HERMETİZM:
ZAMANIN MADDİ
VE MANEVİ ÜNİVERSİTESİ
GİRİŞ
“Göz,
terbiye olmamışsa gördüklerini şer’e, terbiye olmuşsa gördüklerini, hayra çevirir.
Bunun için; “Bir
işi göz ile yapma, akıl ile yap,” derler.
Bedenimizde görünen
göz, gördüklerini akla havale ederek süzgeçten geçirir.
Akıl ise
dörde ayrılır:
1.Akl-ı Maaş,
yani Geçim Aklı,
2.Akl-ı Maad,
yani Ahiret Aklı,
3.Akl-ı Selim,
yani Ruhani Akıl,
4.Akl-ı Küll,
yani Sultani Akıl.
Göz gördüğü
tecellileri Akl-ı Maaş süzgecinden geçirdiyse Bedenin Gıdası; Akl-ı Maad süzgecinden geçirdiyse Günahlardan
Sakınma Gıdası; Akl-ı Selim süzgecinden geçirdiyse Ruhun Gıdası, Akl-ı küll süzgecinden
geçirdiyse Ruhun ve Bedenin Gıdası olur.
Bir de bedenimizde
görünmeyen bir göz vardır ki onun adı “Fuad”dır. Kalpte bulunur. Gönül Gözü de derler... Allah
(CC)’dan gelen tecellileri, nura çevirerek Ruhun gıdası olur.
Bunun açılması
için, Akl-ı Selim ile Kalb-i Selim’i birleştirmek ve irfan sahibi olmak gerekir.
Bu da ancak Muhammedi
yoldan Allah’a teslim olmakla mümkündür.”
Hacı Ahmet
Kayhan
HERMETİZM
Hermetizm, tasavvuf
ve riyazetin giriş kapısıdır. Yedi nefs mertebesi, burada anlatılmıştır.
Anlatılanların tümü Muhammediyet’te
mevcuttur. Riyazat yapanlar bilir.
4000 yıl önce mevcut olan bu hikmet
öğretisi zamanla eksik ve yanlış anlaşılır olmuştur.
Ne zaman ki Hazreti Muhammed (SAV) Kur’an-ı
Azimüşşan ile, yani vahiyle zuhur etmiştir,
Hermetizm de İslam’a dahil
olarak gerçek kıymetine kavuşmuştur.
Bu inancın önem ve haysiyeti ancak
İslam ile kendisini bulmuştur ve başlangıçtan sona kadar tüm alemlere Rahmet olarak gönderilen Resulullah
(Allahın Rahmeti Üzerine Olsun) Efendimiz’den aldığı feyz ve bağış ile insanlığa
hizmet etmiştir.
Hermetizm inancı, insanlık ve dinler tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir.
Bu eğitim ve ilim merkezi, Mısırlılar’da Tot ve Yunanlılar’da Hermes, Yahudiler’de
Enok ismiyle anılan bilge kişi tarafından yaklaşık 4000 yıl önce kurulmuştur.
Kapkaranlık
bir sapkınlık merkezi haline gelen Babil’e karşılık, Hermes’in öğretisi Mısır’da
insanlık için hakikate yönelten bir yıldız gibi doğmuştu. Hakikate kavuşma arzusu içinde olan
binlerce aday bu merkezde, nefslerini, Rabb’larını, alemleri ve alemlerin yaratıcısı yüce Allah’ı
tanımak yolunda önemli dersler almışlardı. Adaylar nefslerinin karanlık kirlerinden arınmak
yolunda yine çok önemli eğitimlerden geçmişlerdi. Maddi ve manevi ilimlerde uzun yıllar çalışmışlar
ve çalışmalarının neticesinden tüm insanlığın faydalanması yolunda gayret sarfetmişlerdi.
Milattan
önce 2000’lere doğru Mısır, Hiksoslar’ın istilasına uğradı. İstilacılar
kendi putperest inançlarını da Mısır’a taşıdılar. Mabedlere fitne soktular. Halka
ise gösteriş ve eğlence düşkünlüğünü, sahte dini inançlarını törenlerle süslemeyi, şehveti
yaydılar. Hermes rahipleri ise mabedlerinde inzivaya ve sıkı bir gizlilik içine çekildiler. Rahipler halk arasında
efsanelerin yayılmasını engelleyemediler. Böylece 900 yıl Mısır’da hüküm süren Hiksoslar’ı
yine Hermetizm öğretisi ile yetişmiş olan Amos yurdundan kovdu. Fakat sözkonusu batıl inanışlar
ve halk arasında yalan yanlış aktarılan Hermes öğretisi sanki çok tanrılı bir inanç gibi
ele alındı. Günümüzdeki yanlış ve eksik Hermetizm anlayışları ne yazık ki bu temeli
paylaşmışlardır. Hermes’in şu seslenişi meseleye açıklık kazandırmaktadır:
“Ey
Mısır! Gelecek kuşaklara senden hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacaktır ve seninle
ilgili olarak geriye, taşlara oyulmuş kelimelerden başka bir şey kalmayacaktır.”
Hermetizm döneminde
devlet yöneticileri bu öğretiyle yetiştirildikleri halde, daha sonraki çağlarda Mısır’ın
yöneticileri Alemlerin Rabbi’ni, O’nun peygamberini tanımaz birer taş kalbli firavuna dönüşmüşlerdi.
Bugün Hermes öğretisinin sırları bazı taşlar üzerinde kazılı yazılardan çözülmeye
çalışılmaktadır. Fakat yapılması lazım gelen kalblerimizin en derin yerlerinde işli
olan hakikat sırrını, üzerindeki kir ve pası silerek, hatta kazıyarak ortaya çıkarmaktır.
Hz. Muhammed (Allah’ın Selamı Üzerine Olsun) her Hak dine ve hakikat arayışına temel, onlara
birer göz aydınlığı olmuştur. Hermetizm’i de zamanımızda içine düştüğü
sapkınlıktan kurtararak aslına kavuşturan, sağlam temellere oturtan yine Muhammediyet’tir.
Aşağıda
Hermes, Tot ve Enok isimleriyle tanınan veya Hz. İdris olarak da kabul edilen bilge kişinin öğretisi hakkında
açıklamalar bulunmaktadır. Dikkat edecek olursak bu zatın öğretisi ve hikmeti Muhammediyet’e bağlıdır
ve zamanının gereği olan adetlerdeki farklılıklar ile, kavminin bu ilmi almaya kabiliyeti nisbetinde,
Muhammediyet’in feyiz ve bereketinden kendisine ihsan edileni insanlığın hizmetine sunmuştur.
Eğer bu
zat Hz. İdris ise, mukaddes kitaplara göre peygamberdir. Ona vahiy suretiyle mukaddes kitap gelmemiştir, fakat kendisine
indirilen hikmet bakımından fevkalade önemlidir. Nitekim İdris (AS)’ın hikmeti, Cenabı Hakk’ı
şanına yakışmayan imkan ve ihtiyaçtan, yaratılışa ait noksanlıklardan ve bunlara benzer
sıfatlardan temizlemektir. (“Allahu Teala onların isnad ettiği sıfatlardan münezzehtir.” Saffat
Suresi;159) Allah’ın zatında bu temizliğe muhakkak ki ihtiyacı yoktur, bu ihtiyaç şerefli olarak
yarattığı O’nun tecelli mahalleri olan insan için vardır. (“Allah size güçlük çıkarmak
istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor, ki şükredesiniz.” Maide Suresi; 5,6)
HZ. İdris de ümmetini bu temizliğe ve nihayetinde, Tek ve Biricik olan Allah’a hakkıyla kulluğa
davet eder.
HZ.İdris’in getirdiği bu hikmet ve eğitim ile Mısırlılar’ın ve O’nun
yolunu takib edenlerin dini inanışı, Vahdaniyet olmuştur. Yani tek bir Allah’a inanmışlardır.
Onların dini itikatlarına göre dünya yaratılmazdan önce her şeyin ruhu tıpkı bir deniz, bir
bulut gibi boşluk içinde dönmekteydi. Allah’ın ruhu bu boşluğa nüfuz etmiş, her şeyi yaratmıştır.
Yeri göğü yaratmış, kendisi ise yaratılmamıştır. (“De ki: O Allah birdir. Büyüklük
O’nda nihayet bulmuştur. Doğmamış, doğurmamıştır. Ve O’nun hiçbir eşi,
benzeri yoktur.” İhlas Suresi)
Yine bu inançta
Allah’ın vücudu ebedi ve bütün kainatı kapsayandır, O’nu ise hiçbir şey kapsayamaz. (“Allah
göklerde yerde Kibriya sahibidir. O Aziz’dir, Hakim’dir.” Casiye Suresi; 37) Kainat, Cenab-ı Hakk’ın
azametine ufak bir numunedir. Cenab-ı Hak, her yerde hazır ve nazırdır, ve ancak O’nun huzurunda
durulur, başkasının değil. (“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı
görür.” Hadid Suresi; 4)
Hermetizm’in inanışına
göre Cenab-ı Hakk birdir, fakat tecellileriyle zuhur eden sıfat ve fiilleri çeşitlidir. Cenab-ı Hakk tecellilerine,
isim ve sıfatlarına göre her şeyde ayrı adlarla anılmaktadır, ama anılan her isim Bir ve
Tek olan Allah’a işaret etmektedir. (“De ki: İster Allah diye ad verin, ister Rahman diye ad verin,
hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler O’nundur.” İsra Suresi; 110) Allah’ın isim
ve sıfatlarıyla tecellerindeki sonsuz zenginlikte kabul ettikleri en büyük isim Osiris ve onun mahiyetine en yakın
olan da
İsis’dir. Bu dönemde Mısırlılar, insanların öldükten sonra Cenab-ı
Hakk’ın huzurunda dirileceklerine ve muhakeme edileceklerine inanırlardı.(“O gün onlar ortaya çıkarlar.
Onlardan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Ve sorulur onlara: Bugün mülk kimindir? Vahid ve Kahhar olan Allah’ın.”
Mümin Suresi; 16) Ama tekrar dirilmekten her nefsin, müstakil varlıklar iddia ederek, durmadan dünyaya gelip gittikleri
hayalini anlamayınız. (Onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı
tamamlar, iyi iş işlerim,” der. Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri
güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.” Mü’minun Suresi;
99-100) Ve dünya hayatında, kendilerine Allah’a kulluk etmeleri için tanınan sayılı günler içinde
yaptıkları işlerin, Cenab-ı Hakk’ın adalet terazisinde tartılacağına inanırlardı.
(“Her insan ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde herkese amelinin karşılığı eksiksiz
verilecektir.” Al-i İmran Suresi;185) Allah’ın tecelli mahalleri olan kalblerini, huzura çıktıklarında
kendilerine emanet edildiği gibi temiz ve pak olarak iade etmek görev ve sorumluluğu içindeydiler. Tecelli mahallerini
neye açtılar, neden sakınıp, neye doğru yöneldilerse tekrar dirildiklerinde karşılarında
onun suretini bulacaklardır. (“Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin.”
İsra Suresi;14) Ve herbirinin kendilerinde buldukları suretler, gene herbirinin tek tek emanetlerini nasıl
geri götürdüklerine bağlıdır. Bu suretler kendilerinin, Vahid olan Allah’ın yüceliğine yakınlık
veya uzaklıklarına delil olacaktır. Ve herkes kendi elleriyle işlediklerini kendi önlerinde bulmakla,
ya Cenab-ı Hakk’ın sonsuz maddi ve manevi nimetler sofralarında huzur ve teslimiyete nail olurlar veya
uzaklığın ve kendisine yüz dönülmüş olanların acı, elem ve keder sofralarında hasret ateşini
yiyenlerden olurlar. (“Kıyamet günü hiç kimseye zulmedilmez. Siz ancak yaptığınızın cezasını
çekersiniz.” Ya-Sin Suresi;54)
Gördüğümüz
gibi Hermetizm inancı dahilinde aktarılanlar genel olarak Muhammediyet’e bağlıdır. Hermetizm,
kendi zamanının Muhammedi üniversitesidir.
Hermetizm’in
kuruluşu ile Hz. Muhammed’in (SAV) zuhuru ve İslamiyet’e daveti arasında geçen 2000 yıllık
süreye bakarak, Hermetizm inancının nasıl olur da Muhammediyet’e bağlı olduğunu sorarsanız,
şöyle deriz: Eğer biz zamanın bir tek hakikat olduğuna, tüm dünya hayatının göz kapayıp
açıncaya kadar geçen bir andan ibaret olduğuna inananlardan isek, kabul ederiz ki, her Hakk din yalnızca ve
yalnızca Allah yolundadır.
(“Göklerin
ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet saatinin kopuşu göz kapatıp açıncaya kadar veya daha
çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah herşeye Kadir’dir.” Nahl Suresi; 77) Ve her Hakk din, O’nu
indiren Allah’ın bir tek hakikatten biz kullarını Peygamberleri vasıtasıyla kulluğa davetidir.
(“And olsun ki, Musa’ya Kitab verdik, ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya
belgeler verdik, onu Ruhü’l Kudüs’le destekledik. Size bir peygamber nefsinizin hoşlanmadığı
bir şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmını
öldürür müsünüz?”Bakara Suresi: 87) Ve tek tek bütün Hakk dinler, aynı dinin farklı hakikat görüntüleri, kemalat
duraklarıdır. Başlangıcı ve sonu itibarıyla o tek bir dindir ve Allah katında din İslam’dır.
(“Şüphesiz Allah Teala indinde Hak Din, İslam’dır. Kendilerine Kitab verilenler ancak hakikati
bildikten sonra hased ve ihtirasları yüzünden ihtilafa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerine küfrederse,
şüphe yok ki Allah Seri-ül Hisap’tır.” Al-i İmran Suresi; 19) İslam, yani kulun Hakk’a
zahiren ve batınen teslimiyeti, yumuşak kalb ile boyun eğmesidir. Bu da halk edilen ve edilecek olan herşeyle
ve onların hakikatleri ile barış ve selamettir. Çünkü bütün varlıklar aslında Cenab-ı Hakk’a
boyun eğmiş ve teslim olmuşlardır. (“Yedi gök ve yer ve ikisinin içindekiler O’nu tesbih ve
takdis ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ve tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız,
Allahu Teala Halim’dir, Gafur’dur.” İsra Suresi; 44) Herbirisi bir ismin zahir olduğu noktalardır
ve o isim onlara galebe çalar, yine hepsi mazhar oldukları isme göre Hakk’a itaat edip teslim olurlar. Her Hakk
dinde olduğu gibi davet nefslerimizin kirinden arınmak, uzaklığa ve ayrılığa sebebiyet
veren perdelerimizin kalkması için gayret, teslimiyet ve kulluk içinde bulunmak, hakikate yönelmektir.
Bizler
dinler arasında kendi nefslerimizin emrine uyarak gördüğümüz farkları ve nefslerimizin meyl ettiği hurafeleri,
aldatmacaları bir tarafa bırakarak, hakikate, hakikat güneşine yani Muhammediyet’e yönelirsek, işte
muhakkak ki hepimizin faydasına olan budur.
(“Allah, size dinden Nuh’a tavsiye ettiğini
ve sana vahyeylediğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi kanun kıldı. Şöyle
ki: Dine bağlı kalın! Ve din hususunda ayrılığa düşmeyin. Ortak koşanları dine
davet etmen onlara pek ağır geldi. Allah tevhidine dilediğini seçer ve kendisine dönenleri, irşad ve doğru
yola sevk ederek hidayet eder.
Onlar ayrılığa ancak, kendilerine ilim
geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hased ve ihtiras yüzünden düştüler. Ve eğer Rabbinden belirli bir
zamana kadar bir kelime geçmemiş olsaydı, aralarında hükmü kaza mutlak icra edilirdi. Onlardan sonra Kitab’a
varis kılınanlar da, Kitab’larından kuvvetli bir şüphe içindedirler.
(Ey Muhammed!)İşte bunun için davet et! Ve
emrolunduğun gibi dosdoğru ol, onların hevalarına uyma! Ve de ki; “Ben, Allah’ın indirdiği
Kitabların hepsine iman ettim. Ve aranızda adaleti uygulamakla emrolundum. Allah, bizim ve sizin, Rabbimizdir. Bizim
amellerimiz bize ve sizin amelleriniz size aiddir. Bizimle sizin aranızda hiçbir düşmanlık ve şahidliğe
yer kalmamıştır. Allah aramızı cem edendir, hepimizin dönüşü O’nadır.” Şura
Suresi; 13-15)
Aramak,
araştırıp, incelemekde bir adımdır, bu sebeple dinleri mukayeseli bir şekilde incelemek, onların
ortak noktalarına muhabbet etmek insana çok şey öğretebilir. Ama ilmin nefslerimize perde olmasına yani
fayda vermeyen bir yük olmasına izin vermeksizin. Muhakkak ki Allah doğru yolda olanların sahibi, dostu ve
yardımcısıdır. (“Allah’a sarılın, Mevla’nız O’dur. Ne güzel Mevla,
ne güzel yardımcıdır!” Hacc Suresi; 78)
Mısır’da
yaşamış olan Hermes insanlık tarihi bakımından dikkatle tanınması lazım gelen
bir zattır. Aşağıda O’nun arınma yolunda öğrencilerine verdiği eğitimi tanımaya
çalışacağız.
Hermetizm’e Giriş Merasimleri
Hermetizm
döneminde dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan bir çok insan, bu öğreti ve sırlar hakkında değişik
şeyler duyuyor ve Mısır’a akın akın geliyorlardı. Menfis’e vardıklarında
ağızları açık kalıyordu. Anıtlar, devasa mezarlar, ve halk şenlikleri onlara Mısır’ın
zenginliğini, bolluğunu ve haşmetini göstermeye yetiyordu. Görkemli törenler, kutsal merasimler, müzikler,
danslar gündüz ve geceler boyunca sürüyordu.
Ama bunlar Mısır’ı
görmeye gelmiş olan kişinin aradığı şeyler değildi. Onca yolu aşıp buraya, eşyanın
yaratılış sırrına nüfuz etme arzusu ve ilim tutkusu ile gelmişti. Çünkü ona Mısır’ın
sunaklarında ilahi ilme sahip alimlerin yaşadığı söylenmişti. Teb veya Menfis mabedlerinin kapılarını
yabancı işte bu hakikat sırrını öğrenmek için çalmaktaydı.
Hizmetkarlar
onu alıp bir iç avlunun dev sütunlu giriş bölümüne götürmekteydiler. Yanına Başrahip yaklaşmaktaydı.
Yüz hatlarındaki haşmet ve sükünet, gizemli bir görünüm arz eden, ama derin bir ışıkla parlayan gözleri,
hevesli yabancıyı kaygılandırmaya yetmekteydi. Bakışları onun içine işlemekteydi.
Yabancı, kendisinden hiç bir şey saklanamayacak bir kimseyle karşı karşıya bulunduğunu
derhal anlamaktaydı. Rahip ona doğum yeri, ailesi ve eğitim gördüğü mabet konusunda çeşitli sorular
yöneltmekteydi. Bu kısa sınav sonunda sırlar öğretisine katılmaya layık olmadığı
sonucuna varmışsa ona, sessiz fakat kararlı bir hareketle kapıyı göstermekteydi. Ama hevesli yabancıda
samimi bir hakikat arzusunun mevcut olduğunu saptamışsa, o zaman ona kendisini izlemesini söylemekteydi.
Rahip talibi
alarak mabedin iç avlularından geçirdikten sonra, kaya içine açılmış ve üstü açık bir geçitten geçirirdi.
Burada iki taraflı sfenksler dikiliydi. Bu geçidin sonunda küçük bir ibadethane bulunmaktaydı. Burası yer altında
bulunan mezarların girişiydi. Bu mabedin kapısı önünde Osiris’in insan boyunda bir heykeli vardı.
Osiris
sükun içinde oturmuş olup, dizleri üzerinde kapalı bir kitap bulunmaktaydı. Yüzünde bir örtü olan heykelin
altında şunlar yazılı idi: “Hiçbir ölümlü, benim yüzümün örtüsünü kaldıramamıştır.”
Baş rahip
bu kapıda talibe:
—Burası
gizli ve mukaddes bir yerdir. Şu iki sütuna bak. Kırmızı olanı, ruhun Osiris’in nuruna yükselişini
temsil eder. Siyah olanı ise, ruhun madde içinde hapsolunduğuna delalet eder. Bizim ilmimize ve inanışlarımıza
talip olan her kim olursa olsun, hayatını tehlikeye koymuş demektir. Zaaf sahibinin ve kötünün elde edeceği
şey çıldırma veya ölümdür. Yalnız temiz kalpli olanlar hayat bulurlar. Bu kapıdan nice ihtiyatsız
kişi içeriye girmiştir, ama dışarıya canlı çıkamamıştır. Burası öyle
bir çukurdur ki, içinden ancak cesur olanlar çıkabilir. Bunun için uğrayacağın
tehlikeleri
iyice düşün, cesaret edemiyorsan denemekten vazgeç. Çünkü kapı üzerine kapandıktan sonra, bir daha açılmaz,
geri dönüşü yoktur.
Bu sözleri korku
ile dinleyen talip, bütün cesaretini toplayarak, “Hepsine razıyım” deyince, Başrahip onu dış
avluya çıkarır, orada duran bir hademeye teslim ederdi. Talip bu mabette bir hafta alıkonur, en sefil işler
kendisine gördürülerek gururu sınanır ve okunan duaları dinler, kendisine asla dünya kelamı ettirilmezdi.
Bir hafta çilesini burada tamamlardı.
Bundan sonra
iki rahip yardımcısı, talibi alırlar, mukaddes mabedin sırlarını göstermek üzere bir dehlizin
önüne bırakırlardı. Artık burada talip, sırlarla dolu bir aleme girişin başındaydı.
Bu karanlık dehlizin gerisindeki odanın iki tarafında vücudu insan, başı hayvan olan heykellerle,
aslan, boğa, avcı kuşları ve yılan heykelleri dizili idi. Meşale ışıklarının
bunları aydınlattığı bu korkunç geçidi bir tek söz söylemeden geçmek lazımdı. Burada ayrıca
bir mumya ve insan iskeleti de bulunmaktaydı.
İki rahip
yardımcısı talip duvar içindeki bir deliği gösterirlerdi. Burası o kadar basık bir geçidin girişi
idi ki, içeriye ancak yerde sürünerek girmek mümkündü. Rahip yardımcılarından biri:
—İstersen
buradan geri dön. Zira kapı henüz kapanmamıştır. Geri dönebilirsin. Yoluna devam edersen geri gelemezsin!
der, talip:
—Yoluma
devam edeceğim! deyince, o zaman eline küçük bir kandil verilirdi. Rahipler derhal mukaddes mabedin kapısını
gürültü ile kapatırlardı.
Ölüm İmtihanı
Talip
dehlize girmek için yere diz çöküp, emekleyerek içeri girerdi. Bu anda yerin dibinden kulağına bir ses gelirdi.
Bu ses şöyle derdi:
—İlim
ve kaderi emel eden deliler burada helak olurlar.
Ses gelen dehliz öyle bir şekilde yapılmıştı ki, bu ses aralıklarla yedi defa yankılanırdı.
Buna rağmen yola devam etmek lazımdı. Bir müddet sonra dehliz genişler, fakat yokuş aşağı
inilirdi. Nihayet talip bir deliğe rastgelirdi, bunun içinde aşağılara doğru sarkıtılmış
demirden bir merdiven bulunurdu. Talip bu merdivenden aşağılara doğru inince son basamakta karşısına
içi katranla dolu, simsiyah, korkunç bir kuyu çıkardı. Elindeki kandille bu ölüm kuyusuna bakar ve titrerdi. Bu
kuyunun içine düşüp ölmek vardı. Canını kurtarmak için etrafı gözler, nihayet sol tarafta içinde
basamaklar bulunan bir yarık görürdü. Burası onun için kurtuluş yolu idi. Derhal bu basamaklardan yukarı
çıkar, katran kuyusundan canını kurtarırdı. Kaya içine
oyulmuş
merdivenden döne döne çıktıktan sonra nihayet, tunçtan yapılmış bir kafesin önüne varırdı.
Oradan erkek ve kadın heykellerinin bulunduğu bir sofaya çıkardı. Duvar üzerinde iki sıra boyunca
işlenmiş nakışlar görülmekteydi. Bu resimlerin hepsi birer sembolik anlama işaret etmekteydi. Salonun
bir yüzünde 11, diğer tarafında da yine 11 sembolik resim olup, güzel heykellerin ellerindeki billur fanuslar, bu
resimleri aydınlatmaktaydı. Bu mukaddes salonu koruyan “Kutsal Sembol Muhafızı” Rahip Pastofor’du.
Rahip, talibi görünce parmaklığı açar, onu güleryüzle karşılardı. Ve kendisine:
—Birinci
çileyi mutlu olarak geçirdiniz... Sizi tebrik ederim, der, adayı salonun ortasına götürerek duvardaki sembolik resimlerin
manalarını kısaca izah ederdi. Bu resimlerin herbirinin altında birer harf ve birer sayı vardı.
Burada bulunan 22 sembol, ilk 22 batıni sırrın işaretleriydi. Bunlar gizli ilimlerin alfabesiydi. Bu harfler,
Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği, kainat sırlarının anahtarı idi.
Her harf ve sayı,
üçlü bir kanuna delalet ederdi. Yani Lahuti alem, akli alem ve cismani alem’de etkileri vardı. Örneğin 1 sayısına
karşılık olan A harfi, Lahuti alem’de bütün varlıkların kaynağı olan Mutlak Varlığı;
akli alem’de, sayıların birliğini, kaynağını ve sentezini; fiziksel dünya olan cismani
alem’de de, bütün varlıkların başı olan ve sonsuzluğa uzanabilen Adem’i (insanı)
temsil ediyordu. Allah’a ulaşma sırrı ya da “A” sırrı, elinde asa, başında
altın taç, beyaz elbise giymiş olan mabud Osiris’in şekliydi. Beyaz elbise temizliğe ve doğruluğa;
asa, amirliğe; altın taç ise göğün nuruna delalet etmekteydi.
Rahip
bunları talibe anlayabileceği lisanla açıklardı. Sırları birer birer gereğince izah ederdi.
Tacı göstererek:
—Hakikati
meydana çıkarmak ve adaleti icra etmek için Allah’a ulaşan, hürleşen, nefsin boyunduruğundan kurtulan
irade, daha dünyada iken ilahi kudrete karşı görevini yerine getirir. Bu, cüzi ruhlara ebedi mükafat ve fani bedenlerin
ölümüdür, derdi. Talip hayretle bu açıklamaları dinlerdi. Hakikatlerin ilk parıltılarını görmeye
başlardı.
Ateş imtihanı
Bundan
sonra rahip bir kapı açar, dar ve uzun bir kubbeye girilir, buradan ilerlerken, karşısına alevler saçan
bir cehennem çıkardı. Talibin bu alevler içinden geçmesi lazımdı. Bunun üzerine talip ürpererek; “Ama
bu ölüm demek!”diye mırıldanır ve korku ile rehberine bakardı.
O zaman
rahip:
—Oğlum,
ölüm ancak gelişmemiş varlıkları dehşete düşürür.. Bir zamanlar ben de bu ateşin üzerinden
geçtim... hem de gül bahçesinden geçer gibi, der ve hemen ardından parmaklık kapatılırdı.
Talip,
ateşe doğru ilerlerdi. Yaklaşınca görürdü ki, bu alevler, göz boyayıcı birtakım gölgelerden,
hayalden ibaretmiş. Ateşin ortasındaki dar yoldan rahatlıkla geçerek bu ikinci çilesini de atlatırdı.
Su İmtihanı
Üçüncü
seyahati ise, su çilesi idi. Talip bu kez gerisindeki ateş odasında yanmakta olan meşalenin aydınlığında,
siyah renkli durgun bir sudan geçmek zorundaydı. Bu sınavı da atlatmış olan ve hala ürpertiler içinde
bulunan talip, yorgun ve takatsız bir hale gelirdi.
Şehvet İmtihanı
(Burada çok dikkat edelim.
Bütün bu kitapçık bu bölüm için yazılmıştır,
dikkat edelim ve bu
sınavı geçelim.)
Bu seyahat tamamlandıktan
sonra iki rahip talibin karşısına çıkar, onu karanlık bir mağaraya getirirlerdi. Orada yere
yumuşak bir yatak seriliydi. Mağaranın kubbesinde sönük bir tunç fanus asılıydı. Burada talibi
kirli elbiselerinden soyup yıkarlardı. Sırtına da ketenden bir elbise giydirirler, üzerine güzel kokular
sürerlerdi.
Ve kendisine,
—Burada
rahat et, Baş rahibi bekle, derlerdi.
Yorgun talip,
derhal tatlı bir uykuya dalardı. Biraz sonra mağaranın derinliklerinden nefsinin şehvet arzularını
uyandıran müzik sesleri işitirdi. Uzaktan gelen bu müzik sesleri, onun içine tesir ederdi.
Ateşten
bir hayalin içine gömülmüş olan talip, gözlerini kapar ve tekrar açtığında ise yatağının
biraz ötesinde onu allak bullak eden bir kadın görüntüsü ile karşılaşırdı.
Karşısındaki
erguvan renginde bir tüle bürünmüş, boynunda inci kolyesi olan bir kadındı.Sol elinde güllerle taçlandırılmış
bir kadeh tutmakta ve talibe özlemle bakmaktaydı. Bu kadın dişi bir hayvanın tüm güçlerine taş çıkaracak
bir cinselliğe sahipti. Alaca karanlıkta gözleri parlamaktaydı. Talip şaşkınlık içinde
ayağa fırlar ve ne yapacağını bilemeden ellerini göğsüne bastırıp öylece kalırdı.
(Ey talip, haram şehvete paydos! Üniversite’den atılacaksın, dikkat et, buradan geçmeye çalış.)
Kadın ağır adımlarla yaklaşıp, fısıldayarak şunları söylerdi:
—Yakışıklı
yabancı, benden korkuyor musun? Sana galiplerin ödülü olarak kendimi getirdim, mutluluk kadehini al; yorgunluğunu
giderir.
Talip tereddüt
içinde yalpalayıp dururken kadın, sanki yorulmuş gibi, yatağa oturmakta ve yalvaran gözlerle ona bakmaktaydı.
Kendisini tenin arzularına, şehvete kaptıranın vay haline! Elini kadının eline sürdüğü
ve dudaklarını o kadehde ıslattığı anda iş yolundan çıkmakta ve aday kendini kadın
ile birlikte yatakta bulmaktaydı. Şehvete yenik düşmüş ve içtiği sıvının etkisiyle
uykuya dalmıştı.
Uyanınca
kendisini yapayalnız ve kaygılar içinde bulmaktaydı. Kasvetli lamba ışığının
altında ayakta duran Başrahip ona şöyle seslenmekteydi:
İlk
çileleri atlatmıştın. Ölüme, ateşe ve suya galip gelmiştin. Fakat kendi nefsine hakim olamadın..
Senki ruhların en yüksek mertebesine sahip olmaya taliptin, Hislerine ait ilk sınavda bile başarısızlığa
uğradın ve madde uçurumuna yuvarlandın. Şehvetinin esiri olan kişi karanlıklarda yaşar.
Sen, karanlığı nura tercih ettin. Öyleyse karanlıkta kal da gör halini. Karşı karşıya
bulunduğun tehlikelerden daha önce sana söz etmiş ve seni uyarmıştım. Hayatını kurtardın,
fakat hürriyetini kaybettin.
Bundan
böyle bu mabedde hayatının sonuna kadar esir kalacaksın. Kaçarsan öldürüleceksin.
Bu güzel kadın
genç talibin nefsini tecrübe etmek için gönderilmişti. Eğer genç şehvetine galip gelmez, kadınla sevişirse,
artık o mabedde ebediyyen esir yaşardı.
Eğer talip
kadını reddederse, kadehi devirip yere dökerse sınavı başarmış olurdu. Bu takdirde ellerinde
birer meşale olan 12 rahip gelerek onu alırlar, ilahiler okuyarak Osiris’in bulunduğu salona getirirlerdi.
Orada beyaz elbiseler giymiş genç rahipler, yarım daire olmuş beklemekteydi. Pek muhteşem bir şekilde
aydınlatılmış olan bu mukaddes salonda, Osiris’in muazzam bir heykeli bulunmaktaydı. Göğsünde
altın bir gül, başında 7 kaseli bir taç vardı. Başrahip, erguvani bir elbise giymiş olduğu
halde talibi kabul eder, ona sır saklayacağına ve itaatkar olacağına dair yemin ettirirdi. Bundan
sonra bu talibi, rahip yardımcısı sıfatıyla tebrik ederdi. Talibin buraya kadar geçirdikleri, kabul
merasimiydi, başka bir deyişle giriş sınavıydı, esas üniversite eğitimi bundan sonra başlardı.
Böylece talip hakikat ehlinin arasına katılmak üzere ilk adımını atmış olurdu.
İkinci Eğitim (İkinci Üniversite)
Bundan
sonra talip uzun bir eğitim dönemine başlardı. Bu uzun eğitim döneminde hedefi bilmek değil, olmak’tı.
Terk yoluyla güçlenmekti.
Öğrenciye
küçük bir oda tahsis edilirdi. Burada yatar, kalkardı. Öğretmenler tarafından kendisine dersler verilirdi.
Bir şehir kadar geniş olan ibadethane
salonlarında
ve avlularında dolaşabilirdi. Etrafında piramidler, dikili taşlar göklere yükselmekteydi. Dikili taşların
üzerinde hiyeroglif yazıları bulunmaktaydı. Öğrencinin okuduğu dersler insanlık tarihi, mabetler,
botanik, tıp, mimari ve mukaddes müzik idi.
Burası bir
üniversite halinde idi. Buraya en zeki, istidatlı adaylar alınır, yüksek dereceli bir eğitime tabi tutulurdu.
Medeniyet tarihindeki birçok müsbet ilimler burada meydana getirilmişti. Fizik, kimya, geometri, astronomi pek ileri
gitmişti. Doğal olayların kanunları, burada bulunmuştu.
Hermetizm, bir
dinden ziyade bir tefekkür merkezi idi. Allah’ın varlığı ve birliği bu maddi ve manevi eğitim
vasıtası ile bilinirdi. Buradaki öğrenciler yalnız öğrenmekle kalmazlardı, araştırmakla
da vazifeli idiler. Hepsi birer mütefekkir idi.
Onlara
göre ilmin terakkisi, hakikatlerin insan ruhunda doğması ile mümkün olabilirdi. Bu ruhun yaratıcı olmasına
gayret ettirirlerdi. Bu da uzun bir çalışma sayesinde mümkün olabilirdi.
Bu öğrencilere
öğretmenleri, hiçbir şeyde yardım etmezlerdi. Öğrenciler bu işe şaşarlar, fakat zamanla
manasını anlarlardı.
Öğrencilerden
mutlak itaat isterlerdi. Onlara dereceler hakkında bilgi vermezlerdi. Öğretmenlerine bir şey sorarlarsa, “Bekle
ve çalış!” derlerdi. Birçok öğrenci şüpheye düşerdi. Buraya geldiklerine pişman olurlar,
bu adamların birer sihirbaz olduklarına inanırlardı. Fakat zaman geçtikçe, manevi doğuşlarla
gayba ve sırlara vakıf olmaya başlarlardı. Öğrenci, ibadethanenin ve geçirdiği sınavların
manasını o zaman anlardı.
Öğrenci,
duvardaki işaretlerin manasını anlamaya çalışırdı. Zamanla kalbinde yeni şeyler doğmaya
başlardı. Öğretmenlerinden birine sorardı:
—Acaba
günün birinde, Osiris’in gülünü koklamak, Osiris’in nurunu görmek nasip olacak mı?
Buna
cevap olarak şöyle denirdi:
—Bu bizim
elimizde değil. Hakikat verilmez. İnsan, onu kendi nefsinde bulur. Yahut bulamaz. Biz seni zorlamayız. Sen
kendi kendine vasıl olmalısın. Kutsal çiçeğin açılmasını zorlama. Onun zamanı gelmişse,
birgün olur. Çalış ve yalvar.
Öğrenci
odasına çekilir, böylelikle nice yıllar geçerdi. Düşünür, hakikati bulmaya çalışırdı. O
artık Hakk’a teslim olmuş, hakikate kendini vakfetmiş olurdu.
Fetih (Açılış)
Günün
birinde Başrahip bu öğrencinin yanına gelir:
—Oğlum!
Hakikatın sana açılacağı saat yaklaşıyor. Çünkü sen, kalbinin derinliklerine nüfuz ederek, orada
ilahi hayatı buldun. Temiz kalbinle, hakikate aşkınla, terk yolundaki başarın sayesinde bunu hak
etmiş durumdasın. Osiris’in nurunu hiçbir kimse, ölüp dirilmeden göremez. Şimdi seni yer altında
bir mezara götüreceğiz. Sakın korkma. Çünkü sen, bizdensin!
Alacakaranlıkta rahipler, ellerinde
birer meşale ile, öğrenciyi yeraltında bulunan bir odaya getirirler, orada mermerden yapılmış
üstü açık bir lahitin önünde dururlardı.
Rahip:
—Hiçbir
kimse ölümden kurtulamamıştır. Ölen her ruh, tekrar dirilecektir. Haydi bakalım, diri olarak gir şu
mezara, nuru bekle! Bu gece büyük korkunun kapısından geçecek ve tasarruf sahiplerinin eşiğine ulaşacaksın.
Öğrenci bu tabuta girdikten sonra, Başrahip elini üzerinde gezdirip onu kutsamaktaydı. Rahipler sessizce oradan
çekilip giderlerdi. Odadaki lambayı da söndürürler, her tarafı bir karanlık kaplardı. Bu anda genç öğrencinin
kulağına, derinden derine bir cenaze duası gelmekteydi. Mermer tabutun soğukluğu, karanlık,
sessizlik ve duanın hüznü onun üzerinde pek acı tesir ederdi. Ölümün ızdıraplı evrelerinin tadını
bir bir tatmakta ve sonunda baygın uykuya dalmaktaydı. Tüm hayatına ait sahneler, hayali şeyler olarak
gözünün önünden geçmekte, dünyevi şuuru da giderek silikleşmekte ve dağınıklaşmaktaydı.
Bedeninin eriyip dağıldığını hissettikçe, varlığının esir olan bölümü de
serbestleşmekte ve bir vecd hali meydana gelmekteydi. Biraz sonra karanlığın içinden parlak bir nokta
belirirdi. Bu nokta yavaş yavaş yaklaşır, büyür, nihayet üç köşeli bir yıldız belirirdi.
Şuaları renk renk idi. Biraz sonra bu yıldız kaybolur, bir güneş görülürdü. Biraz sonra bu nur da
silinerek bunun yerine bir gonca görünürdü. Biraz sonra bu gonca gül açardı. Bu beyaz bir güldü, fakat yavaş yavaş
kızardığı görülmekteydi. Çok geçmeden, bu gül bir koku bulutu halinde buharlaşmaktaydı. Vecd
halindeki aday işte o anda kendini sıcak ve okşayıcı bir nefesin içine gömülmüş halde hissetmekteydi.
Şekilden şekle büründükten sonra bu bulut yoğunlaşmakta ve bir insan yüzü görünümüne bürünmekteydi. Bu,
genç ve mütebessim bir kadındı. Yüzünde bir örtü bulunmaktaydı. Elinde papirüslerden yapılmış
bir kitap vardı. Bu kız tabutta yatan gence yavaş yavaş yaklaşır ve ona derdi ki:
—Ben
senin göze görünmez kızkardeşinim. Senin ilahi ruhunum. Elimdeki, senin hayat kitabındır. Yazılı
sayfalar senin geçmiş hayatının olayları ile doludur. Boş sayfalara ise gelecek hayatın yazılacaktır.
Bir gün, bu sayfaların tümünü gözlerinin önüne sereceğim. Şimdi beni tanıdın. Ne zaman beni çağırırsan,
derhal gelirim.
Birden herşey
silinip gitmekteydi. Feci bir ızdırabın ardından öğrenci kendini sanki bir kadavraya girmişcesine
bedenine girmiş halde buluvermekteydi. Şuuru tekrar yerine gelirken, sanki eli kolu demir halkalara bağlıydı;
başının üzerinde kocaman bir ağırlık oturmaktaydı. Uyandığında çevresinde
rahipler, en başta da Başrahip bulunmaktaydı. Genç öğrenciyi ayağa kaldırdıktan
sonra, ona bir kadeh teskin edici şerbet içirirdi.
—İşte
tekrar hayata döndün, bizimle birlikte sofraya gel ve bize Osiris’in nuruna yaptığın seyahati anlat,
artık bizlerden birisin, der, öğrenciyi yemeğe götürürlerdi.
Beraberce
yemek yedikten sonra, Başrahip artık bir rahip yardımcısı olan öğrenciyi alarak öğle vakti
mabedin rasathanesine çıkarır, orada kendisine Hermes-Tot’un sırlarını öğretmeye başlardı.
Hermes-Tot’un miraca çıkıp, kainatı seyretmesini ve yedi kat göğü gördüğünü anlatırdı.
Orada Cenab-ı Hakk’ı gördüğünü bildirirdi.
Bundan sonra
rahip yardımcısı, tam ve hakkıyla hakikat ve Tevhid dinine (İslam’a) girer ve kainatın
sırlarını bulmak için araştırmalar yapardı. Din uğruna sarfedilen gayretler, çalışmalar
ve zekanın işlemesi, insanlığa yeni şeyler kazandırırdı. İlimlerin ve fenlerin
gelişmesi, Allah’ı bulmak için sarfedilen bu vecdi çalışmalar sonucu olmuştur.
Görüldüğü
gibi eski Mısır’da maddi ve manevi ilimler, bir arada ele alınıyordu. Mısır’a giden
Yunanlı filozof ve matematikçi Pisagor, bu kutsal ilmi Yunan diyarına getirdi ve kurduğu okulda öğretti.
Pisagor’dan sonra maddi ve manevi ilimler, birbirinden koptu. Matematik, fizik, astronomi vs. bilimler, giderek insan
ruhundan ayrı olarak ele alınmaya başladılar. Öte yandan Pisagor’un hikmet (felsefe) öğretisi,
Sokrat’a ondan Eflatun’a (Platon), ondan da Aristo’ya geçti. Bilindiği gibi Eflatun, bütün Batı
felsefesinin babası sayılır. Ancak felsefenin de manevi tarafı, bin yıllar içinde kayboldu.
Ne zaman ki Hazreti
Muhammed (SAV) Kur’an-ı Azimüşşan ile, vahiyle zuhur etti, diğer bütün dinler aslına kavuştular.
Kur’an-ı Azimüşşan’a geçtiler. Fakat kendi nefslerine uyarak, yalnızca yanlarında bulunandan
gururlananlar, ayrılığa düşerek ve hurafelere kapılarak saptılar. Ancak ve ancak Allah ve Resulü
Hz. Muhammed (SAV)’in gösterdiği dosdoğru yolda hiçbir ayrılığa ve düşmanlığa
düşmeksizin bir ve bütün olundu. İlim, hikmet, huzur, barış ve adalet ancak bu yolun nadide gülleridir.
İnsanlık kendisine uzatılan eli boşa çevirmeden halk edilişindeki mükemmeliğe, kemalata muhakkak
ulaşmaya gayret etmelidir. Dönüşümüz O’nadır, O’ndan başka dönülecek yoktur.
Hacı
Ahmet Kayhan
Bu yazı Ahmet Kayhan'ın "Ruh ve Beden" isimli eserinden
alınmıştır