mor'a dogru

tradisyon:1.gelenek üstüne

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

corb2813.jpg

GELENEK ÜSTÜNE

 

Geleneğe (tradisyona) dair söylenecek sözlerin başında yer alması gereken belki de en önemli ifade, onun aşkınlığıdır (transandantal). Zaten geleneğin bir realite veya ifade olarak ortaya konulması durumunda karşısına oturtulacak kavram olan modernizmin de en mühim sorunsalı onda aşkın bir ilkenin bulunmamasıdır. J. Evola’dan alıntılayarak şunu söyleyebiliriz ki bu yönüyle modernizm sadece ama sadece aşkın ilkeden sapmanın kendisi ve neticesidir. Ki bu durumda moderni geleneğin (tradisyonun) mefhum-u muhalifi addetmek bizce makbul ve meşrudur.

Bu durumda ayrıca geleneğin bir tarifini yapmak acaba çok da gerekli midir? Açıkçası biz onu modernlerin ölçemediği belli bir tanımlama ile sınırlamak ya da belli bir çerçeveyle tasnif etmek istemiyoruz ama bu tutumumuz onun tanımsızlığından değil, modern insanın onu oluşturan ilkelere ve bu ilkelerin aşkınlığına ne denli uzak ve soğuk duruyor olması gerçekliğinden ötürüdür. Bu ise hiç de öyle sanıldığı gibi kolayca aşılacak bir mesele değildir: çünkü modern insan kendine ait bireysel tahakkuk sürecini modernitenin çizdiği çerçeve içerisinde toplumsal ya da çevresel –ve genel manasıyla tarihsel- dayatmaların içinde başlatmış ve tüm algı ve yargısını yine aynı çerçevenin hudutları dahilinde oluşturmak suretiyle kendini hakiki değerlerine yabancı ve neredeyse düşman haline getirmiştir. Bu durum elbette bireysellik ve bireycilik ayrımına da dayanan ilkelerden kopuşun ifadesidir. Öyle ki kişinin kendini ifade edişi olarak toplumsal konumlanışı ve kendindeki hakikati yaşayışı olarak da bireysel tekamülü, hayatın ona sunduğu realitede olgunlaşmanın dışına taşarak –yani tahakkunu reddederek- egonun alanında tamamen belirsizliğe saplanmıştır. Bunun ilkelerden kopuşla alakası ise insanın içkin ve aşkın bilgiden kendini mahrum edişinden başka bir şey değildir. Modern insan için tek bir bilgi vardır o da kudsiyeti reddeden profan bilimin basit ve düzeysiz çıkarımlarıdır ki bilgisi eşyanın varoluşundan ibaret olan aklın yarattığı değerler de doğal olarak oluşların kendisiyle sınırlıdır. Bugün maneviyat ve hikmet üstüne düşünen herkesin Descartes’ın cogito’suna bir anlam verememesi de buna dayanmaktadır.

Tüm eşyayı ilkelerden ayrı olarak incelerseniz size kalan sınırlı ve dar bir hissiyatın sanrılarıdır ki geniş ve derin bir perspektifle profan aklın ötesinde metafizik boyuta dair bir müşahede olmaksızın bunlarla yetinmek kişiyi hakikatten perdeler. Zaten dediğimiz gibi geleneğin ifade edilişinde yaşanan zorluğun temelinde yatan da budur: modern insanın hakikate dair fikriyatının salt hissiyat –beş duyu algısı- ile sınırlandırılmış olması sorunu. Bu ise Platon’un mağara metaforuyla anlattığı halin kısırdöngüsüdür. Yaşadığımız evrende çevremizi kuşatan ve gerçek diye algıladıklarımızın esasen hakikatin birer gölgesi olabileceği ve bu gölgelerin oluşması için hakikatten öte bir ışığın varlığı anlaşılamamaktadır. Doğal olarak gölgenin ve yansımanın olduğu mekanın kaynağına dair hiçbir şey söylen(e)meyerek her şey bir hiçmişçesine unutturulmaktadır. Başka bir yazımızda da işaret ettiğimiz gibi (1) teknolojik devrimlerdeki zorunlu sürekliliğin kaynağı da zaten bu unutma/unutturma uğraşısıdır: Tüm meşguliyetlerini ilahi ya da aşkın olana rabıta ederek yapan geleneksel insanın tersine modern insan rabıtasız yürüttüğü meşguliyetlerini en kısa bir zaman diliminde tamamlayıp kendini egonun tatminsizliğine terk etmektedir. Konfor, rahatlık ve eğlence -ve bunlara dönük olarak ya da bunlar için zaman yaratacak olan- ve sürekli yenilenen teknoloji, modernizm için bu nedenle olmazsa olmazdır. Toplumsal boyutta da yine aynı şekilde terennüm eden eşitlik, hümanizm ve demokrasi talebi yine aynı gerekçelerle modernitenin prensiplerini belirlemektedir.

Şimdi tüm bu tespitlerden sonra kısaca geleneğin ne olduğunu söyleyebiliriz: Bizce gelenek (tradisyon) aşkın -yani beşer-üstü ve ilahi olan- hakikatin, ilkelerin ve onların ortaya koyduğu tüm doktrin, bilgi ve realitenin kapsayıcı ifadesidir. Salt bu tanımlama aslında geleneğin profan akılca kavranamayacağının da en basit bir delilidir. Bununla birlikte ona dair ortaya konulan bir çok gereksiz ifadenin de kaynağına bir gönderme yapar; bu durum elbette geleneğin aşkınlığıdır ki bugün onun beşer-üstü oluşu adeta görmezden gelinircesine hurafe ya da adet de diyebileceğimiz bir çok saçmalık, topluma ait –uzun ya da kısa- tarihi bir geçmişi olan her tür uygulama ve tavır gelenek olarak isimlendirilmektedir. Bunun altında geleneksel formları, yaşadığı çağın gerekliliklerine adapte etmek gibi halis ve iyi niyetler olabileceği gibi bu formların beşer-üstü doğasını idraksizlikten kaynaklanan ve dejenerasyonun da alameti olan bilgisizlik kökenli kötü niyetler de olabilmektedir.

Tüm bunlarla beraber asli düşüş gerçekliği önünde mevzu bahis “sapma” hakkında bazı şeyler söylemek gerekiyor çünkü içinde yaşadığımız zaman açısından geleneği anlamlandırabilmemiz için geleneğin ne olmadığını da çok iyi anlamak şarttır.

 Buna dair ilk olarak şu söylenebilir ki; insan için bilgi ve onun değerlendirilme merkezi olan akıl, hayatı olduğu gibi tam bir gerçeklikle kuşatamaz. Olsa olsa “dışarıdan” gelen etkilerle kendini biçimlendirir ve nesnel olana ait tüm verileri öznel bir çerçeve içerisinde durmaksızın yeniden üretir. Hatta şunu da ekleyelim: bu durum formel manada yalnız insana has bir durum değildir ve esasen tüm eşyanın tabiatı için bu geçerlidir. Nitekim basit bir misalle söylersek; bir doğa olayından ibaret yağmurun ağaç için öznel planda olumlu etkileri varken mesela bir buz kütlesi için –kendi doğasını koruması adına- etkileri hiç de olumlu olmayacaktır. Bu nedenle yağmur için mutlak bir değer varoluşsal olarak esasta mevcut değildir. Nesnellik ve hakiki değer, olsa olsa mutlakıyet dahilinde ve yani aşkın hakikatin kendisinde mevcuttur. Aynı şekilde insan –ister bireysel ister toplumsal manada kabul edelim- hiçbir etkiyi öznel şartlarının ötesinde ya da dışında kabul edemez, eşyanın yasasında bu böyledir. Bu da elbette hayatın algılanmasında ortaya konulan “değer” kavramını ve onun ölçülülüğünü sınırlayan bir haldir; insan için ona gelen ve gidenler haricinde dışsal herhangi bir şey yoktur ve doğal olarak gelenlerini gidenlerine eşitlemesi de mümkün değildir, yapabileceği tek şey içsel tepkiler yaratmak ve mevcut şartlar altında bu tepkileri ortaya çıkarmaktır. İşte bu insani tahakkukun da ilk aşaması olarak potansiyel farkındalıktır yani hayatın anlamlandırılması. Bu anlamlandırmanın merkezi ise akıldan başka bir yer değildir.

Modernizmin ortaya çıkışına sebep olan da tam olarak akıl ve onun işlevinin yanlış değerlendirilmesidir. Ya da daha net olarak söylersek, aklın bütüncül işlevinin inkar edilmesi suretiyle potansiyelinin madde ile sınırlandırılmasıdır. Ki zaten modernlerin anladığı akıl ile tradisyonalistlerin anladığı akıl arasındaki fark da yine buna dayanmaktadır.

Geleneksel düşünce aklı, müdrike/entelekt olarak değerlendirir ki bu bilfiil olanın bilkuvve ile bilinçte birliğine tekabül eder; değerlendirme için ölçüt asla bilgi değil ama içsel idraktir. Bilgi ise aşkın tezahürün sadece bir imgesi ve yani tek başına hiçbir itibarı olmayan, insan ile kamilleşen bir işarettir.

Profan akıl ise (rasyonalite) yalnız bilfiil olanı kavrayabilir ve bu nedenle şeylerin yani oluşların sebeplerini değil neticelerini, ortaya çıkışlarını değerlendirir. Onun için eşyanın aslı ve ilkesi önemsizdir çünkü bilgi varlıktan tamamen bağımsız ve ikincildir. Varlığın kendisi değil ona dair olandır. Zaten bu sebeple denilmiştir ki Descartes’tan sonra felsefenin ana sapması, varoluşun madde-ruh ikiliğine düşürülmesidir. –Ki bunun da nedeni rasyonalitenin bütünleyici değil analizci olmasıdır ve bu analizci perspektif bugün modern bilimlerin tamamında hakimdir.-

Esasta tüm değerlerin yaratıcısı ilkelerdir, akıl ise ancak bu değerlerin biçimlendiricisidir; gelenek burada –ister bilginin kendisi olsun, ister bireysel tahakkuk olsun, ister toplumsal yapılanış olsun- varoluşu bu mutlak, değişmez, saltık haldeki aşkın olan ilkelere uyumlu olarak tespit eder ve sürdürür. Onu beşeri hükümlerin kurbanı yapmaz, varoluşun çok katmanlı boyutsal derinliğindeki aşkın birliğini görür ve bu birliğin ahengi uğruna tüm tezatlıkları reddeder. Bu asla varoluşta ruh-madde, tarihsel olan ve tarihsel olmayan vs. ikilikler yaratmak demek değildir. Geleneğin kendisi ikiliksizdir. Geleneksel anlayışta varlık ve bilgi bir ve aynı şeylerdir; ruh ve madde ya da tarihsel olan ve olmayan aynıdır, eşdeğerdir.

Bu açıdan oluşlara bakıldığı takdirde zaten geleneğin ne olduğu da ne olmadığı da anlaşılacaktır.

Açıkçası bununla ilgili fazla söze de gerek görmüyoruz. Biz burada elbette geleneğe dair çok fazla bir şey söyleme imkanına da sahip değiliz, belki zaman içerisinde birbirini tamamlar tarzda ve genel perspektifin ortaya konulması babında ilaveler yapılabilir. Ancak maksadımız zaten çeşitli kişi ve kaynaklarca da incelenen ve hakkında bir şeyler söylenmiş ve söylenecek olan bir konuya daha güncel bir ifade ile yaklaşmaktı.

Bunun haricinde geleneğin tüm detaylarını ele alıp incelemek belki bizi aşan ve pek de ihtiyaç duymadığımız bir tavır olur. Hasılında eşyayı tanımak için bütün eşyayı inceleme fikrine sahip değiliz ya da eşyayı komple analiz etme ihtiyacını da duymuyoruz. Zaten “zerre küllün aynasıdır” ifadesinde de işaret edildiği gibi her şeye yalnızca doğru perspektiften bakabilmek her şey için yeterlidir. Ki bu kişiye aşkın birliğin derin hissedişlerinde varoluşu tanıma imkanı verecektir. Bu yazıda da gelenek ilke düzeyinde de olsa okuyucuya kendini ifşa etmektedir; okuyucudan onu dışsal bir bilgi saymak yerine kendindeki yansımalarını aramak ise belki tek beklentimizdir.

 

Es’Semavi

 

 

(1) Sure-i Asr Işığında Asrımıza Bir Bakış Denemesi

 

mevzu bahis yazi için...>>>