yolda ilerlemektir.
…ve ma tevfika illabillah.
Es’Semavi
Dipnotlar:
[1]: Evvelce de açıkladığımız gibi kozmos kelimesi dilimizde yanlış bir biçimde evren kelimesiyle
karşılanmaktadır. Orijinali “cosmos” olan bu kelimenin Türkçe’de en güzel mütekabili “düzen”
ve yahut “sistem” olabilir. Hatta açıklayıcı olması umuduyla şu örneği vermek isteriz:
Bugün yüz ve beden bakımı ile alakalı kullanılan cosmetic tabiri dahi yine bu düzen anlamına gelen
cosmos kelimesinden türemiştir. Bunun ayırdımına varmak için etimoloji ya da filolojiye hakim olmak da
gerekmez: nitekim kozmosun zıddı kaostur ve kaos kargaşa veya karmaşa anlamlarına gelir. Esasen bizim
Türkçe’de evren diye kullandığımız kelimenin Batı’daki karşılığı
“univers”tir.
[2]: Gerçekte bu kelimenin (dharma) İslam terminolojisindeki tam karşılığı “el-namus”
sözcüğüdür. Namus sözcüğünün ise şu an Türkçe’deki karşılığıyla alakası
yoktur. Kelimenin kökü Yunanca “nomos” sözcüğüdür ki ilke, yasa manasına gelir. Ancak bu sözcük günümüz
Türkçe’sinde o kadar yoz bir anlam kayması yaşamıştır ki maalesef şu an için kafa karışıklığı
yaratmaması gayesiyle tarafımızdan kullanılmayacaktır.
[3]: Maalesef birçok Kur’an mealinde “el-mikdar” kelimesinin dar bir anlamla “ölçü” diye çevrilip
geçilmesinin yanlışlığını da burada anmalıyız: El-mikdar, kader ile aynı kökten
yani kudret-takdirden kaynaklanan bir ölçülülüğe işaret eder ki bu ölçü de doğrudan yasa ile anlam kazanabilir.
|