mor'a dogru

hermetizm

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

                                                HERMETİZM:

ZAMANIN MADDİ VE MANEVİ ÜNİVERSİTESİ

 

 GİRİŞ

 

 “Göz, terbiye olmamışsa gördüklerini şer’e, terbiye olmuşsa gördüklerini, hayra çevirir.

Bunun için; “Bir işi göz ile yapma, akıl ile yap,” derler.

Bedenimizde görünen göz, gördüklerini akla havale ederek süzgeçten geçirir.

 Akıl ise dörde ayrılır:

  1.Akl-ı Maaş, yani Geçim Aklı,

2.Akl-ı Maad, yani Ahiret Aklı,

3.Akl-ı Selim, yani Ruhani Akıl,

4.Akl-ı Küll, yani Sultani Akıl.

 Göz gördüğü tecellileri Akl-ı Maaş süzgecinden geçirdiyse Bedenin Gıdası; Akl-ı Maad süzgecinden geçirdiyse Günahlardan Sakınma Gıdası; Akl-ı Selim süzgecinden geçirdiyse Ruhun Gıdası, Akl-ı küll süzgecinden geçirdiyse Ruhun ve Bedenin Gıdası olur.

  Bir de bedenimizde görünmeyen bir göz vardır ki onun adı “Fuad”dır. Kalpte bulunur. Gönül Gözü de derler... Allah (CC)’dan gelen tecellileri, nura çevirerek Ruhun gıdası olur.

 Bunun açılması için, Akl-ı Selim ile Kalb-i Selim’i birleştirmek ve irfan sahibi olmak gerekir.

  Bu da ancak Muhammedi yoldan Allah’a teslim olmakla mümkündür.”

  Hacı Ahmet Kayhan

 

HERMETİZM

 Hermetizm, tasavvuf ve riyazetin giriş kapısıdır. Yedi nefs mertebesi, burada anlatılmıştır.

Anlatılanların tümü Muhammediyet’te mevcuttur. Riyazat yapanlar bilir.

4000 yıl önce mevcut olan bu hikmet öğretisi zamanla eksik ve yanlış anlaşılır olmuştur.

Ne zaman ki Hazreti Muhammed (SAV) Kur’an-ı Azimüşşan ile, yani vahiyle zuhur etmiştir,

Hermetizm de İslam’a dahil olarak gerçek kıymetine kavuşmuştur.

Bu inancın önem ve haysiyeti ancak İslam ile kendisini bulmuştur ve başlangıçtan sona kadar tüm alemlere Rahmet olarak gönderilen Resulullah (Allahın Rahmeti Üzerine Olsun) Efendimiz’den aldığı feyz ve bağış ile insanlığa hizmet etmiştir.

  Hermetizm inancı, insanlık ve dinler tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu eğitim ve ilim merkezi, Mısırlılar’da Tot ve Yunanlılar’da Hermes, Yahudiler’de Enok ismiyle anılan bilge kişi tarafından yaklaşık 4000 yıl önce kurulmuştur.

Kapkaranlık bir sapkınlık merkezi haline gelen Babil’e karşılık, Hermes’in öğretisi Mısır’da insanlık için hakikate yönelten bir yıldız gibi doğmuştu. Hakikate kavuşma arzusu içinde olan binlerce aday bu merkezde, nefslerini, Rabb’larını, alemleri ve alemlerin yaratıcısı yüce Allah’ı tanımak yolunda önemli dersler almışlardı. Adaylar nefslerinin karanlık kirlerinden arınmak yolunda yine çok önemli eğitimlerden geçmişlerdi. Maddi ve manevi ilimlerde uzun yıllar çalışmışlar ve çalışmalarının neticesinden tüm insanlığın faydalanması yolunda gayret sarfetmişlerdi.

Milattan önce 2000’lere doğru Mısır, Hiksoslar’ın istilasına uğradı. İstilacılar kendi putperest inançlarını da Mısır’a taşıdılar. Mabedlere fitne soktular. Halka ise gösteriş ve eğlence düşkünlüğünü, sahte dini inançlarını törenlerle süslemeyi, şehveti yaydılar. Hermes rahipleri ise mabedlerinde inzivaya ve sıkı bir gizlilik içine çekildiler. Rahipler halk arasında efsanelerin yayılmasını engelleyemediler. Böylece 900 yıl Mısır’da hüküm süren Hiksoslar’ı yine Hermetizm öğretisi ile yetişmiş olan Amos yurdundan kovdu. Fakat sözkonusu batıl inanışlar ve halk arasında yalan yanlış aktarılan Hermes öğretisi sanki çok tanrılı bir inanç gibi ele alındı. Günümüzdeki yanlış ve eksik Hermetizm anlayışları ne yazık ki bu temeli paylaşmışlardır. Hermes’in şu seslenişi meseleye açıklık kazandırmaktadır:

“Ey Mısır! Gelecek kuşaklara senden hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacaktır ve seninle ilgili olarak geriye, taşlara oyulmuş kelimelerden başka bir şey kalmayacaktır.”

Hermetizm döneminde devlet yöneticileri bu öğretiyle yetiştirildikleri halde, daha sonraki çağlarda Mısır’ın yöneticileri Alemlerin Rabbi’ni, O’nun peygamberini tanımaz birer taş kalbli firavuna dönüşmüşlerdi. Bugün Hermes öğretisinin sırları bazı taşlar üzerinde kazılı yazılardan çözülmeye çalışılmaktadır. Fakat yapılması lazım gelen kalblerimizin en derin yerlerinde işli olan hakikat sırrını, üzerindeki kir ve pası silerek, hatta kazıyarak ortaya çıkarmaktır. Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) her Hak dine ve hakikat arayışına temel, onlara birer göz aydınlığı olmuştur. Hermetizm’i de zamanımızda içine düştüğü sapkınlıktan kurtararak aslına kavuşturan, sağlam temellere oturtan yine Muhammediyet’tir.

Aşağıda Hermes, Tot ve Enok isimleriyle tanınan veya Hz. İdris olarak da kabul edilen bilge kişinin öğretisi hakkında açıklamalar bulunmaktadır. Dikkat edecek olursak bu zatın öğretisi ve hikmeti Muhammediyet’e bağlıdır ve zamanının gereği olan adetlerdeki farklılıklar ile, kavminin bu ilmi almaya kabiliyeti nisbetinde, Muhammediyet’in feyiz ve bereketinden kendisine ihsan edileni insanlığın hizmetine sunmuştur.

  Eğer bu zat Hz. İdris ise, mukaddes kitaplara göre peygamberdir. Ona vahiy suretiyle mukaddes kitap gelmemiştir, fakat kendisine indirilen hikmet bakımından fevkalade önemlidir. Nitekim İdris (AS)’ın hikmeti, Cenabı Hakk’ı şanına yakışmayan imkan ve ihtiyaçtan, yaratılışa ait noksanlıklardan ve bunlara benzer sıfatlardan temizlemektir. (“Allahu Teala onların isnad ettiği sıfatlardan münezzehtir.” Saffat Suresi;159) Allah’ın zatında bu temizliğe muhakkak ki ihtiyacı yoktur, bu ihtiyaç şerefli olarak yarattığı O’nun tecelli mahalleri olan insan için vardır. (“Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor, ki şükredesiniz.” Maide Suresi; 5,6) HZ. İdris de ümmetini bu temizliğe ve nihayetinde, Tek ve Biricik olan Allah’a hakkıyla kulluğa davet eder.

  HZ.İdris’in getirdiği bu hikmet ve eğitim ile Mısırlılar’ın ve O’nun yolunu takib edenlerin dini inanışı, Vahdaniyet olmuştur. Yani tek bir Allah’a inanmışlardır. Onların dini itikatlarına göre dünya yaratılmazdan önce her şeyin ruhu tıpkı bir deniz, bir bulut gibi boşluk içinde dönmekteydi. Allah’ın ruhu bu boşluğa nüfuz etmiş, her şeyi yaratmıştır. Yeri göğü yaratmış, kendisi ise yaratılmamıştır. (“De ki: O Allah birdir. Büyüklük O’nda nihayet bulmuştur. Doğmamış, doğurmamıştır. Ve O’nun hiçbir eşi, benzeri yoktur.” İhlas Suresi)

  Yine bu inançta Allah’ın vücudu ebedi ve bütün kainatı kapsayandır, O’nu ise hiçbir şey kapsayamaz. (“Allah göklerde yerde Kibriya sahibidir. O Aziz’dir, Hakim’dir.” Casiye Suresi; 37) Kainat, Cenab-ı Hakk’ın azametine ufak bir numunedir. Cenab-ı Hak, her yerde hazır ve nazırdır, ve ancak O’nun huzurunda durulur, başkasının değil. (“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” Hadid Suresi; 4)

Hermetizm’in inanışına göre Cenab-ı Hakk birdir, fakat tecellileriyle zuhur eden sıfat ve fiilleri çeşitlidir. Cenab-ı Hakk tecellilerine, isim ve sıfatlarına göre her şeyde ayrı adlarla anılmaktadır, ama anılan her isim Bir ve Tek olan Allah’a işaret etmektedir. (“De ki: İster Allah diye ad verin, ister Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler O’nundur.” İsra Suresi; 110) Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecellerindeki sonsuz zenginlikte kabul ettikleri en büyük isim Osiris ve onun mahiyetine en yakın olan da İsis’dir. Bu dönemde Mısırlılar, insanların öldükten sonra Cenab-ı Hakk’ın huzurunda dirileceklerine ve muhakeme edileceklerine inanırlardı.(“O gün onlar ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Ve sorulur onlara: Bugün mülk kimindir? Vahid ve Kahhar olan Allah’ın.” Mümin Suresi; 16) Ama tekrar dirilmekten her nefsin, müstakil varlıklar iddia ederek, durmadan dünyaya gelip gittikleri hayalini anlamayınız. (Onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim,” der. Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.” Mü’minun Suresi; 99-100) Ve dünya hayatında, kendilerine Allah’a kulluk etmeleri için tanınan sayılı günler içinde yaptıkları işlerin, Cenab-ı Hakk’ın adalet terazisinde tartılacağına inanırlardı. (“Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde herkese amelinin karşılığı eksiksiz verilecektir.” Al-i İmran Suresi;185) Allah’ın tecelli mahalleri olan kalblerini, huzura çıktıklarında kendilerine emanet edildiği gibi temiz ve pak olarak iade etmek görev ve sorumluluğu içindeydiler. Tecelli mahallerini neye açtılar, neden sakınıp, neye doğru yöneldilerse tekrar dirildiklerinde karşılarında onun suretini bulacaklardır. (“Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” İsra Suresi;14) Ve herbirinin kendilerinde buldukları suretler, gene herbirinin tek tek emanetlerini nasıl geri götürdüklerine bağlıdır. Bu suretler kendilerinin, Vahid olan Allah’ın yüceliğine yakınlık veya uzaklıklarına delil olacaktır. Ve herkes kendi elleriyle işlediklerini kendi önlerinde bulmakla, ya Cenab-ı Hakk’ın sonsuz maddi ve manevi nimetler sofralarında huzur ve teslimiyete nail olurlar veya uzaklığın ve kendisine yüz dönülmüş olanların acı, elem ve keder sofralarında hasret ateşini yiyenlerden olurlar. (“Kıyamet günü hiç kimseye zulmedilmez. Siz ancak yaptığınızın cezasını çekersiniz.” Ya-Sin Suresi;54)

  Gördüğümüz gibi Hermetizm inancı dahilinde aktarılanlar genel olarak Muhammediyet’e bağlıdır. Hermetizm, kendi zamanının Muhammedi üniversitesidir.

  Hermetizm’in kuruluşu ile Hz. Muhammed’in (SAV) zuhuru ve İslamiyet’e daveti arasında geçen 2000 yıllık süreye bakarak, Hermetizm inancının nasıl olur da Muhammediyet’e bağlı olduğunu sorarsanız, şöyle deriz: Eğer biz zamanın bir tek hakikat olduğuna, tüm dünya hayatının göz kapayıp açıncaya kadar geçen bir andan ibaret olduğuna inananlardan isek, kabul ederiz ki, her Hakk din yalnızca ve yalnızca Allah yolundadır.

(“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet saatinin kopuşu göz kapatıp açıncaya kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah herşeye Kadir’dir.” Nahl Suresi; 77) Ve her Hakk din, O’nu indiren Allah’ın bir tek hakikatten biz kullarını Peygamberleri vasıtasıyla kulluğa davetidir. (“And olsun ki, Musa’ya Kitab verdik, ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik, onu Ruhü’l Kudüs’le destekledik. Size bir peygamber nefsinizin hoşlanmadığı bir şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz?”Bakara Suresi: 87) Ve tek tek bütün Hakk dinler, aynı dinin farklı hakikat görüntüleri, kemalat duraklarıdır. Başlangıcı ve sonu itibarıyla o tek bir dindir ve Allah katında din İslam’dır. (“Şüphesiz Allah Teala indinde Hak Din, İslam’dır. Kendilerine Kitab verilenler ancak hakikati bildikten sonra hased ve ihtirasları yüzünden ihtilafa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerine küfrederse, şüphe yok ki Allah Seri-ül Hisap’tır.” Al-i İmran Suresi; 19) İslam, yani kulun Hakk’a zahiren ve batınen teslimiyeti, yumuşak kalb ile boyun eğmesidir. Bu da halk edilen ve edilecek olan herşeyle ve onların hakikatleri ile barış ve selamettir. Çünkü bütün varlıklar aslında Cenab-ı Hakk’a boyun eğmiş ve teslim olmuşlardır. (“Yedi gök ve yer ve ikisinin içindekiler O’nu tesbih ve takdis ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ve tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız, Allahu Teala Halim’dir, Gafur’dur.” İsra Suresi; 44) Herbirisi bir ismin zahir olduğu noktalardır ve o isim onlara galebe çalar, yine hepsi mazhar oldukları isme göre Hakk’a itaat edip teslim olurlar. Her Hakk dinde olduğu gibi davet nefslerimizin kirinden arınmak, uzaklığa ve ayrılığa sebebiyet veren perdelerimizin kalkması için gayret, teslimiyet ve kulluk içinde bulunmak, hakikate yönelmektir.

 

Bizler dinler arasında kendi nefslerimizin emrine uyarak gördüğümüz farkları ve nefslerimizin meyl ettiği hurafeleri, aldatmacaları bir tarafa bırakarak, hakikate, hakikat güneşine yani Muhammediyet’e yönelirsek, işte muhakkak ki hepimizin faydasına olan budur.

(“Allah, size dinden Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahyeylediğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi kanun kıldı. Şöyle ki: Dine bağlı kalın! Ve din hususunda ayrılığa düşmeyin. Ortak koşanları dine davet etmen onlara pek ağır geldi. Allah tevhidine dilediğini seçer ve kendisine dönenleri, irşad ve doğru yola sevk ederek hidayet eder.

Onlar ayrılığa ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hased ve ihtiras yüzünden düştüler. Ve eğer Rabbinden belirli bir zamana kadar bir kelime geçmemiş olsaydı, aralarında hükmü kaza mutlak icra edilirdi. Onlardan sonra Kitab’a varis kılınanlar da, Kitab’larından kuvvetli bir şüphe içindedirler.

(Ey Muhammed!)İşte bunun için davet et! Ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol, onların hevalarına uyma! Ve de ki; “Ben, Allah’ın indirdiği Kitabların hepsine iman ettim. Ve aranızda adaleti uygulamakla emrolundum. Allah, bizim ve sizin, Rabbimizdir. Bizim amellerimiz bize ve sizin amelleriniz size aiddir. Bizimle sizin aranızda hiçbir düşmanlık ve şahidliğe yer kalmamıştır. Allah aramızı cem edendir, hepimizin dönüşü O’nadır.” Şura Suresi; 13-15)

Aramak, araştırıp, incelemekde bir adımdır, bu sebeple dinleri mukayeseli bir şekilde incelemek, onların ortak noktalarına muhabbet etmek insana çok şey öğretebilir. Ama ilmin nefslerimize perde olmasına yani fayda vermeyen bir yük olmasına izin vermeksizin. Muhakkak ki Allah doğru yolda olanların sahibi, dostu ve yardımcısıdır. (“Allah’a sarılın, Mevla’nız O’dur. Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır!” Hacc Suresi; 78)

  Mısır’da yaşamış olan Hermes insanlık tarihi bakımından dikkatle tanınması lazım gelen bir zattır. Aşağıda O’nun arınma yolunda öğrencilerine verdiği eğitimi tanımaya çalışacağız.

 

Hermetizm’e Giriş Merasimleri

Hermetizm döneminde dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan bir çok insan, bu öğreti ve sırlar hakkında değişik şeyler duyuyor ve Mısır’a akın akın geliyorlardı. Menfis’e vardıklarında ağızları açık kalıyordu. Anıtlar, devasa mezarlar, ve halk şenlikleri onlara Mısır’ın zenginliğini, bolluğunu ve haşmetini göstermeye yetiyordu. Görkemli törenler, kutsal merasimler, müzikler, danslar gündüz ve geceler boyunca sürüyordu.

  Ama bunlar Mısır’ı görmeye gelmiş olan kişinin aradığı şeyler değildi. Onca yolu aşıp buraya, eşyanın yaratılış sırrına nüfuz etme arzusu ve ilim tutkusu ile gelmişti. Çünkü ona Mısır’ın sunaklarında ilahi ilme sahip alimlerin yaşadığı söylenmişti. Teb veya Menfis mabedlerinin kapılarını yabancı işte bu hakikat sırrını öğrenmek için çalmaktaydı.

  Hizmetkarlar onu alıp bir iç avlunun dev sütunlu giriş bölümüne götürmekteydiler. Yanına Başrahip yaklaşmaktaydı. Yüz hatlarındaki haşmet ve sükünet, gizemli bir görünüm arz eden, ama derin bir ışıkla parlayan gözleri, hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetmekteydi. Bakışları onun içine işlemekteydi. Yabancı, kendisinden hiç bir şey saklanamayacak bir kimseyle karşı karşıya bulunduğunu derhal anlamaktaydı. Rahip ona doğum yeri, ailesi ve eğitim gördüğü mabet konusunda çeşitli sorular yöneltmekteydi. Bu kısa sınav sonunda sırlar öğretisine katılmaya layık olmadığı sonucuna varmışsa ona, sessiz fakat kararlı bir hareketle kapıyı göstermekteydi. Ama hevesli yabancıda samimi bir hakikat arzusunun mevcut olduğunu saptamışsa, o zaman ona kendisini izlemesini söylemekteydi.

  Rahip talibi alarak mabedin iç avlularından geçirdikten sonra, kaya içine açılmış ve üstü açık bir geçitten geçirirdi. Burada iki taraflı sfenksler dikiliydi. Bu geçidin sonunda küçük bir ibadethane bulunmaktaydı. Burası yer altında bulunan mezarların girişiydi. Bu mabedin kapısı önünde Osiris’in insan boyunda bir heykeli vardı.

Osiris sükun içinde oturmuş olup, dizleri üzerinde kapalı bir kitap bulunmaktaydı. Yüzünde bir örtü olan heykelin altında şunlar yazılı idi: “Hiçbir ölümlü, benim yüzümün örtüsünü kaldıramamıştır.”

  Baş rahip bu kapıda talibe:

  —Burası gizli ve mukaddes bir yerdir. Şu iki sütuna bak. Kırmızı olanı, ruhun Osiris’in nuruna yükselişini temsil eder. Siyah olanı ise, ruhun madde içinde hapsolunduğuna delalet eder. Bizim ilmimize ve inanışlarımıza talip olan her kim olursa olsun, hayatını tehlikeye koymuş demektir. Zaaf sahibinin ve kötünün elde edeceği şey çıldırma veya ölümdür. Yalnız temiz kalpli olanlar hayat bulurlar. Bu kapıdan nice ihtiyatsız kişi içeriye girmiştir, ama dışarıya canlı çıkamamıştır. Burası öyle bir çukurdur ki, içinden ancak cesur olanlar çıkabilir. Bunun için uğrayacağın

tehlikeleri iyice düşün, cesaret edemiyorsan denemekten vazgeç. Çünkü kapı üzerine kapandıktan sonra, bir daha açılmaz, geri dönüşü yoktur.

  Bu sözleri korku ile dinleyen talip, bütün cesaretini toplayarak, “Hepsine razıyım” deyince, Başrahip onu dış avluya çıkarır, orada duran bir hademeye teslim ederdi. Talip bu mabette bir hafta alıkonur, en sefil işler kendisine gördürülerek gururu sınanır ve okunan duaları dinler, kendisine asla dünya kelamı ettirilmezdi. Bir hafta çilesini burada tamamlardı.

  Bundan sonra iki rahip yardımcısı, talibi alırlar, mukaddes mabedin sırlarını göstermek üzere bir dehlizin önüne bırakırlardı. Artık burada talip, sırlarla dolu bir aleme girişin başındaydı. Bu karanlık dehlizin gerisindeki odanın iki tarafında vücudu insan, başı hayvan olan heykellerle, aslan, boğa, avcı kuşları ve yılan heykelleri dizili idi. Meşale ışıklarının bunları aydınlattığı bu korkunç geçidi bir tek söz söylemeden geçmek lazımdı. Burada ayrıca bir mumya ve insan iskeleti de bulunmaktaydı.

  İki rahip yardımcısı talip duvar içindeki bir deliği gösterirlerdi. Burası o kadar basık bir geçidin girişi idi ki, içeriye ancak yerde sürünerek girmek mümkündü. Rahip yardımcılarından biri:

  —İstersen buradan geri dön. Zira kapı henüz kapanmamıştır. Geri dönebilirsin. Yoluna devam edersen geri gelemezsin! der, talip:

  —Yoluma devam edeceğim! deyince, o zaman eline küçük bir kandil verilirdi. Rahipler derhal mukaddes mabedin kapısını gürültü ile kapatırlardı.

Ölüm İmtihanı

Talip dehlize girmek için yere diz çöküp, emekleyerek içeri girerdi. Bu anda yerin dibinden kulağına bir ses gelirdi. Bu ses şöyle derdi:

  —İlim ve kaderi emel eden deliler burada helak olurlar.

  Ses gelen dehliz öyle bir şekilde yapılmıştı ki, bu ses aralıklarla yedi defa yankılanırdı. Buna rağmen yola devam etmek lazımdı. Bir müddet sonra dehliz genişler, fakat yokuş aşağı inilirdi. Nihayet talip bir deliğe rastgelirdi, bunun içinde aşağılara doğru sarkıtılmış demirden bir merdiven bulunurdu. Talip bu merdivenden aşağılara doğru inince son basamakta karşısına içi katranla dolu, simsiyah, korkunç bir kuyu çıkardı. Elindeki kandille bu ölüm kuyusuna bakar ve titrerdi. Bu kuyunun içine düşüp ölmek vardı. Canını kurtarmak için etrafı gözler, nihayet sol tarafta içinde basamaklar bulunan bir yarık görürdü. Burası onun için kurtuluş yolu idi. Derhal bu basamaklardan yukarı çıkar, katran kuyusundan canını kurtarırdı. Kaya içine

oyulmuş merdivenden döne döne çıktıktan sonra nihayet, tunçtan yapılmış bir kafesin önüne varırdı. Oradan erkek ve kadın heykellerinin bulunduğu bir sofaya çıkardı. Duvar üzerinde iki sıra boyunca işlenmiş nakışlar görülmekteydi. Bu resimlerin hepsi birer sembolik anlama işaret etmekteydi. Salonun bir yüzünde 11, diğer tarafında da yine 11 sembolik resim olup, güzel heykellerin ellerindeki billur fanuslar, bu resimleri aydınlatmaktaydı. Bu mukaddes salonu koruyan “Kutsal Sembol Muhafızı” Rahip Pastofor’du. Rahip, talibi görünce parmaklığı açar, onu güleryüzle karşılardı. Ve kendisine:

  —Birinci çileyi mutlu olarak geçirdiniz... Sizi tebrik ederim, der, adayı salonun ortasına götürerek duvardaki sembolik resimlerin manalarını kısaca izah ederdi. Bu resimlerin herbirinin altında birer harf ve birer sayı vardı. Burada bulunan 22 sembol, ilk 22 batıni sırrın işaretleriydi. Bunlar gizli ilimlerin alfabesiydi. Bu harfler, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği, kainat sırlarının anahtarı idi.

  Her harf ve sayı, üçlü bir kanuna delalet ederdi. Yani Lahuti alem, akli alem ve cismani alem’de etkileri vardı. Örneğin 1 sayısına karşılık olan A harfi, Lahuti alem’de bütün varlıkların kaynağı olan Mutlak Varlığı; akli alem’de, sayıların birliğini, kaynağını ve sentezini; fiziksel dünya olan cismani alem’de de, bütün varlıkların başı olan ve sonsuzluğa uzanabilen Adem’i (insanı) temsil ediyordu. Allah’a ulaşma sırrı ya da “A” sırrı, elinde asa, başında altın taç, beyaz elbise giymiş olan mabud Osiris’in şekliydi. Beyaz elbise temizliğe ve doğruluğa; asa, amirliğe; altın taç ise göğün nuruna delalet etmekteydi.

Rahip bunları talibe anlayabileceği lisanla açıklardı. Sırları birer birer gereğince izah ederdi. Tacı göstererek:

  —Hakikati meydana çıkarmak ve adaleti icra etmek için Allah’a ulaşan, hürleşen, nefsin boyunduruğundan kurtulan irade, daha dünyada iken ilahi kudrete karşı görevini yerine getirir. Bu, cüzi ruhlara ebedi mükafat ve fani bedenlerin ölümüdür, derdi. Talip hayretle bu açıklamaları dinlerdi. Hakikatlerin ilk parıltılarını görmeye başlardı.

 

  Ateş imtihanı

Bundan sonra rahip bir kapı açar, dar ve uzun bir kubbeye girilir, buradan ilerlerken, karşısına alevler saçan bir cehennem çıkardı. Talibin bu alevler içinden geçmesi lazımdı. Bunun üzerine talip ürpererek; “Ama bu ölüm demek!”diye mırıldanır ve korku ile rehberine bakardı.

O zaman rahip:

  —Oğlum, ölüm ancak gelişmemiş varlıkları dehşete düşürür.. Bir zamanlar ben de bu ateşin üzerinden geçtim... hem de gül bahçesinden geçer gibi, der ve hemen ardından parmaklık kapatılırdı.

Talip, ateşe doğru ilerlerdi. Yaklaşınca görürdü ki, bu alevler, göz boyayıcı birtakım gölgelerden, hayalden ibaretmiş. Ateşin ortasındaki dar yoldan rahatlıkla geçerek bu ikinci çilesini de atlatırdı.

 

 

Su İmtihanı

Üçüncü seyahati ise, su çilesi idi. Talip bu kez gerisindeki ateş odasında yanmakta olan meşalenin aydınlığında, siyah renkli durgun bir sudan geçmek zorundaydı. Bu sınavı da atlatmış olan ve hala ürpertiler içinde bulunan talip, yorgun ve takatsız bir hale gelirdi.

 

  Şehvet İmtihanı

(Burada çok dikkat edelim. Bütün bu kitapçık bu bölüm için yazılmıştır,

dikkat edelim ve bu sınavı geçelim.)

  Bu seyahat tamamlandıktan sonra iki rahip talibin karşısına çıkar, onu karanlık bir mağaraya getirirlerdi. Orada yere yumuşak bir yatak seriliydi. Mağaranın kubbesinde sönük bir tunç fanus asılıydı. Burada talibi kirli elbiselerinden soyup yıkarlardı. Sırtına da ketenden bir elbise giydirirler, üzerine güzel kokular sürerlerdi.

Ve kendisine,

  —Burada rahat et, Baş rahibi bekle, derlerdi.

  Yorgun talip, derhal tatlı bir uykuya dalardı. Biraz sonra mağaranın derinliklerinden nefsinin şehvet arzularını uyandıran müzik sesleri işitirdi. Uzaktan gelen bu müzik sesleri, onun içine tesir ederdi.

Ateşten bir hayalin içine gömülmüş olan talip, gözlerini kapar ve tekrar açtığında ise yatağının biraz ötesinde onu allak bullak eden bir kadın görüntüsü ile karşılaşırdı.

  Karşısındaki erguvan renginde bir tüle bürünmüş, boynunda inci kolyesi olan bir kadındı.Sol elinde güllerle taçlandırılmış bir kadeh tutmakta ve talibe özlemle bakmaktaydı. Bu kadın dişi bir hayvanın tüm güçlerine taş çıkaracak bir cinselliğe sahipti. Alaca karanlıkta gözleri parlamaktaydı. Talip şaşkınlık içinde ayağa fırlar ve ne yapacağını bilemeden ellerini göğsüne bastırıp öylece kalırdı. (Ey talip, haram şehvete paydos! Üniversite’den atılacaksın, dikkat et, buradan geçmeye çalış.)

  Kadın ağır adımlarla yaklaşıp, fısıldayarak şunları söylerdi:

  —Yakışıklı yabancı, benden korkuyor musun? Sana galiplerin ödülü olarak kendimi getirdim, mutluluk kadehini al; yorgunluğunu giderir.

  Talip tereddüt içinde yalpalayıp dururken kadın, sanki yorulmuş gibi, yatağa oturmakta ve yalvaran gözlerle ona bakmaktaydı. Kendisini tenin arzularına, şehvete kaptıranın vay haline! Elini kadının eline sürdüğü ve dudaklarını o kadehde ıslattığı anda iş yolundan çıkmakta ve aday kendini kadın ile birlikte yatakta bulmaktaydı. Şehvete yenik düşmüş ve içtiği sıvının etkisiyle uykuya dalmıştı.

  Uyanınca kendisini yapayalnız ve kaygılar içinde bulmaktaydı. Kasvetli lamba ışığının altında ayakta duran Başrahip ona şöyle seslenmekteydi:

 

İlk çileleri atlatmıştın. Ölüme, ateşe ve suya galip gelmiştin. Fakat kendi nefsine hakim olamadın.. Senki ruhların en yüksek mertebesine sahip olmaya taliptin, Hislerine ait ilk sınavda bile başarısızlığa uğradın ve madde uçurumuna yuvarlandın. Şehvetinin esiri olan kişi karanlıklarda yaşar. Sen, karanlığı nura tercih ettin. Öyleyse karanlıkta kal da gör halini. Karşı karşıya bulunduğun tehlikelerden daha önce sana söz etmiş ve seni uyarmıştım. Hayatını kurtardın, fakat hürriyetini kaybettin.

Bundan böyle bu mabedde hayatının sonuna kadar esir kalacaksın. Kaçarsan öldürüleceksin.

  Bu güzel kadın genç talibin nefsini tecrübe etmek için gönderilmişti. Eğer genç şehvetine galip gelmez, kadınla sevişirse, artık o mabedde ebediyyen esir yaşardı.

  Eğer talip kadını reddederse, kadehi devirip yere dökerse sınavı başarmış olurdu. Bu takdirde ellerinde birer meşale olan 12 rahip gelerek onu alırlar, ilahiler okuyarak Osiris’in bulunduğu salona getirirlerdi. Orada beyaz elbiseler giymiş genç rahipler, yarım daire olmuş beklemekteydi. Pek muhteşem bir şekilde aydınlatılmış olan bu mukaddes salonda, Osiris’in muazzam bir heykeli bulunmaktaydı. Göğsünde altın bir gül, başında 7 kaseli bir taç vardı. Başrahip, erguvani bir elbise giymiş olduğu halde talibi kabul eder, ona sır saklayacağına ve itaatkar olacağına dair yemin ettirirdi. Bundan sonra bu talibi, rahip yardımcısı sıfatıyla tebrik ederdi. Talibin buraya kadar geçirdikleri, kabul merasimiydi, başka bir deyişle giriş sınavıydı, esas üniversite eğitimi bundan sonra başlardı. Böylece talip hakikat ehlinin arasına katılmak üzere ilk adımını atmış olurdu.

 

İkinci Eğitim (İkinci Üniversite)

Bundan sonra talip uzun bir eğitim dönemine başlardı. Bu uzun eğitim döneminde hedefi bilmek değil, olmak’tı. Terk yoluyla güçlenmekti.

  Öğrenciye küçük bir oda tahsis edilirdi. Burada yatar, kalkardı. Öğretmenler tarafından kendisine dersler verilirdi. Bir şehir kadar geniş olan ibadethane

salonlarında ve avlularında dolaşabilirdi. Etrafında piramidler, dikili taşlar göklere yükselmekteydi. Dikili taşların üzerinde hiyeroglif yazıları bulunmaktaydı. Öğrencinin okuduğu dersler insanlık tarihi, mabetler, botanik, tıp, mimari ve mukaddes müzik idi.

  Burası bir üniversite halinde idi. Buraya en zeki, istidatlı adaylar alınır, yüksek dereceli bir eğitime tabi tutulurdu. Medeniyet tarihindeki birçok müsbet ilimler burada meydana getirilmişti. Fizik, kimya, geometri, astronomi pek ileri gitmişti. Doğal olayların kanunları, burada bulunmuştu.

  Hermetizm, bir dinden ziyade bir tefekkür merkezi idi. Allah’ın varlığı ve birliği bu maddi ve manevi eğitim vasıtası ile bilinirdi. Buradaki öğrenciler yalnız öğrenmekle kalmazlardı, araştırmakla da vazifeli idiler. Hepsi birer mütefekkir idi.

 

Onlara göre ilmin terakkisi, hakikatlerin insan ruhunda doğması ile mümkün olabilirdi. Bu ruhun yaratıcı olmasına gayret ettirirlerdi. Bu da uzun bir çalışma sayesinde mümkün olabilirdi.

  Bu öğrencilere öğretmenleri, hiçbir şeyde yardım etmezlerdi. Öğrenciler bu işe şaşarlar, fakat zamanla manasını anlarlardı.

  Öğrencilerden mutlak itaat isterlerdi. Onlara dereceler hakkında bilgi vermezlerdi. Öğretmenlerine bir şey sorarlarsa, “Bekle ve çalış!” derlerdi. Birçok öğrenci şüpheye düşerdi. Buraya geldiklerine pişman olurlar, bu adamların birer sihirbaz olduklarına inanırlardı. Fakat zaman geçtikçe, manevi doğuşlarla gayba ve sırlara vakıf olmaya başlarlardı. Öğrenci, ibadethanenin ve geçirdiği sınavların manasını o zaman anlardı.

  Öğrenci, duvardaki işaretlerin manasını anlamaya çalışırdı. Zamanla kalbinde yeni şeyler doğmaya başlardı. Öğretmenlerinden birine sorardı:

  —Acaba günün birinde, Osiris’in gülünü koklamak, Osiris’in nurunu görmek nasip olacak mı?

Buna cevap olarak şöyle denirdi:

  —Bu bizim elimizde değil. Hakikat verilmez. İnsan, onu kendi nefsinde bulur. Yahut bulamaz. Biz seni zorlamayız. Sen kendi kendine vasıl olmalısın. Kutsal çiçeğin açılmasını zorlama. Onun zamanı gelmişse, birgün olur. Çalış ve yalvar.

  Öğrenci odasına çekilir, böylelikle nice yıllar geçerdi. Düşünür, hakikati bulmaya çalışırdı. O artık Hakk’a teslim olmuş, hakikate kendini vakfetmiş olurdu.

 

Fetih (Açılış)

Günün birinde Başrahip bu öğrencinin yanına gelir:  

—Oğlum! Hakikatın sana açılacağı saat yaklaşıyor. Çünkü sen, kalbinin derinliklerine nüfuz ederek, orada ilahi hayatı buldun. Temiz kalbinle, hakikate aşkınla, terk yolundaki başarın sayesinde bunu hak etmiş durumdasın. Osiris’in nurunu hiçbir kimse, ölüp dirilmeden göremez. Şimdi seni yer altında bir mezara götüreceğiz. Sakın korkma. Çünkü sen, bizdensin!  

Alacakaranlıkta rahipler, ellerinde birer meşale ile, öğrenciyi yeraltında bulunan bir odaya getirirler, orada mermerden yapılmış üstü açık bir lahitin önünde dururlardı.  

Rahip:  

—Hiçbir kimse ölümden kurtulamamıştır. Ölen her ruh, tekrar dirilecektir. Haydi bakalım, diri olarak gir şu mezara, nuru bekle! Bu gece büyük korkunun kapısından geçecek ve tasarruf sahiplerinin eşiğine ulaşacaksın. Öğrenci bu tabuta girdikten sonra, Başrahip elini üzerinde gezdirip onu kutsamaktaydı. Rahipler sessizce oradan çekilip giderlerdi. Odadaki lambayı da söndürürler, her tarafı bir karanlık kaplardı. Bu anda genç öğrencinin kulağına, derinden derine bir cenaze duası gelmekteydi. Mermer tabutun soğukluğu, karanlık, sessizlik ve duanın hüznü onun üzerinde pek acı tesir ederdi. Ölümün ızdıraplı evrelerinin tadını bir bir tatmakta ve sonunda baygın uykuya dalmaktaydı. Tüm hayatına ait sahneler, hayali şeyler olarak gözünün önünden geçmekte, dünyevi şuuru da giderek silikleşmekte ve dağınıklaşmaktaydı. Bedeninin eriyip dağıldığını hissettikçe, varlığının esir olan bölümü de serbestleşmekte ve bir vecd hali meydana gelmekteydi. Biraz sonra karanlığın içinden parlak bir nokta belirirdi. Bu nokta yavaş yavaş yaklaşır, büyür, nihayet üç köşeli bir yıldız belirirdi. Şuaları renk renk idi. Biraz sonra bu yıldız kaybolur, bir güneş görülürdü. Biraz sonra bu nur da silinerek bunun yerine bir gonca görünürdü. Biraz sonra bu gonca gül açardı. Bu beyaz bir güldü, fakat yavaş yavaş kızardığı görülmekteydi. Çok geçmeden, bu gül bir koku bulutu halinde buharlaşmaktaydı. Vecd halindeki aday işte o anda kendini sıcak ve okşayıcı bir nefesin içine gömülmüş halde hissetmekteydi. Şekilden şekle büründükten sonra bu bulut yoğunlaşmakta ve bir insan yüzü görünümüne bürünmekteydi. Bu, genç ve mütebessim bir kadındı. Yüzünde bir örtü bulunmaktaydı. Elinde papirüslerden yapılmış bir kitap vardı. Bu kız tabutta yatan gence yavaş yavaş yaklaşır ve ona derdi ki:

—Ben senin göze görünmez kızkardeşinim. Senin ilahi ruhunum. Elimdeki, senin hayat kitabındır. Yazılı sayfalar senin geçmiş hayatının olayları ile doludur. Boş sayfalara ise gelecek hayatın yazılacaktır. Bir gün, bu sayfaların tümünü gözlerinin önüne sereceğim. Şimdi beni tanıdın. Ne zaman beni çağırırsan, derhal gelirim.

  Birden herşey silinip gitmekteydi. Feci bir ızdırabın ardından öğrenci kendini sanki bir kadavraya girmişcesine bedenine girmiş halde buluvermekteydi. Şuuru tekrar yerine gelirken, sanki eli kolu demir halkalara bağlıydı; başının üzerinde kocaman bir ağırlık oturmaktaydı. Uyandığında çevresinde rahipler, en başta da Başrahip bulunmaktaydı. Genç öğrenciyi ayağa kaldırdıktan sonra, ona bir kadeh teskin edici şerbet içirirdi.

  —İşte tekrar hayata döndün, bizimle birlikte sofraya gel ve bize Osiris’in nuruna yaptığın seyahati anlat, artık bizlerden birisin, der, öğrenciyi yemeğe götürürlerdi.

Beraberce yemek yedikten sonra, Başrahip artık bir rahip yardımcısı olan öğrenciyi alarak öğle vakti mabedin rasathanesine çıkarır, orada kendisine Hermes-Tot’un sırlarını öğretmeye başlardı. Hermes-Tot’un miraca çıkıp, kainatı seyretmesini ve yedi kat göğü gördüğünü anlatırdı. Orada Cenab-ı Hakk’ı gördüğünü bildirirdi.

  Bundan sonra rahip yardımcısı, tam ve hakkıyla hakikat ve Tevhid dinine (İslam’a) girer ve kainatın sırlarını bulmak için araştırmalar yapardı. Din uğruna sarfedilen gayretler, çalışmalar ve zekanın işlemesi, insanlığa yeni şeyler kazandırırdı. İlimlerin ve fenlerin gelişmesi, Allah’ı bulmak için sarfedilen bu vecdi çalışmalar sonucu olmuştur.

  Görüldüğü gibi eski Mısır’da maddi ve manevi ilimler, bir arada ele alınıyordu. Mısır’a giden Yunanlı filozof ve matematikçi Pisagor, bu kutsal ilmi Yunan diyarına getirdi ve kurduğu okulda öğretti. Pisagor’dan sonra maddi ve manevi ilimler, birbirinden koptu. Matematik, fizik, astronomi vs. bilimler, giderek insan ruhundan ayrı olarak ele alınmaya başladılar. Öte yandan Pisagor’un hikmet (felsefe) öğretisi, Sokrat’a ondan Eflatun’a (Platon), ondan da Aristo’ya geçti. Bilindiği gibi Eflatun, bütün Batı felsefesinin babası sayılır. Ancak felsefenin de manevi tarafı, bin yıllar içinde kayboldu.

  Ne zaman ki Hazreti Muhammed (SAV) Kur’an-ı Azimüşşan ile, vahiyle zuhur etti, diğer bütün dinler aslına kavuştular. Kur’an-ı Azimüşşan’a geçtiler. Fakat kendi nefslerine uyarak, yalnızca yanlarında bulunandan gururlananlar, ayrılığa düşerek ve hurafelere kapılarak saptılar. Ancak ve ancak Allah ve Resulü Hz. Muhammed (SAV)’in gösterdiği dosdoğru yolda hiçbir ayrılığa ve düşmanlığa düşmeksizin bir ve bütün olundu. İlim, hikmet, huzur, barış ve adalet ancak bu yolun nadide gülleridir. İnsanlık kendisine uzatılan eli boşa çevirmeden halk edilişindeki mükemmeliğe, kemalata muhakkak ulaşmaya gayret etmelidir. Dönüşümüz O’nadır, O’ndan başka dönülecek yoktur.

                                                                       Hacı Ahmet Kayhan

 

 

 Bu yazı Ahmet Kayhan'ın "Ruh ve Beden" isimli eserinden alınmıştır

ahmet kayhan sitesi icin...