ÇAĞIN
                           RUHU
                            
                           Dünya çapında yaygın bir geleneğe göre, makrokozmosun ‘hayatı’ binlerce
                           yıllık bir manevi bereket dönemiyle başlamış Altın Çağ’dan aşağıya
                           doğru yavaş yavaş Gümüş Çağ’ına, Bronz Çağ’ına ve sonunda nispeten daha
                           kısa olan ve manevi bereketin maddi refaha dönüştüğü bir çağa ulaşmıştır. 1 Bu Demir Çağı ya da
                           Hinduların ifadesiyle Karanlık Çağ dönemi, çevrimin en son sonbaharı ve kışıdır ve
                           yaklaşık olarak ‘tarih öncesinin’ tersine ‘tarihi’ olanla çakışmaktadır.
                           İster makrokozmosa ister mikrokozmosa ait olsun bütün ileri yaşların hastalıkları vardır. Ancak
                           normal sayılabilecek ileri bir yaşın öte yandan bizim bütün yönlerden gördüğümüz negatif işaretleri
                           gerisinde yarı-gizli hikmetleri de vardır. Günümüzün de aynı şekilde, hiçbir geçmiş çağın
                           özelliği olmayan ve zamanımızın başka bir alameti olan bir takım olumlu özellikleri vardır.
                           Bunun yalnızca ileri yaşta hikmete sahip olunduğu veya benzer şekilde zamanımızın
                           bu konuda çok ileride olduğunu iddia etmek anlamına gelmediğini söylemeye gerek yok. İnsanlık makrokozmosun
                           kalbidir ve çevrimin dört çağı insanlığın evreleri gibidir. Altın Çağ’ın üstünlüğü,
                           o çağdaki insanlık genelinin –hikmeti içinde barındıran- manevi zenginliğinden kaynaklanıyor.
                           Bu bütün, sonradan önce bir çoğunluktan başkaca bir şey olmayan bir duruma, daha sonrada bir azınlığa
                           ve nihayette de küçük bir şeye dönüşmüştür. Her şeye rağmen özellikle ileri yaşlara ait olduğu
                           söylenebilecek bir hikmet tarzından bahsedilebilir. Bunun gençlik çağlarında ve orta yaşlarında yeterince
                           zeki olmayanlar tarafından belirli ölçülerde önemsenmeye açık olduğu söylenebilir. Devrin ileri ki yaşları
                           buna uygun bir ortam sağlamamak durumundadır. Aşağıdaki paragraf bize son zamanlarda meydana gelişi
                           sebebiyle kesin olarak günümüze ait olan, toplumsal ya da makrokozmik zekâ konusunda ipuçlarını veriyor.
                           ‘Genelde olayları yeterince derinliğine araştırmayan ve üstelik önceleri
                           böyle şeylere ihtiyaç duymayan dini savlar psikolojik olarak bir anlamda eskimiş ve nedenselliğin belirli bazı
                           icaplarını yerine getirmede başarısız oluyorlar. İnsan toplulukları zamanın geçişiyle
                           birlikte, bir yandan bozuluyorsa da, diğer yandan yaşlanmaları sayesinde her ne kadar hatalarla karışık
                           olsa da tecrübe kazanıyorlar. Bu ise etkin olmayı düşünen her türlü dini eğitimin dikkate alması
                           gereken bir çelişkidir. Genel hatalardan yeni yollar edinmek yerine, daha üstün bir düzenin duygusal değil fakat
                           akli savlarını kullanarak ancak etkin olunabilir.’ 2 
                           ‘İnsan toplulukları’ ibaresinin çoğul halinde kullanılması
                           bize zamanın geçişiyle birlikte bozulan modern dünyanın, bize bozulma konusunda tek örneğin oluşturmadığını
                           hatırlatıyor. Her dört çağın kendi içinde bir ‘gençlikle’ başlayıp bir ‘yaşlılıkla’
                           sona eren küçük bir devri içerdiği söylenebilir. Bunların içinde yine de daha küçük başka devirlerde vardır,
                           örneğin eski Mısır medeniyeti ya da eski Roma medeniyeti gibi. Bütün bu daha küçük olan devirlerde bir dereceye
                           kadar sonlara doğru ‘ilerleyen yaşlar sebebiyle tecrübe’ birikimi olması gerekir. Uzatmalarıyla
                           birlikte 1500 yıl önce kurulan ve o özel insan topluluğunun en son evresi olduğu söylenebilir. Benzer şekilde
                           bu yüzyıl aynı zamanda birçok diğer Hindu, Amerikan yerlisi, Yahudi, Budist ve İslam toplumunun son safhasını
                           belirliyor. Bu toplulukların geleneksel olarak birbirinden ve Batı dünyasından olan farklılıklarının
                           Batı hayat tahakkümü neticesinde kaybolmasıyla bunlar, Batı dünyasıyla yekvücut hale gelmişlerdir.
                           Fakat aynı zamanda dört çağın en sonuncusunda yaşıyoruz ve sonuncu çağda oluşumuzdan bunun
                           sonu, bir bütün olarak dört çağlı büyük çevriminde sonu olacaktır. Diğer bir deyişle yeni dört çağlık
                           bir devirle takip edilecek makrokozmosun en ileri uç çağını idrak ediyoruz.
                           Devrin bu çok büyük uzunluğu sebebiyle makrokozmosun en son çağına yirminci yüzyıldan
                           çok daha önce ulaştığı söylenerek itiraz edilebilir. Bu doğrudur, fakat söz konusu son çağ yardımcı
                           genç devirlerle çevrelenmiştir. İki bin yıl önce büyük devrin yeni başlayan alacakaranlığı
                           Hıristiyanlığın doğuşundan önce geri çekilmiş, bunu daha sonra İslamın doğuşu
                           izlemiş ve hatta yedi yüzyıl gibi yakın bir zaman önce de Hıristiyanlığın ‘ikinci
                           doğuşu’ denilen şey gerçekleşmiştir. 3 Bu büyük katedrallerin inşa edildiği ve bir çok mistik tarikatın
                           kurulduğu bir dönemdir. Her ne kadar büyük devrin en son çağında olduğundan istikrarsızca olsa da
                           Hıristiyanlığa ‘taze bir çıkış’ sağlanmış oldu. Ne var ki bu çok
                           uzun sürmedi ve çok geçmeden bozulmanın kozmik akıntısına katılmış oldu. Bunun karşısında
                           kapsadığı bütün kapalı devirlerin son çağlarıyla takviye olunan büyük devrin, büyük son çağını
                           biraz olsun değiştirecek hiçbir şey yoktur. Bu yüzden makrokozmik olarak, bugün canlı herkesin yaşları
                           ne olursa olsun ‘yaşlı’ olduğu söylenebilir. Burada her bir kişi için, olum ya da olumsuz
                           olsun, onun makrokozmosta yani bir bütün olarak alındığında insan topluluğunda son çağın
                           hangi yönünü temsil ettiği ve hangi derecede etkin veya edilgen olduğu sorusu ortaya çıkıyor.
                           Artık etkinliği bulunmayan dini (pastoral) eğitim konusunda Schuon’un söylediklerine
                           gelince, geçerli olan yalnızca tek bir din vardır o da ‘bizimki’ şeklinde dile getirilen dogma,
                           psikolojik olarak bir anlamda eskimiş delillere bir örnek olarak verilebilir. Bu tür eğitimler ‘nedenselliğin
                           bazı icaplarını’ yerine getirmede başarısız oluyorlar, çünkü bunların, dinin Allah’ın
                           izzetini hissettirmek yönündeki ana amacını yok ettiğini düşünüyorlar. Çağdaş insan kısmen
                           kendi içinde bir trajedi olan farklı geleneksel medeniyetlerin koruyucu duvarlarının yıkılması
                           sebebiyle ve kısmen de aşırı derecede artan seyahat imkanları ve dolayısıyla da insana
                           bir çok kanallardan akan bilginin fazlalaşması sebebiyle, atalarının aksine daha kapsamlı bir dünya
                           görüşüne sahip olmaktan geri duramadı. Bu genişlemiş dünya görüşü onun kendi dininin dışındaki
                           dinlerden de etkilenmesi, en azından onların varlığının kendi dininin bütün dünyaya yayılmasını
                           önlediğini anlamaya onu zorlayabilir. Eğer onlar yayılıyorlarsa binlerce yıllık geçmişleriyle
                           bunların geniş bir alana yayılmalarına izin veren O’nun izzeti değil midir?
                           Bu izzeti beşeri önyargılara feda etmek istemeyenler için ‘dünya dinleri’
                           olarak adlandırılmalardan hiçbirinin Allah tarafından bütün yerkürede hâkim olmak üzere gönderilmiş olamayacağı
                           apaçık ortaya çıkmıştır. Yalnızca bir insan topluluğu için olan Hinduizm ve Yahudilik gibi
                           ibadet biçimlerinde bu sorun ortaya çıkmıyor. Fakat her ne kadar her biri gerçekte herkese açık olsa da Budizm,
                           Hıristiyanlık ve İslam şüphesiz kendilerine özgü insanlık sektörüne sahiptir. Her ne kadar sınırları
                           tanımlamak zor olsa da ve her ne kadar bunlardan en son vahyedileni olan İslam, durumun gerektirdiği şekilde
                           bir çok yönde ilerlemeye devam etse de, en azından çağın sonuna kadar üç sektörün büyük ölçüde aynı kalacağı
                           söylenebilir. Fakat eğer bu tür nesnel bir din görüşü yaygınlaşırsa, bu çoğunlukla aklın
                           keskinliğinde bir artışa bağlı olmaktan çok ‘yaşlı insanın’ ‘tecrübeli’
                           olması gerçeğine bağlıdır. Diğer bir deyişle bu mevcut çağın (yaşın)
                           olumlu yönlerine edilgin bir katılım sebebiyledir. Ancak aklen faal olan bir kimse için, bu evrensel bakış,
                           ikinci dereceden ve tamamlayıcı bir değeri haizdir; ‘çağın ruhu’ terimiyle ifade edilen
                           bu külli perspektifin her şeye rağmen zaruri olduğu da belirtilmelidir.
                           Bununla ne denildiğini anlamak için ileri yaşların özelliklerini daha detaylı
                           inceleyelim. Makrokozmosun ‘ileriki yaşlarından’ bahsetmek yalnızca mecazi anlamda konuşmak
                           demek değildir. Bütün dinlerde farklı şekillerde ifade edilen bir öğretiye göre makrokozmos ile mikrokozmos
                           arasında kıyaslanabilir gerçek bir mütekabiliyet vardır, öyle ki bu, kelimelerin anlamlarında da gizlidir:
                           ‘büyük âlem’ ve ‘küçük alem.’ Bu evrensel öğreti sayesinde makrokozmosun bazı anlaşılması
                           zor yönlerini mikrokozmostaki mütekabil vecheler vasıtasıyla anlayabiliyoruz. Mikrokozmosun, daha doğrusu normal
                           mikrokozmosun ileriki çağlarını, daha detaylı olarak incelediğimizde –zira o başlı
                           başına makrokozmosa tekabül eder- zamanımızın muğlâk, bölünmüş, ikili tabiatı daha
                           iyi anlaşılacaktır. Normal kelimesi burada harfiyen kullanıldı, norm olan şeyin sıfatı
                           anlamında. Yalnızca ilk yaratıldığı şekliyle insan ya da başlangıçtaki durumunu
                           yeniden kazanan kimse Taoistlerin gerçek insan dedikleri, hayatı makrokozmosun ‘hayatına’ yani artık
                           sonuna yaklaşılan zaman devresine tekabül eden insan, tam bir mikrokozmos olarak kabul edilebilir. Gerçek insanda
                           yani Veli’den yola çıkarak, insani norma tam anlamıyla kazanılmış olmasa da en azından
                           tam bir bütünlüğü olan, gerçekte manevi her insanı da ekleyebiliriz.
                           Makrokozmos gibi normal mikrokozmos da ileriki çağlarda iki zıt eğilimin gerilimine
                           muhataptır; hayatın ilk döneminde nispeten gelişmemiş olan ve dünya cennetinde insanın tamamen bağışık
                           olduğu bir çelişkiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki ölümsüz bir canın (Ruh’la
                           ülfet halinde olan bir can) ölümlü bir bedene hapsedilmesinden kaynaklanır. Beden canın bir sureti ve aynı
                           zamanda bir devamıdır. Gençlikte beden genelde olumlu bir simge olarak göze çarpar ve onunla can arasında mükemmel
                           bir uyum vardır. Makrokozmik çevrimin ilk çağlarının uyumlu homojenliliği de buna benzer; fakat yavaş
                           yavaş mikrokozmosta beden yalnızca bir simge olduğunu gösterir ve bu ‘yalnızcalık’ zaman
                           geçtikçe daha da şiddetlenir. Bu yüzden bir yandan ölümle sonuçlanan tedrici bir bedeni bozulma görülürken diğer
                           yandan maneviyatın olgunlaşması söz konusudur. Normal bir ileri yaşın ana özelliği olan berrak
                           ve nesnel bir bilgelik kendi aşkınlığıyla, artan bedeni zayıflığın4 kaçınılmaz bir sonucu olan
                           birçok hastalığa ağır basar ve belirli bir anlamda onları mağlup ettiği söylenebilir. Makrokozmosun
                           buna tekabül eden hastalıkları, hastalık olarak görüldüğü sürece, akıl için olumsuz olmayan bir ortam
                           yaratır. Tarafsızlık bilgeliğin asli özelliklerindendir. Bu erdem, iyi zamanlarda yalnızca büyük
                           manevi gayretlerle elde edilebilen, kişinin dünyasını karmakarışık yıkıntılar
                           arasından görebilmesiyle daha irticali bir hale getirilebilir.
                           Normal ileri yaşın, zamanımızın yegâneliği sayesinde en olumlu özelliklerinden
                           sayılabilecek ve aynı şekilde makrokozmik mukabili bulunan bir özelliği daha vardır. Bazan ruhani
                           kadın ve erkekler için hayatlarının sonunda ‘bir ayaklarının hâlihazırda cennette olduğu’
                           söylenir. Bu ölümün ani bir son olduğunu, sürekliliğin kesilmesini inkâr etmek anlamına gelmez. Bu anlama gelmez
                           ama böyle olabilir, zira ölümlü olan ileri yaşı, ölümsüz olan bir gençliğe dönüştürmek zorundadır.
                           Her şeye rağmen hagiografi bize mübarek şahısların son günlerinin son derece aydınlık ve
                           saydam olabileceğini öğretmektedir. Yine ölümün yakın olması sebebiyle başa gelebilecekleri önceden
                           tatma anlamında hayal gibi bazı özel lütufların elde edilmesi garip değildir. Başlı başına
                           ileri yaşın en üstün yönü olan manevi olgunluk, böylece yaşlılıktan çok gençliğe ait bir aydınlanmayla
                           süslenir. İşte bu bölümün başlığının işaret ettiği bu sentezdir yani daha doğrusu
                           onun makrokozmik mukabilidir. Zira benzer şekilde makrokozmosta son çevrimin sonu gelmeden önce, Altın Çağ’ın
                           yakınlığı gizemli bir şekilde kendini hissettirir. İleride göreceğimiz gibi bu tür bir
                           sezgi yer kürenin birçok değişik yerinde görülmüştür. Burada, sonla başlangıcın bu birleşme
                           noktasında, hangi sebeple ‘Ahir’in Evvel olacağı’5 konusunda beklide bütün eldekilerden daha kuvvetli bir sebebimiz var.
                           Makrokozmosun ileriki çağlardaki zayıflığı bu kitabın bundan önceki
                           dokusunu oluşturuyor. Halen bahsettiğimiz hastalıklara modern dünyada bolca bulunan ve yanlış yola
                           sapmayı eskisinden çok daha kolaylaştıran birçok sahte tasavvuf cereyanlarını ve delaletleri de ekleyebiliriz.
                           Bunlara rağmen, bugünün gelişen karşıtlarının en olumlu yönü sayesinde en üstün ve derin hakikatlere
                           ulaşmak aynı şekilde daha kolaylaşmıştır. Hakikatler perdelerini devri bir zaruret icabı
                           olarak, adeta makrokozmosun son dönem hikmetini yerine getirme ihtiyacı yüzünden açmaktadırlar. Bu aynı ihtiyaç
                           içe doğru, hatalardan uzağa ve bu hakikatlere doğru bir harekete yol açmak zorundadır, zira hikmetten
                           bahsetmek tasavvuftan bahsetmektir. Gerçekte bu, daha dolaysız ve sor nüfus edilebilir alametlerden ayrı olarak
                           hiç kuşkusuz bir azınlığa hitap etmekle birlikte tasavvufun yabancısı olduğu bir ölçüde
                           artan neşriyatla yapılmaktadır. Zamanımızın ruhunun karmaşık yapısı tersi
                           durumda sebebini izah etmenin çok zor olduğu gerçekleri açıklayabilir. Koy ile kaynağın bu buluşmasında,
                           koy kaynaktan bir hız edinir; bu hız yaşlılık dönemi için hiç de tipik olmayan ani oluşumlara
                           yol açar. Söz konusu içe doğru hareketin geleneksel süreklilikte zaten daima var olduğunu ve herhangi bir olayın
                           basit bir sonucuymuş gibi gelişmediğini söylemeye gerek yok. Ve aynı zamanda bu durum, tasavvufi yönelişe
                           olan yaygın hazırlıksızlığı da açıklıyor. Tasavvufi bir yola kendi içlerinde
                           gerçek anlamda layık olanların çok azı dışında hemen hepsi modern dünyada yetiştikleri
                           ve eğitildikleri için, kaçınılmaz olarak belirli bir ilk aydınlanmaya ihtiyaç duyuyor.
                           Bu çoğunlukla ilk yaşlarında zahiriliğe tutunan ve tasavvufa olan liyakatlerini
                           kısmen bu çağda doğmuş olmalarına borçlu bulunan, sayıca daha fazla ve daha az vasıflı
                           diğerleri için de geçerlidir. Aşağıdaki alıntı bu çelişkiyi açıklamamıza yardımcı
                           olacaktır: Sınırları ve dışarıda bıraktıklarıyla zahirilik güvenilmez bir
                           şeydir; tarihte öyle bir zaman gelir ki her türlü deneyimler onu müstesnalık iddialarını değiştirmeye
                           zorlar. İşte bundan sonra bir seçim yapmak zorunda kalır; bu sınırlamalardan ya yukarıya doğru
                           bir yolla yani tasavvufla kurtulmak ya da aşağıya doğru dünyevi, mahvedici bir özgürlükle. Tahmin edilebileceği
                           gibi Batının medeniyetçi zahiriliği, bu gibi durumlarda etkisiz kalan birkaç batıni kavramla zenginleştirilmiş6 aşağıya doğru
                           olan yolu seçmiştir.
                           II. Vatikan tarafından Katolik kilisesi için resmen onaylanan ve halen Batı Avrupa’daki
                           diğer kiliselerinde özelliği olan bu daha aşağı tercih, insanları her şeye rağmen
                           yukarıya doğru olan yolu, yani tasavvufu seçmekten alıkoyamıyor. Geçmişte buna layık olmayanlardan
                           bazıları şimdi tamamıyla günümüzdeki manevi buhranla şiddetle sınanan ve yüksek olanı alçak
                           olana tercih yoluyla fazlasıyla ispatlanan olumlu tavırları sayesinde tasavvufa kavuşabilmişlerdir.
                           Bir yanda belirli bazı zahiri gemilerin batması her halükarda tasavvufun sorumluluklarını artırmıştır;
                           tasavvuf ise denizde imdat isteyen ve başka kurtuluş ümidi bulunmayan bu gemilere yardım elini uzatmaktan geri
                           durmaz; öte yandan geçmişte kalitesizlik olarak değerlendirilmiş olan kayıtsızlık, dönüştürülebilir
                           veya ‘ileriki yaşların’ getirdiği faziletlerle bir ölçüde de olsa bertaraf edilebilir. Şartlar
                           ne olursa olsun, çağdaş karmaşa içinden doğru kılavuz yönüne uzatılmış yalvaran her
                           el, sahibinin manen edilgin çoğunluğa indirgenemeyeceğinin bir göstergesidir.
                           Bu ilk aydınlanmaya olan yaygın ihtiyaçla ilgili olarak, tasavvufun Mutlak duygusunu
                           öngördüğü unutulmamalıdır. Daha kesin bir deyişle, gerçekte bu duyguyla boyanmamış hiçbir can
                           olmadığından, tasavvuf bunun en azından belli bir dereceye kadar, gerçek ve etkin olduğunu öngörür.
                           Bu bağlamda Mutlak’la dolaylı bir ilişki de gerçekleştirilebilir; Mutlak’la yani, eğer
                           böyle bir terim kullanılabilirse O’nun ‘feyezanı’ ile O’nun bu âlemde çeşitli mertebelere
                           taşan feyziyle. Bu tür ‘feyezanlardan’ birisi bizzat tasavvuftur ve bu bölünmezdir, ancak O’nun ruh
                           üzerindeki etkisi Mutlak Olan’ın diğer dünyevi tezahürleriyle kuvvetlendirilebilir. Örneğin güzellik
                           argümanı hakikat argümanlarına kuvvetli bir müttefik sayılabilir.
                           Teokratik medeniyetlerde manevi otorite ve dünyevi iktidar tabiatın güzelliğine insan
                           tarafından boş yere tecavüz edilmemesine özen göstermişlerdi.  Tabiata
                           paralel olarak cennetten bir hediye olarak gelen, belli bir tarza uyan ve yalnızca bir insan icadı olmayan kutsal
                           sanat nesneleri vardı; kelimenin burada ele aldığımız tam anlamıyla, kutsallığın
                           bir billurlaşması olarak kutsal sanat, arındırma ve aydınlatma gücüne sahip manevi bir varoluş
                           tarzıdır ve benzeri bir gücün zahidane uygulamalarının aksine insandan tabii eğilimine aykırı
                           hiçbir talepte bulunmaz.
                           ‘O7, kutsallık için neler yapılması gerektiğini öğütleyen bir vaazın yerine, güzelliği,
                           dolayısıyla da kutsal olan evrenin görüntüsünü koyarak işe başlar, insanın doğal olarak ve beklide
                           gönülsüzce kutsallık alemine katılımını sağlar.’
                           8
                           Bugün tecavüzlere rağmen tabiat hala insana gerçek mirasını hatırlatan tükenmez
                           bir hazine olarak duruyor. Ancak o, öğretinin ışığında etkin olabilen bir hatırlatıcıdır.
                           Hıristiyan medeniyetinin bakir tabiata paralel olarak bir hatırlatma imkânı elde edemeden gitmiş olduğu
                           düşünülebilse bile, giderken sınır taşlarının birçoğunu da geride bırakmıştır.
                           Bunların bazıları harikulade güzellikte; örneğin katedraller, onları meydana getiren çağın
                           manevi yüceliğine şahitlik eden abidelerdir. Kutsal sanat olarak sahip oldukları güçlerine ilaveten maneviyatın
                           evrensel kuralına beliğ – her ne kadar bugünün cehenneminden öyle görülmese de- örnekleridir: ‘önce
                           göklerin melekûtunu arayın ve gerisi size verilecektir’ ve aynı paralel de ‘her kimin varsa ona verilecektir.’
                           Aynı zamanda bunların varlığı ‘kimin yok ise elinde olanı bile alınacaktır’
                           gerçeğinin bir başka ifadesidir. Maddi nesnelere gelince, bunlar ruhani insanın madde üzerindeki üstünlüğünü
                           gösterirler. Modern dünyanın bunların benzeri bir şeyler meydana getirememiş olması, tamamen üstün
                           olması beklenilen maddi alandaki acizliğini ortaya koymaktadır. O ‘Aşkın Olanı’
                           yani ‘kendisinde olmayanı’ reddederek ‘elinde olanın da’ yani maddenin de etkin bir hükümranlığı
                           olmadığından ötürü kendisinden alınmasına sebep olmuştur. Bunun için yalnızca New York
                           gibi bir şehre bakarak, maddenin insanı egemenliğine aldığını görmemiz ve nicel olarak
                           maddenin nasıl baskın çıktığı izlenimine korkuyla kapılmamız yeterlidir. Fakat Durham,
                           Lincoln veya Charles Katedrallerinin önünde durursak, Orta Çağ’daki atalarımızın maddeye hükmederek
                           onun kendisini aşmasını ve ruhla birlikte çarpıcı bir hal almasını sağladıklarını
                           görürüz.
                           Hıristiyan sanatı için söylediklerimiz diğer kutsal sanatlar için de geçerlidir.
                           Geleneksel bir hayat tarzındaki büyük deneyim eksikliği sebebiyle ulaşmaları mümkün olanlar şimdi
                           kendilerininki dışındaki geleneklerin manevi zenginliklerine ulaşabilme konusunda ancak belli bir tatminle
                           iktifa ediyorlar. En dışa dönük yönleriyle dinler, çoğunlukla merkezi ilahi hakikat olan bir dairenin çevresindeki
                           noktalar olarak ifade edilmişlerdir. Her noktayı merkeze bağlayan yarıçap, söz konusu dindeki batıni
                           yönü ifade eder. Bir yarıçap merkeze ne kadar yaklaşırsa diğer yarıçaplara da o kadar yaklaşmış
                           olur. Bu ise zahiri görünüşleri ne kadar birbirinden uzak olursa olsun, batıni yolların gittikçe artan bir
                           şekilde birbirlerine yaklaştığını göstermektedir. Örneğin kutsal sanat manevi gücünü toplumun
                           herhangi bir kesiminden almıyor olmasına rağmen kendi içinde tamamıyla batıni bir sanattır,
                           yani merkezi ve dolayısıyla da evrenseldir. Bunun dereceleri olduğunu söylemeye gerek yok, fakat gerçekte kutsal
                           sanatta güzel olan her şey ‘görecek gözleri olan’ veya ‘duyacak kulakları olan’ inancı
                           veya ırkı ne olursa olsun, herkese aittir. Üstelik bunu, bugün geçmişte olduğundan çok daha fazlasıyla
                           gerçekleştirmek mümkündür.
                           Bir eser ne kadar merkeze yakınsa o kadar evrenseldir; fakat aynı zamanda o kadar da yoğun
                           bir şekilde kendi özel aslına ait dünyayı temsil eder. Yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse Hindistan’ın
                           Bharata Natyam tapınak dansından ve ona eşlik eden müzikten, Çin ve Japonya’nın peyzaj resimlerinden,
                           Batı Avrupa’nın Gotik ve Roman katedrallerinden, Endülüs, Mısır ve Türkistan’ın camilerinden
                           daha evrensel ne olabilir? Yine aynı şekilde Hinduizm, Taoizm, Hıristiyanlık ve İslamın kendine
                           özgü manevi kokusundan daha yoğununu başka ne verebilir? Bir beşinciyi ilave edersek aynı kesinlikle Ajanta’dan
                           Kyoto’ya kadar Budizm’in heykelleri için de söylenebilir. Bir arada bakıldığında kutsal sanatın
                           zirveleri bize kolayca özümsenen bir biçimde, büyük dinler ve medeniyetlerinin yoğun farklılıklarının
                           imalı bir görünümünü veriyor; bazıları için bu hayranlık uyandıran şeylerin9 Aşkın Kaynağını
                           hem gizleyen hem de ifşa eden yarı-saydam bir perde olabilecek bir görünüm. Bu kapsamlı görünüm, bölümün konusunu
                           oluşturan hikmetin bir yönü olarak düşünülebilir, çünkü ne zaman yaşamış olursa olsun, her ne kadar
                           bu, her bilgenin muhtemel bir özelliği olsa da, o kendisini bir gerçeklik olarak diğer bütün çağlardan saklamıştır
                           ve şimdi kendini ancak arayanlara sunuyor. 10
                           Sanatta kutsallığın billurlaşması hakkında söylenen şeyin kutsallığın
                           enkernasyonu için de geçerli olduğu söylenebilir, yani Cennet’ten indirilmiş insanda, ikinci tabiat tarafından
                           gizlenmiş asli tabiatı örneklendiren veliler için de… Bazı insanlar mükemmel bir şahsiyet, bir insan-ı
                           kamil tarafından diğer her türlü üstünlük tarzında olduğundan daha kolayca nüfuz edilerek ele geçirilebilir.
                           Şimdi artık bir dinin dağarcığında varolan velilere, bunların diğer dinlerden olan
                           muhteşem benzerleri eklenebilir. Burada bir ilk nüfuzdan veya evliya menkıbeleri (hagiography) okuyarak tanınabilecek
                           mübarek insanlarla dolaylı bir ilişkiden bahsediyoruz. Daha ileri bir safhada hayattaki ruhani bir Mürşid’in
                           canlı, kişisel kemalinin öncelik kazanacağını ve diğer velayet örneklerine ulaşmayı
                           mümkün kılacağını söylemeye gerek yok. 
                           Öğretiye gelince o hem kendi içinde ve hem de diğer yönelmelere ışığını
                           tutması bakımından zaruridir. Bugün ona aynı zamanda bir koruyucu olarak ihtiyaç duyuluyor: eğer
                           geçmişte olduğu gibi batıni hakikatler tehlikeleri düşünülerek gizli tutulursa, bu sahte Batıniliğin
                           doğuşunu önleyemeyecektir. Bunun panzehiri ise gerçek tasavvuftur, böylece taklitlerine engel olmadaki gücü dolayısıyla
                           tehlikeler geride kalacaktır. Her şeyin ötesinde tasavvuf, daha genel hataların giderilmesi için de elzemdir.
                           ‘Öyle bir susuzluk ve karmaşa çağında yaşıyoruz ki iletişimin avantajları gizliliğin
                           avantajlarından daha fazladır, üstelik modern dünyanın felsefi ve bilimsel iddialarının yol açtığı
                           kaçınılmaz mantıki ihtiyaçları, ancak tasavvufi tezler tatmin edebilir. Yalnızca tasavvuf parçalayıcı
                           olmayan ve de bir mezhebe ait ön yargılarla önceden uzlaşmayan cevaplar verebilir. Rasyonalizm nasıl imandan
                           ederse, tasavvuf onu yeniden kazandırabilir.’ 12
                           Tasavvufi bir yolu izleyebilmek için öğretiyi nicel olarak incelemek gerekli değil. Allah’ın
                           mahiyeti ve insanın tabiatıyla ilgili esasları bilmek yeterlidir. Elementer sayıların simgeciliği
                           bu konuda her zaman aydınlatıcıdır ve burada Halık ile O’nun insandaki sureti arasındaki
                           ilişkilerin anahtarı üç sayısında yatar. Dünyadaki temel renklerde olduğu gibi belirli ölçüler bulunması,
                           varolan her şeyin Mutlak Arketipi olan ilahi Mahiyet’teki üçlü unsurun delilidir. From the Divine to the Human’da
                           Schuon, Tanrı’nın Mutlak Sonsuz Kemali’nden başka bir şey olmayan bu üçlü unsurlara bir ölçüde
                           değiniyor. Bu üç Aşkın unsur İlahi Hakikat’in boyutlarındandır. Schuon’un belirttiği
                           gibi Kemal ‘Mutlak İyi’dir’ ve yazar Aziz Augustine’in ‘iyi esasen kendisiyle muhabereye
                           eğilimlidir’ şeklindeki özdeyişini aktararak ekliyor, ‘Mutlak Sosuz, Mutlak İyi olarak dünyayı
                           yansıtmazlık etmez.’ 13 Fakat Schuon bize O’nun kendi içinde bu yansıtmadan tamamıyla etkilenmediğini hatırlatıyor:
                           ‘Mutlak kesinlikle değişmezdir ve daima ışır. Değişmezlik ya da Öz’ün aynı
                           kalışı ve Işıma ya da Zati bağış; işte bütün her şeyin özü de burada yatar.’ 14
                           Mutlak Sonsuz Kemal Bir’dir. Bütün kesret âlemini aşar ve aşarken bu arada onun
                           menşeini de teşkil eder ve biz üçlünün unsurlarını ancak daha alt bir düzlemde ayırt etmeye başlayabiliriz.
                           Bu Schuon’un ‘nisbi’ Mutlak dediği seviyedir –Hıristiyan teslis inancına ve Hinduizmdeki
                           benzeri üçlüye Vücud-Vücdan-Vecd’e (Varlık-Şuur-Saadet) uygulanabilecek bir terim15dir. Aynı seviyede Yahudi ve İslam öğretisinde
                           Halık gibi, Halık-mahlûk ikilemini zımnen ifade eden Zati olmayan ilahi isimler yer alır. Hali hazırda
                           tezahür etmeyen ‘Gizli Hazine’ kendisini bu isimlerle tezahür ettirmektedir.
                           Eğer İyi, zuhura uğrayacak ve iletecekse bu tecellinin yani Işıma’nın
                           vasıtası Sonsuz’dan türer. Hakikatin bu iki asli unsuru teslisin, ikinci ve üçüncü şahıslarında
                           ve Hinduizm’de mukabili Vücdan (Şuur) ve Vecd’te yansıtılır. ‘İyi ile Vücdan (Chit)
                           yani şuur arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorulabilir. Şimdi, İyi, kendisini farklılaşmış
                           ve gayri muayyen tarzda ihtiva eden Mutlak’tan ışıyıp tecelli ettiği andan itibaren Mutlak’ın
                           Zat’ına mahsus olan İlahi Şuur’la, yani ilahi kelamla birleşir; Allah’ın kendisi
                           hakkındaki ‘ilmi’ olan İlahi Kelam, İyi’den başka bir şey olamaz; Allah kendisini
                           yalnızca iyi (hayr) olarak bilir.’ 16
                           İlahi unsurların üçlü yönü Evren’de özellikle de insanda yoğun olarak sayısız
                           şekillerde17
                           ifade edilir. ‘Tanrının suretinde yaratılan’ insanın tefrik ve tefekkür etmeye yatkın
                           olan aklı, özgür ve güçlü bir iradesi, sevgi ve erdeme yatkın bir karakteri veya ruhu vardır. 18 Bundan önceki alıntının
                           ışığında aklın Kemal’e, Hayr-ı Mutlak’ın tekabül ettiği açıktır.
                           Aynı şey öğreti yani aklın muhtevası için de geçerlidir; bütün İlm-i İlahi Kemal’den
                           Kelamullah vasıtasıyla sadır olur. İrade ve Ruh sırasıyla Mutlak Sonsuz’dan kaynaklanırlar.
                           Ruhi cevher içinde insanın melekelerini yaydığı ‘mekândır’; elest bezminden gelense geniş
                           bir varoluş huzurundan (prensence) başka bir şey değildir. Başlangıçta varolan iradeye –kelimenin
                           en güçlü anlamıyla ‘Allah için olan’ iradeye- gelince karşı konulmaz bir biçimde güçlüdür o19. Onun önünde hiçbir engel duramaz.
                           ‘İnsan bilebilir, irade edebilir ve sevebilir; irade etmek yapmaktır. Biz Allah’ı
                           masivadan tenzih ederek ve O’na şahitlik eden her şeyi tanıyarak biliriz: Bizi O’na ulaştıran
                           her şeyi gerçekleştirerek ve bizi O’ndan uzaklaştıran her şeyden kaçarak Allah’ı
                           murad ederiz. O’nu bilmeyi sevmek ve O’nu dilemek suretiyle severiz; içimizde ve çevremizde O’na şahitlik
                           eden her şeyi severek…’ 20
                           İnsanın üç melekesi akıl, irade ve ruh böylece birbiriyle eşit şekilde
                           bağımlı olan, öğreti, metot, ahlak veya iman, amel, erdem veya idrak, yoğunlaşma21 ve uyum işlevlerine tekabül
                           ediyor. Yukarıda alıntıdan anlaşıldığı gibi öğretinin, aklı ilk anda cezp
                           edebilmesi için irade ve canı da kapsamına almalıdır. Bütünlük olmadan yani bütün bu üç melekenin ortak
                           amaç uğruna uyumlu bir şekilde işbirliği demek olan içtenlik olmadan hiçbir maneviyat –diğer
                           bir deyişle kelimenin tam anlamıyla mikrokozmos- olamaz. Aynı şekilde, akla tevcih edilen hakikat insanı
                           amele sevk etmiyorsa ve ikisi de erdemle desteklenmiyorsa manevi yolda herhangi bir ilerleme kaydedilemez.
                           ‘Şurası açıktır ki ona tekabül eden muharrik bir gücün ve gerekli erdemin
                           yokluğunda en parlak akli bilgi dahi faydasızdır. Diğer bir deyişle manevi tembellik, gösteriş,
                           bencillik ve riya ile birleştiğinde bilgi bir hiçtir. Aynı şekilde kuramsal cehalet ve ahlaki yetersizlikle
                           birleştiğinde en etkili yoğunlaşma gücü bir hiçtir. Yine aynı şekilde Allah yolunda harekete
                           geçiren ve böylece bütün varlığını ona adayan manevi amel ve öğretiye ait hakikat olmadan, doğal
                           erdem pek fazla bir şey ifade etmez.’ 22
                           Bizim burada incelediğimiz içe yönelik hareketin, makrokozmosun iyice ilerlemiş yaşına
                           ait en üstün özelliğini temsil ettiği söylenebilir. Zamanın içinde barındırdığı bu
                           olumlu imkanların el verdiği söz konusu ezoterizm, Hinduların Jnana-marga yani bilgi yolu ya da daha kesin
                           olarak marifet yolu dediklerinden başka bir şey olamaz. Bu böyle olmaya mecburdur, zira böyle bir yol sevgiden23 ziyade gerçeğe dayalı bir
                           görüş açısını öngörür ve bu bakış, ileri yaşların tecrübesini yansıtacak şekilde
                           de objektiftir. 24
                           Bu açıdan şüpheye yol açmayacak derecede önemli olan bir şey de devrin son dini olan İslamda ve onun manevi
                           boyutu tasavvufta gerçeğe dayalı bir görüş açısının hâkim olmasıdır.
                           Bu bağlamda Jnana’dan bahsetmek Hinduizme yönelen bir ‘hareketten’ söz ettiğimiz
                           anlamına gelmemelidir. Temelde her hakikat talibi veya müridi için söz konusu olan yol prensip itibariyle şu anda
                           faal olan manevi yollardan herhangi birisi olabilir. Fakat bir yol izlemeden önce bir ‘iştiyak’ olmalıdır,
                           hareket terimi burada manevi bir rehber aramak üzere teşebbüse geçen kişilerin içinde bulunmaları gereken yolun
                           kendisini değil fakat başlangıç şartını ifade ediyor; zira yol iştiyak hakiki ise izlenebilecektir.
                           Günümüzde görülen paradoks ve çelişkiler belki de bütün çağların en okuryazarı
                           olan çağımızın edebiyatında başka hiçbir sahada bu kadar belirgin değildir. Bir yandan
                           ihtiyarlık yüzünden önü alınmaz şekilde geveze olan yaşlı bir adam gibi insan ırkı durmadan
                           kitap neşrederken, basılma aşamasına gelenlerle kıyaslanmayacak şekilde daha fazlasının
                           yazıldığından emin olabiliriz. Tarihin hiçbir döneminin gerek kutsal olarak gerek gerek kutsaldan ıraklık
                           ve anlamsızlık –hakikat duygusu eksikliği de diyebiliriz- açısından, bu ürünlerle rekabet edebilmesi
                           mümkün değildir. Bütün bu eserlerin gerçekte bir tezleri yoktur, zira onların günü hoş geçirme aracı olmaktan
                           başka bir iddiaları bulunmamaktadır; aynı türden başkalarınca kısa süre içinde demode olmamaları
                           için de hiçbir garantileri yoktur. İnsanı aslından25 uzaklaştırmanın suçunu kitle iletişim araçlarıyla paylaşırlar.
                           Ancak bunlar, okuyucularına değişik biçimlerde yanlış fikirler aşılayan ve genelde onların
                           modern görünüşün sınırlamaları içine hapseden zamanımızın edebi, felsefi ve bilimsel ‘kahramanlarının’
                           yazılarından çok daha az tehlikelidir.
                           Aynı zamanda demin sözü edilen yönelişin arşivci yönünü yansıtan bir yığın
                           yayın mevcut. Her şeyi kayda geçirme ihtiyacındaki genel anlayış –kişisel olmaktan ziyade
                           toplumsal olduğu görülen bir anlayış- yalnızca bir ansiklopedi sağanağını değil,
                           aynı zamanda bir çeviri bolluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu kayıtları gerçekleştirirken
                           harcanan emek, çoğunlukla çağın anlayışına edilgen katkıdan başka bir şey sağlamaz.
                           Saiklerin çoğu akademiktir; fakat yine de söz konusu klasiklerin26 bazıları büyük manevi değerlere haizdir. Piyasada yaygın
                           şekilde bulunmaları, günümüzü en olumlu şekilde temsil eden27 ve başka bir çağda olsaydık üretilemeyecek olan bu yirminci yüzyıl
                           eserleri için bereketli bir zemin oluşturuyor.
                           Zamanımızın bu işaretleri arasında Öncelikle René Guénon’un Man and
                           his Becoming According to the Vedanta28’sından bahsedeceğiz. Başlığından da anlaşılacağı
                           gibi bu kitap insanın bütün tabiatının ve ona açık olan bütün manevi imkânların Hindu terimleriyle
                           tanımlanmasıdır. Her ne kadar yazarın kendisi İslami tasavvufta manevi bir yol bulduysa da özellikle
                           kişisel düşünmeden kaçarak, açıklamalarına başka tek tanrılı dinlerden, daha da fazlasıyla
                           Hıristiyanlıktan uzak bir temel seçmeyi yeğlemiştir. Yine de bu onun sık sık İbrahimi karakterli
                           üç geleneğe başvurmasını önlememiştir. Çevrimsel olarak ihtiyaç duyulanın ışığında,
                           Advaita Vedanta’nın bir avantaja sahip olması anlamlıdır. Bu anlayışı tamamıyla
                           doğrudan bir ifade tarzına sahip olmasından, zahiriliğin sınırlamalarının sebep olabileceği
                           karışıklıktan kaçınmak için, hiçbir zaman örtük terimlerle konuşmak zorunda kalmamasından
                           geliyor. Üstelik daha öncede görüldüğü üzere, diğer kadim dinler gibi Hinduizm de samsara öğretisinin tamamına
                           sahiptir. Bu öğreti ferdi varoluşun sayısız mertebelerinin bağlı olduğu büyük döngünün
                           çok boyutlu hakikatini dünyevi hayatın tek bir mertebesine irca ederek basitleştirmez.
                           Evrensel hakikatin araştırılmasına bir temel olarak Hinduizmin diğer bir
                           avantajı da kapsamlı ve geniş bir yapıya sahip bulunmasıdır. Bir yandan Yahudilik ve İslam
                           gibi doğrudan vahye dayanır ve vahyedilenle ilham arasında kesin bir ayrım yaparken öte yandan Hıristiyanlık
                           gibi tanrının bu dünyaya inişine Avatara’ya dayanır. Hinduizm de bu geleneğin devamı için
                           en azından on Avatara birbirini izler. Tarihi devirler dikkate alındığında bunlardan yedinci ve sekizincisi
                           Rama ve Krişna Hinduizm için en önemli olanlardır. Özellikle Hindu olmayan (‘yabancı’) dokuzuncusunun
                           genellikle Buda olduğu kabul edilir. Onuncusu ‘beyaz atlı süvari’, Kalki’nin zamanının
                           bu devresini sona erdirme ve bir sonrakini başlatma gibi evrensel bir işlevi vardır. Bu ise İsa’nın
                           ikinci gelişine tekabül etmektedir. Çağdaşı diğer dinlerin geçerli oldukları zaman sürecinde
                           maruz kaldıkları bozulmadan Hinduizm ilahi lütuf sayesinde kurtulmuştur. Hinduizmin yüz yıllar boyunca
                           sahip olduğu bu yapısal genişlikle mütenasip olmayan bir süre içinde tamamıyla geçerli bir ibadet yolu
                           olarak hayatta kalması da onun bu yapısına uygun düşüyor. Bu bizi, Hinduizmin bir bütün olarak Batı
                           dünyasıyla ortak özelliklerinden olan Ari eğilimlere getiriyor. Batı-Avrupa dillerinin Hint-Cermen kökenli
                           olması ve dolayısıyla Sanskritçe ile akraba olması gerçeği, daha derin anlamda kadim Yunan, Romen,
                           Alman ve Kelt dinlerinin ilk asıllarının Hinduizmle bir çok paydaşlık ve benzerlikleri olduğunu
                           çağrıştırıyor. Bu çok kadim dini, öğretisel bir ifadenin temeli haline getirmek, Batı dünyasına
                           yani idrak kabiliyeti olan bir Batılıya sırri ve tamamıyla müspet bir Rönesans teklif etmek anlamına
                           gelir; zira ulaşmak için çok ırak da olsa, bu gelenek Batının kadim mirasıdır.
                           Yine de bu eğilim meselesi abartılmamalıdır. Bu yalnızca Avrupalının
                           ruhunda doğal olarak Hinduizmin sesine açık olan ve onun öğretiye tamamen nesnel yaklaşımını
                           dinlemeye hazır olan bir şeylerin olabileceği anlamına gelir. Fakat daha etkin bir şeyler beklenemez,
                           düşünülemez, ne de Guénon’un bu paralelde bir niyeti vardı. 29 Onun Man and his Becoming ve diğer bütün eserlerindeki en büyük amacı,
                           okuyucuların manevi bir yol izleme imkan ve ihtimaline hazırlamaktı. Öyle ki yola çağrıldığında
                           bu ihtimal bir gereklilik halini alsın. Fakat Guénon geleneksel bir çizgiyi diğerine tercih etmemektedir. Onun düsturu
                           Vincit omnia veritas yani ‘Hakk her şeyi fetheder’dir; aynı şekilde ‘arayın bulacaksınız’dır
                           ve ‘çalın size açılacaktır.’ Eserlerinde yazarının mesajını almaya yetkin olanların
                           dikkatini Allah’ın bir lütfu olarak çekecek ve onları manevi bir yol aramaya ve sonunda birini bulmaya zorlayacak
                           bir kesinlik zımnen bulunur. Bu yüzden onun kitap ve makaleleri bir entelektüelin –veya o kabiliyette birinin-
                           şuuruna varması gereken şey hakkında bilgi sunan birer hazinedir. Guénon’un büyüklüğünün bir
                           göstergesi de yirminci yüzyılı harikulade bir şekilde kavraması ve modern insanın anlayışındaki
                           hayati açıklara parmak basma kabiliyetidir.
                           Bu açıklardan birisi onun sık sık vurguladığı gibi modern insanın
                           Akıl (intelect) ile istidlali aklın (reason) arasında kesin bir ayrım yapmamış olmasıdır.
                           Bunun ötesinde Guénon’un eserlerini büyük kısmı itibariyle okumak, bizzat yaratılışı aşan
                           mertebeler dâhil, beşeri varlık mertebesini aşan bütün bir hiyerarşiyi konu edinmiş metafizik ile
                           ilgilenmek demektir. Manevi bir yolu izlemenin ön vasıflarından birisini ‘kişinin kendisinin bir kimsenin
                           ulaşabileceği yüksek makamlarla ilgili olarak önseziye sahip olması’ şeklinde tanımlıyor
                           ki, bu ön sezi bizi açık seçik bir tarzda istidlali akıl ve mantık sahasının ötesine götüren bir
                           melekedir.
                           Aynı zamanda Guénon simgecilik biliminin eşsiz bir üstadıdır ve eserlerinin
                           bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bu dünya kumaşının simgelerle örülmüş olduğunun
                           bilincinde olmak modern insanın eğitimi sırasında kazandığı bir şey değildir.
                           Modern insanın anlayışındaki bir başka açık da simgelerin canlandırılması anlamına
                           gelen dini merasimlerin icrasında görülür. Dini merasim ile simge arasındaki ilişki en iyi durumda bile kısmen
                           anlaşılabildiğinden daha derinliğine açıklanması gerekiyor. The Language of the Bird başlıklı
                           makalesinden aşağıdaki paragraflar Guénon’un söylemek istediklerini bir çok bakımdan temsil etmektedir:
                           ‘Değişik birçok gelenekte “kuşların dili” denilen bir dilden
                           bahsedilir. Bu ifade açıkça simgeseldir, zira –yüksek bir inisiyasyonun ayrılığı olduğu
                           düşünülen- dil bilgisine verilen önem, harfiyen yapılmış simgesel olmayan bir yorumu dışarıda
                           bırakıyor. Örneğin Kur’an’da “Süleyman Davud’a varis oldu: ‘Ey insanlar! Bize
                           kuşdili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur’ dedi”
                           deniliyor. (Neml 16) Başka bir yerde örneğin İskandinav meselindeki Siegfried gibi kuşların dilinden
                           anlayan ve ejderhanın üstesinden derhal gelen kahramanları okuyoruz; işte söz konusu simgecilik buradan da
                           anlaşılabilir. Ejderhaya galip gelmenin en seri sonucu, bazı nesnelerle temsil edilen ölümsüzlüğü ele
                           geçirmek, ejderhanın yaklaştırmadığına yaklaşmaktır. Ölümsüzlüğün ele geçirilmesi
                           ise özde, insan âleminin merkezinde yani varlığın yüksek alemleriyle iletişim kurulduğu noktada yeniden
                           bütünleşme anlamına geliyor, kuşların dilini anlamak ile ifade edilen bu iletişimdir; gerçekte kuşlar
                           genellikle melekleri, böylece de yüksek alemleri simgelemek amacıyla kullanılıyor. İncil’deki hardal
                           tohumu meselinde* ağacın dallarında konaklamak üzere gelen ‘göğün kuşlarının’
                           önemi buradadır. *(Matta 13, 31-32: “İsa onların önüne başka bir mesel koyup dedi: Göklerin melekutu,
                           bir adamın alıp tarlasına ektiği hardal tanesine benzer; o tane ki bütün tohumların belki en küçüğüdür;
                           fakat büyüyünce sebzelerden daha büyüktür ve ağaç olur. Şöyle ki, göğün kuşları gelip onun dallarında
                           yerleşirler.” ÇN.)
                           Bu ağaç her varlık âleminin merkezinden geçen ve bütün âlemleri birbirine bağlayan
                           ekseni simgeler. Orta Çağ’ın Peridexion sembolünde (Paradision’un bozulmuşu) ağacın dallarında
                           kuşlar ve dibinde de ejderha görülür.’ 30
                           Aynı makalede Guénon, tasavvufta zikr31 ve Hinduizmde mantra olarak adlandırılan ritmik formüllerden bahsederken
                           şunları söylüyor: ‘Bu formüllerin tekrarıyla varlığın farklı unsurlarının
                           uyumlu hale getirilmesi ve alemlerin bütün hiyerarşisindeki akisleriyle daha yüksek alemlerle iletişim sağlama
                           imkanına sahip olan titreşimlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Üstelik bütün
                           ibadetlerin aslı ve amacı budur.’ 32 Başka bir yerde şöyle diyor: ‘İbadet ve simge temelde aynı hakikatin
                           iki yönüdür; yani evrensel varoluşun bütün derecelerini birbirine bağlayan mütekabiliyettir. Bu mütekabiliyet33 sayesinde insani varlığımız
                           varlığın daha yüksek âlemleriyle ilişkiye sokulabilir.’
                           34
                           Guénon tarafından özellikle vurgulanan noktalardan birisi de intisabdır ki bu olmadan
                           tasavvufi bir yoldan bahsedilemez. Batıda genellikle ‘havari silsilesinin halkaları’ olarak bilinen
                           şey buna sadece nispeten daha dışa dönük bir boyutta ve bütün manevi yollarda müşterek olan bir örnek
                           teşkil eder. İntisab, dini bizzat kurucusuna uzanan silsile yoluyla, düşmüş insanı yeni, asli bir
                           yola bağlamaya yarıyor. Asli mirasın bu gerçek, etkin yenilenmesi olmaksızın kişinin düşmeden
                           önceki ilk tabiatını yeniden kazanma ümidi olmaz; özellikle normal yolu izlemeyi reddetme cüretini gösteren hiçbir
                           kimsenin ümit etmeyi hakkı bulunmadığı bir mucize olursa başka tabii.
                           Tasavvuf üzerine yazılarına ilave olarak Guénon aynı zamanda esas itibariyle modern
                           dünyanın35 yanlışlarıyla
                           ilgili kitaplarda yazmıştır. Yine de bu kitapların arka planında tasavvuf her zaman için ‘gerekli
                           tek şey’, dünyayı normal rayına oturtmak için vazgeçilmez temeltaşı olarak varolagelmiştir.
                           Bütün eserlerinde ses veren başka bir nokta da Ortodoksluktur (akidenin doğruluğudur.) Akademik literatürde
                           bu kelime fanatik ve dar zahiriliğe eş anlamlı bir kelime olarak kullanılmıştır, fakat
                           Guénon bu kelimeyi gerçek anlamıyla yeniden ortaya koymuş ve onun geçerlilik hakkını dinin sınırları
                           ötesine uzatmıştır. Onun nezdinde bu çok daha engin bir görüş açısından, dini hakikati arayan
                           herkes için kökleri ilahi aracılıkta bulunan ve geleneğin kesintiye uğramadan nesilden nesile sadakatle
                           aktarıldığı her türlü ibadet biçimini de içeriyor.
                           Guénon’la birlikte Anada Coomaraswamy36’den de mutlak bahsetmek gerekiyor. Birçok açıdan aynı zemine
                           basıyorlar; zira her ikisinin yazlıları da metafizik kaideler üzerine bina edilmiş ve yine her ikisi de
                           bu aynı hareket noktasından modern dünyayla ilgili dehşetli eleştiriler geliştirmişlerdir. Coomaraswamy,
                           Guénon gibi özellikle bir sembol üstadıydı. Sanat konusunda bir otorite değildi, ancak Coomaraswamy’de
                           Guénon’da olmayan tamamıyla estetik bir boyutta vardı. Her ikisini bugünkü bağlamda anlamamızı
                           kolaylaştıran şey, aralarındaki farklar değil tam aksine benzerliklerdi; fakat yine de hikmet zirvesinin
                           genel çerçevesi içinde bu ikisi arasında birbirini tamamlayıcı belirli bir ilişkinin varlığını
                           inkar etmek zordur. 37
                           Coomaraswamy’nin yazısına tipik bir örnek onun Yunan mitolojisinin ‘çarpışan
                           kayalar’ını hareket noktası olarak almasından ötürü ‘Symplegades’ olarak adlandırılan
                           makalesidir. Onun da gösterdiği gibi bu kayalıkların diğer geleneklerde çok değişik karşılıkları
                           vardır; özellikle ‘İşlek Kapı’nın çeşitli şekilleri, bazan ‘ustura-kenarlı’
                           olarak resmedilen iki kanadı aniden kapanıverdiğinden geçmesi çok zor olan bir kapıdır bu. ‘Dar
                           Kapı’nın bu tarafı dünyevi tabiatın ve insanın ülkesidir; ötesinde ise Aşkın olan
                           bulunur. Altın Postu aramak üzere Hikmet Tanrıçası Athena tarafından Çağrışan Kayalıklar
                           arasına sürülen Jason’un gemisi Argo gemisinde olduğu gibi, bazan geçiş semavi bir nesneyi dünyaya getirmek
                           için yapılır. Fakat çoğunlukla bu geri dönüşü olmayan manevi bir yoldur ve burada ölümlülükten ölümsüzlüğe
                           geçiş söz konudur. Fakat her halükarda yalnızca beşeri güçlerle kayalıklar arasından veya kapı-kanatları
                           arasından kimse güvenle geçemez. Örneğin bir dua veya inayet gibi ilahi yardıma ihtiyaç duyulur. Bazı
                           Eskimo destanlarında insanların ruhları kuşlarla özellikle de Kış’ın başlangıcında
                           Güney’e göç eden kazla temsil edilir. Bir tür ‘Çarpışan Kayalık’ olan ‘Gürleyen Dağlar’da
                           ölüme mahkûm olmaktan kurtulan yalnızca ‘hızlı uçanlardır’ (yani Coomaraswamy’nin işaret
                           ettiği gibi intisab enler, Allah’ın halifeleri.) Diğer bir şekilde ‘Çarpışan Sular’dır,
                           eğer Exodus* ‘Bu dünyanın Mısırlı karanlığından Vaat edilen Toprağa (Kızıl
                           Denizi geçerek ulaşmak)’ şeklinde, manevi anlamlarıyla yorumlanırsa yine Grönland efsanesinde bulunan
                           ‘çarpışan iki aysberg’ten’ başka bir biçim olarak bahsedilebilir.
                           * (Exodus: Çıkış Hz Musa (a.s.) zamanında Musevilerin Mısır’dan
                           çıkışlarını anlatan Ahd-i Atik’in ikinci kitabı. ÇN)
                           Symplegades’in aynı zamanda dünyevi bir önemi de var: ‘Çarpışan Kayalıklara
                           açık bir işaret Rgveda, VI, 49.3’te bulunabilir, burada ‘çarpışan’ ve ‘ayrılan’
                           kayalıklar zaman, yani Gece ve Gündüz anlamlarına gelir. Aynı şekilde Kanşitaki Brahmana’dan
                           alıntı yapıyor: Gece ve Gündüz her şeyi alıp götüren Deniz’dir, iki alacakaranlık ise
                           sığ geçişleridir, bunun için o Agni’ye kurbanı alacakaranlıkta sunar. Gece ve Gündüz ölümü
                           çevreleyen kollarıdır onun ve tıpkı sizi kavramak üzere olan bir adamın kollarının arasındaki
                           açıklıktan kaçılabilmesi gibi o da kurbanını alacakaranlıkta sunar… Bu tanrıların
                           yoluna işarettir, o bu yola girer ve güvenle O’na ulaşır.’
                           Coomaraswamy burada bahsedilen birkaç örnekten çok daha fazlasını veriyor. Açıklamalarını
                           esas itibariyle Hinduizmin kutsal kitaplarına dayandırsa da aynı zamanda oldukça fazlasıyla diğer
                           bir çok farklı kaynaktan da alıntı yapıyor. Budist, Amerikalı Yerliler, Yahudi, Pisagorcu, Hermetik,
                           Platonik, Neo-Platonik, Hıristiyan38 ve İslami kaynaklar yanı sıra, çok kadim geleneklerden bugüne gelen dünyaca yaygın
                           ‘folklar’ uzantılarına da gönderme yapıyor.
                           Sonuç olarak şunları söylüyor: ‘Geriye yalnızca Symplegades’in doktriner
                           önemini düşünmek kalıyor. Formülün harfiyen ifade ettiği şey şudur: Bu dünyadan çok öte dünyaya kim
                           geçerse veya dönerse, bunu birbiriyle ilgili fakat aykırı güçleri ayıran boyutsuz ve zamansız “aralık”
                           sayesinde yapmalıdır. Eğer bu aralıktan biri geçecekse bunu derhal yapmalıdır. (…) O halde
                           özgürlük tamamıyla bu çiftlerden kotarılmalıdır, eğer ölümcüllükten kurtulmak istiyorsak bu çiftlerin
                           çatışmasından kaçınmamız gerekir. Burada güneşin altında ‘çiftlere teslim olmuşuz’
                           (Maitri Upanishad, III, I): burada: “sadır olan dünyadaki her varlık, kökeni bizim sevgi ve nefretimizde yatan
                           zıt çiftlerin serabına aldanarak dolaşır. (…) Fakat çiftlerin bu aldatmasından kurtulanlar,
                           yani ‘iyi ve kötü günlerde’ ifadesinde kastedilen çiftlerden kurtulanlar değişmezlik noktasına
                           ulaşırlar.” (Bhagavadgita, Vll,27-8 ve XV,5.) Cusa’lı Aziz Nicholas’tan şunları
                           ekliyor: Rab Tanrı’nın oturduğu cennetin duvarları zıtlıklarla inşa edilmiştir;
                           kapısını koruyan Aklın en yüce Ruhuyla39 baş eden dışında hiç kimse için Cennet’e girmeye bir yol bulunmaz. (De
                           Visione Dei,Bölüm IX, sonuna kadar.)’
                           Bu paragraflar hiç değilse söz konusu makalenin en yoğun ilgi alanını teşkil
                           eden şey hakkında bazı ipuçları sağlayacaktır; kadim zamanlara uzanarak beşeri sınırlarımızın
                           aşılması gereği ve Aşkın olanın, Melekût’un Hâkiminin lütuf ve yardımı
                           olmaksızın bunun başarılamayacağı konusunda evrensel bir bilincin varlığını
                           ispatlayan bir makaledir bu. Üstelik ‘Symplegades’ aynı özellikleri taşıyan birçok örnekten yalnızca
                           bir tanesidir. Coomaraswamy tekrar tekrar modern dünyanın sözde aydınlarını kendi bilgi alanlarında
                           karşılar, yani onların saygı duydukları tek alan ve tamamıyla ‘nesnel bilimsellik’
                           dedikleri alanda karşılar. Adeta şöyle der: ‘Bilimsellik istiyorsunuz, başka bir şey değil,
                           pekala fakat muhteva ve derinlikte gerçek olsun, yüzeysel değil.’ Böylece meydan okuduktan sonra genelde din açısından
                           önemli olan bazı temaları alarak hiçbir bilim otoritesinin ihmal edemeyeceği bir ustalıkla tezini açıklar.
                           Coomaraswamy’nin yazıları 1947 yılında ölümünde önce ve sonra birçok kafalarda daha önce kendisine
                           eşit bir büyük bilim adamının varolup olmadığı sorunsu doğurdu –hatta onun karşısında
                           kendisini küçülmüş hissetmeyen hiçbir otoritenin bulunmadığını bile söyleyebiliriz-, zira her şeye
                           rağmen onun kitapları ve makaleleri birçok diğer şeyle birlikte birçok modernist kafanın takılıp
                           kaldığı yüzeysel farklılıklar ve görünürdeki çelişkiler yanında asli önemine binaen bütün
                           dünyada tamamıyla geleneksel bir ittifak bulunduğunu gösterir, geniş kapsamlı uzantıları ihmal
                           edilemeyecek bir ittifak.
                           Eğer Coomaraswamy’nin eserlerini ‘hakikat’ olarak özetleseydik Guénon’unkiler
                           de ‘ortodoks’ kelimesiyle özetlenebilirdi. Guénon’u okurken kaleminin gerisindeki itici gücün etkisinden
                           nadiren kurtuluruz. Bu güç, bu metinde söz ettiğimiz sınırlı bir azınlığa, etkin, manevi
                           bir adım atma ümidi vermek ve zorlamaktır. Şüphesiz bu amaç Coomaraswamy’de de mevcuttur, ancak okuyucu
                           bunun daha az farkında olur. İnsanda hemen uyanan imaj, aklı sınırlarına doğru genişleten
                           ve aydınlatan ve böylece onu doktrinin metodik bir mütemmimi olan manevi bir faaliyet için hazırlayan engin bir
                           metafizik ve kozmolojik hakikat yelkenidir. Söz konusu mütemmim unsur Coomaraswamy’de ancak zımnen bulunurken,
                           Guénon’da tamamen apaçık şekilde bulunur.
                           Bu iki yazardan bahsedilmesi büyük emri akla getiriyor: “Ve Rab Allah’ını
                           bütün yüreğinle, bütün ruhunla, bütün fikrinle ve bütün gücünle seveceksin.”
                           40 Dünyadaki bütün geleneklerin tasdik ettiği, Kalbin
                           aklın tahtı olduğu şeklindeki unutulmuş hakikati hatırlatmak, onların fonksiyonlarının
                           bir kısmıydı.
                           Emrin geri kalan tarafına gelince Batılı dini otoritelerin son yüz yıllardaki
                           ‘bütün ruhunla’ ve ‘bütün gücünle’ esprisiyle elde edileceği varsayılan fayda için ‘bütün
                           fikrinle’ esprisiyle elde edilecek olanları neredeyse tamamen terk etmek olmuştur. Sonuç olarak takva gittikçe
                           artan bir oranda duygusal bir hal almış ve diğer şeyler karşısında serbest olan zihinler
                           emsalsiz bir huzursuzluğa yuvarlanmışlardır. Bunun en büyük sonucu, modern medeniyettir. Ancak bazı
                           kafaları dünyevi olandan kutsal olana döndürmek ve gerçek bir nesne peşinde yarı-uyur vaziyette dolaşan
                           diğer ve bazılarını uyandırmak Guénon ve Coomaraswamy’nin görevi olmuştur. Herhangi dünyevi
                           bir illiyet zincirine bağlı olmayan bu iki bilgenin yazıları, gerçekte misyon olarak addedilmeye son derece
                           uygundur. Bu kesinlikle onlardan herhangi birine peygamberlik atfettiğimiz anlamına gelmemelidir, zira her ikisi
                           de böyle bir şeyi reddederlerdi. Fakat yinede bunlarla bağlantılı olarak Eski Ahid’in sonundaki
                           kelimeleri hatırlamak uygun olacaktır: ‘İşte Rabbinin büyük ve korkunç günü gelmeden önce, ben size
                           peygamber Elijah’ı göndereceğim. O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini
                           babalarına döndürecektir; ta ki gelip dünyayı lanetle vurmayayım.’
                           41
                           Bu bölümle ilgili olarak Yeni Ahit’te söylendiği şekilde Elijah veya Elyas’ın
                           (Hz. İlyas) işlevine ilişkin bir makalede, Leo Schaya ‘babalar’ ile ‘oğullar’
                           arasındaki ilişkinin, kişiden kişiye aktarılan dini öğretiyi, yani ‘geleneği’
                           belirlediğine işaret ediyor. Ve ekliyor: ‘Babaların kalbi’ geleneğin özü, merkezi ve batıni
                           yönü, manevi ve evrensel nüvesidir. O aynı zamanda kendisinden türeyen doktrinler, usuller ve tesirlerdir de. ‘Çocukların
                           kalbi’ veya inananlar bunların manevi kabulleridir (receptivity); kendilerine ‘babaları’ tarafından
                           bağışlanmış batıni kabulleri (acceptance) ve algılamalarıdır (reception). İbranice’de
                           bu kabul ve algılama İlyas’ın görünmez lider olduğu şeklindeki manevi geleneğe tamı
                           tamına tekabül eden Kabala kelimesiyle ifade edilir. İlyas bu aşağı âleme yalnızca ahir zamana
                           doğru değil, göğe kaldırıldığından beridir her devirde iner; zira geleneğin kendi
                           içinde ihya edilmesi gerekmektedir.’ 42 Schaya aynı zamanda şöyle diyor: ‘Ahir zamana doğru geri döndüğünde…
                           Yehud geleneğinden bahsederken İlyas sesini o denli yükseltecek ki, sesi dünyanın bir ucundan diğerine
                           duyulacaktır. Bu İlyas’ın misyonun yalnızca İsrail’le sınırlı olmadığı,
                           fakat bütün insanlara ve bu suretle de bütün dinlere yayılacağı anlamına gelir.’ İncil’de
                           de aynı şekilde İlyas’ın Kıyamet’ten önce tekrar geleceği haberini tekrarlıyor.
                           ‘Gerçi İlya önce gelir ve her şeyi yerine kor.’ 43 Fakat İsa onun Vaftizci Yahya’nın şahsnda zaten geldiğini
                           eklemişti. Cebrail de Zekeriya’ya oğlunun ‘İlya’nın ruhu ve kudretiyle’44 onun önünde yürüyeceğini önceden
                           haber vermişti. Schaya şu sonucu çıkarıyor: ‘Bunun için İlyas yalnızca İsrail’e
                           gönderilen bir peygamber değil, fakat aynı zamanda gerek Yahudilik gerekse de diğer geleneklerde birkaç kişi
                           tarafından ifa edilebilecek evrensel bir misyon demekti.’
                           İlyas konusuna ileride tekrar döneceğiz. Burada ondan yeri gelmişken bahsedilmiştir:
                           zira Guénon ve Coomaraswamy’nin eserleri tam anlamıyla ‘çocukların kalbini babalarına’ çevirmelerini
                           sağlamak için ‘babaların kalplerini çocuklara’ çevirmeleri anlamına gelmektedir. Guénon-Coomaraswamy
                           vakıasının neredeyse nebevi olan birdenbireliği ile birlikte bu nokta, onların bu devirde bir ‘İlyas
                           Nebi Fonksiyonu’ yüklenmek gibi bir kadere mahkûm olduklarının kuvvetli bir işaretidir.
                           Onların eserleri bizi Frithjof Schuon’a götürüyor. Basite irca etme riskine rağmen
                           şunu belirtmek gerekir ki, eğer Coomaraswamy içinde zımnen teslimiyet taşıyan bir hakikati temsil
                           ediyorsa ve eğer Guénon hem hakikati hem de teslimiyeti temsil ediyorsa, bunlara tam teslimiyete olan ihtiyacı ekleyen
                           ve bunun üzerinde ısrar eden Schuon’dur. Aynı zamanda doktriner hakikatler açısından onun eserleri
                           kendi içinde yeterli bir bütünlük teşkil ederler. Guénon’un eserlerinin intisaba sevk ettiği söylenebilirse
                           Schuon’un eserleri buna ve daha da ötesine yol açtığı söylenebilir; zira eserlerinde kendinden önce gelen
                           iki selefinin bir devamı olmayan bir yöntem boyutu bulunur.
                           ‘Bilgi kurtarır’ diyor Schuon, ‘bizi olduğumuz gibi derc etmek şartı
                           ile tabiatımızı işleyen, dönüştüren ve sabanın toprağı yarması gibi bizi yaralayan
                           bir yol olduğu zaman…’ ‘Metafizik bilgi kutsaldır. İnsandan olduğu gibi davranmasını
                           istemek de kutsal şeylerin hakkıdır.’ 45
                           Guénon ve Coomaraswamy’nin ‘bütün fikrinle’ esprisine uygun davranması adaletin
                           bir gereğiydi ve ‘bütün ruhunla’yı kısmen ihmal etme pahasına bunu yaptılar. Guénon’un
                           bazı aşırı taraftarları eserlerinden yanlışlıkla, bütün bir manevi yolun, doktrinin
                           özümsenmesi ve Ortodoks ibadetlerin doğru olarak uygulanmasına bağlı olduğunu ve erdemler sanki asli
                           değilmiş gibi başka hiçbir şeye gerek olmadığını çıkardılar. Eğer Guénon’un
                           kendisine sorulsaydı kesinlikle onların gerekliliklerine işaret ederdi. Guénon gayri akli bir ahlaka tam anlamıyla
                           muhalefet halindeki bir nesli hesaba katarak ahlak meselelerinden sarfınazar etmesi bilinçli olabilir; fakat önünde sonunda
                           bu tepkiye bir cevap vermek gerekebilir. İşte Schuon, bunu ahlaki olmayan daha akli ikna metotlarıyla yeni
                           bir manevi ve ahlaki boyuttan bahsederek gerçekleştirdi. Dış güzelliğin önemini vurguladı (erdemin
                           içerideki güzelliğin bir devamı olarak ister doğada olsun, ister sanatta olsun.) Genelde Guénon ve Coomaraswamy’de
                           ‘bütün ruhunla’ unsurunun bulunmaması, yazdıklarına kendi bireyselliklerini yansıtmamaları
                           konusundaki aşırı nesnellikten kaynaklanıyor. Gerçi Schuon, nesnelliğin gerektirdiği yerlerde
                           onlardan daha az nesnel değildir, fakat onu okuyan kişi bizzat metnin, bu devrin anlamına uygun düştüğünün
                           farkına varır. Aynı şekilde onun eserlerine nüfuz etmiş canlı derunilikten de şüphe etmez;
                           bu deruniliktir ki onun eserlerine, zihni ve ruhu Kalp istikametine çevirme kudreti vermiştir. Onun eserlerinde ki bu
                           çarpıcı ve bütünleştirici kudretin menşei söz konusu derinliktir. 
                           Bu kitap boyunca Schuon’dan yapılan birçok alıntıya mevcut bağlamımızla
                           özellikle ilgili olan birini daha ilave edeceğiz: ‘Mahiyetleri gereği hakikate şehadet eden erdemler,
                           aynı zamanda asli unsurlarını teşkil eden ölçüye göre bunları derunileştiren bir niteliğe
                           sahiptirler. Aynı şey sonsuz güzelliğin mesajlarını aktaran varlık ve nesneler için de geçerlidir;
                           (bakir doğaya, yaratılmışların uyumuna, kutsal sanata ve müziğe ait olan derunileştirme
                           kudretleri sebebiyle.) Eğer Kalp’e çekilerek orada bütün Hakikati ve onun zımnindeki şahsilik öncesi
                           Kudsiliği bulmak istesek, Kalbi yalnızca aklımızda değil, aynı zamanda genelde manevi tavırlar
                           ve ahlaki niteliklerle ruhumuzda da tezahür ettirmeliyiz; zira ruhun her güzelliği Kalp’ten gelen ve ona geri dönen
                           bir ışındır.’ 46
                           Bu alıntıları yaptığımız kitabın başlığından
                           da açıkça anlaşılacağı gibi söz konusu kitabın, bu bölümün temasıyla doğrudan bir
                           ilgisi var. Onun bu konuyla aynı oranda ilgili olan Sufism: Veil and Quintessence adlı kitabı hakkındaki
                           düşüncelerimizi bir ek47 halinde sunuyoruz. Onun diğer eserlerinin48 de zamanımızın ruhunu yansıtmada aşağı kalır yerleri yoktur.
                           Bu eserlerde bir yandan, özellikle her şeyi toparlayıp yerli yerine koyma ustalığına sahip olmak
                           gibi, bir çağın sonuna ait bütün bu olumlu niteliklerin bilincine varıp, sık sık bu ve diğer
                           konularda Schuon’un en son sözü söylediği izlemine kapılırken öte yandan uçların birleştiğine
                           şahit oluyor ve ahirde olduğu gibi evvelde de varolan ışığın farkına varıyoruz.
                            
                           Martin Lings
                           Türkçesi: Ufuk Uyan
                            
                            
                            
                           Dipnotlar:
                            
                           (1): Devirler öğretisinin en açık ve en eskisine sahip bulunan Hinduizm’e göre
                           birinci çağ en uzun ve dördüncü çağ da en kısa olanıdır. Tekvin şerhleri ve Yahudilerin apokrif
                           kitapları, tek tanrılı dinlerin bakış açısıyla, İncil öğretisi dört çağ
                           öncesi arasında karşılıklı bir çelişki olmadığını açıkça göstermektedir.
                           (Bakınız Antik Çağlar, Modern Hurafeler Yeryüzü Yayınları s.22-3)
                           (2): Frithjof Schoun, Islam and the Perennial Phosophy, s.53-4
                           (3): Aynı şekilde İslamın ikinci doğuşundan daha önce bahsedilmişti.
                           (4): Örnek verirsek, bir yanda oldukça ileri yaşlarda İshak ve Yakup nebileri yakalayan
                           körlük diğer taraftan bunların batıni aydınlığını düşünebiliriz.
                           (5):Bakınız, s.13
                           (6): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.19-20. Örnek verirsek kişinin
                           kendi dini dışındakileri kabul etmesinin batıni bir değeri vardır ancak akidenin doğru
                           ve yanlışlarını ayırt edebilmeli, sahij itikadı süzüp diğer unsurları bir yanı
                           bırakmalıdır. Ne yazık ki başka dinlerin kabulü günümüzde çok fazla yaygın olan duygusal sözde
                           merhamet temeline dayandırılırsa olumlu anlamda hiçbir etkisi olmaması bir yana, son derecede zararlıdır.
                           Zira doğruyla yanlış ayrımı yol gösterici bir unsur olmadığında, kaçınılmaz
                           olarak hatalara kapılar açılır ve gerçek dinler sapık mezheplerle aynı seviyeye indirgenerek aşağılanmış
                           olur.
                           (7): Kutsal sanat ve özellikle Orta Çağ Hıristiyan alemi.
                           (8): Titus Burckhardt, Sacred Art in East and West, s. 46. Bu kitabın mesajı evrensellik
                           ve nihailiği sebebiyle ilerlemiş yaşlarda edinilen bilgi ve hikmeti tipik şekilde yansıtıyor.
                           (9): Bu bağlamda Allah’ın 99 isminden olan el-Bedi, olağanüstü şekilde
                           orijinaldir.
                           (10): Günümüzde cicili bicili şekilde resimlendirilmiş kitapların ve işitsel
                           sanatlardaki kalitesiz ürünlerin israfa kaçan çokluğu zamanımızın bir başka alametidir. Bu alamet
                           ahir zamandaki arşivleme ve yığma eğilimiyle ilgilidir ki buna daha sonra değineceğiz.
                           (11): Tasavvufi bir yolu izlemeye gerçek anlamda layık olan herkesin ‘aradığı’
                           ve ‘kapıyı çaldığı’ taktirde ihtiyacı olan mürşidi bulacağı gerçeği
                           evrensel bir aksiyomdur. Bu konuda daha detaylı düşünceler için bakınız EK.B.
                           (12): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.7-8
                           (13): Aynı hakikat İslamda daha önce aktarıldığı gibi şu hadisle
                           ifade edilir :”Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve alemi yarattım.”
                           (14): s.42
                           (15): Sat-Chit-Ananda
                           (16): a.g.e. s.39
                           (17): Daha önce temel renklerden bahsettiğimize göre yeri gelmişken şunu da belirtmeliyiz
                           ki, Mutlak Olan’ın hakkı da düşüncelerimizin, onun iki dünyevi simgesi olan gök ve okyanusta olmasıdır.
                           Aynı şekilde Kemal’in yani ‘Mutlak Güzel’in de altının semavi arketipi olduğunu
                           görmek de zor olmasa gerek.
                           (18): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.101
                           (19): Hırsta varolan tehlikeler yüzünden saptırılsa dahi irade, Mutlak’ın
                           izlerinden bir şeyler taşır.
                           (20): a.g.e. s.75-76
                           (21): Tasavvufi uygulamanın özü hakikat üzerinde yoğunlaşmaktır. Bu uygulamayı
                           teyid eden en doğrudan usül ilahi isimlerin zikridir; bu Hinduizm tarafından Karanlık Çağ için en önemli
                           kurtuluş (Moksha) ve böylece ilahi özne ile bütün özneleri yansıtan Tek hakiki Ben’le birleşme (yoga)
                           yolu addedilen duaya karşılıktır.
                           (22): a.g.e. s.169
                           (23): Bunların birbirini dışlayan karşılıklı seçenekler olmadıklarını,
                           bunun yalnızca bir vurgu meselesi olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Bu iki unsur her manevi yolda bulunmalıdır.
                           (24): Yüzyılımızın bu yarısında fazlasıyla görülen birçok sahte
                           maneviyat da bilgiye giden yol olduğunu söylüyor; zira aksi takdirde çağımızdaki bilgi talilerinin dikkatlerini
                           çekemeyeceklerini hepsi de biliyor.
                           (25): Çağdaş insan bitkiler alemine karşı hissetmesi gereken sorumluluğu
                           kaybettiği yolunda suçlanıyor. Ertesi gün çöpe atılan New York’un günlük gazetelerinden yalnızca
                           birisinin bir nüshasını basabilmek için 15.000 kadar zarif orman ağacının kesilmesi gerektiği
                           hesap edilmiştir.
                           (26): Akla gelen ilk örneklerden birisi Shunja tarafından yazılan Honeni the Buddhist
                           Saint adlı kitaptır.
                           (27): Zamanımızın bu gerçek tabiatının, yirminci yüzyılın çoğunluğu,
                           ne yazık ki yalnızca yaşanılan bu çağı yansıtan ürünler vermekle meşgul olan, bütün
                           o sözde sanatçıları dahi, en ateşli şampiyonlarının gözünden kaçması, gerçekten çok ironiktir.
                           Hikmetin apaçık özünü görmek yerine onlar yalnızca kabuğu görüyorlar. Elbette, bu durumda sonuç üzerinde durmaya
                           gerek kalmıyor. Aslında günümüzde gerçek sanatçıdan beklenen bu özü yansıtmak olmalıdır.
                           (28): L’Homme et son devenir selon la Vedanta, ilk olarak 1925 yılında basılmıştır.
                           (29): Kendisinden tavsiye isteyenlere yazdığı mektuplarda… Zirai yazışmaya
                           çok önem verirdi. Batılı hakikat talipleri için muhtemel bir manevi yol olarak Hinduizm’i takdim ederken çekingen
                           bir tutum içindeydi.
                           (30): Studies in Corparative Religion,Kış 1969, s.94
                           (31): Zikr, kelime anlamı itibariyle ‘hatırlama’ demektir; fakat burada söz
                           konusu edilen ‘Platonik Hatırlama’ ışığında (yani sembolün arketipini hatırlama
                           gücü bağlamında) anlaşılmalıdır.
                           (32): a.g.e. s.95
                           (33): Sembol arketip mütekabiliyetinden bahsediliyor.
                           (34): Aperçus sur L’initation, s.122
                           (35): Örneğin The Crisis of the Modern World (Modern Dünyanın Bunalımı adı
                           altında Yeryüzü Yayınları arasında yayınlandı. Türkçeye çev. Nabi Avcı, İstanbul 1979/ÇN)
                           (36): Coomaraswamy’nin The Bugbear of Literacy adlı kitabı Guénon’un bir
                           önceki notta bahsedilen iki kitabına ilave edilebilir. Ananda’yı bir önceki bölümde: The Destruction of the
                           Christian Tradition adlı yeni kitabından alıntı yaptığımız oğlu Rama ile karıştırmamak
                           gerekir.
                           (37): Bu Studies in Corparative Religion’ın (Yaz 1977), A.K. Coomaraswamy ile ilgili
                           yüzüncü sayısında Whitall Peryy’in “Comaraswamy: The Man, Myth and History” adlı makalesinde
                           çok güzel ortaya konulmuştur. Whitall Peryy’nin A Treasury of Triditional Wisdom adlı şaheseri yalnızca
                           günümüzde üretilen eserlere bir başka örnek olarak sayılabilir. Yazarın bize Coomaraswamy’nin delaletiyle
                           belirttiği gibi : ‘tarafsız olarak bütün Ortodoks kaynaklara dayandırılan bir Philosophia Perennis
                           Risalesi yazılmasının zorunlu olduğu zaman yaklaşıyor.’
                           (38): Orta Çağ’ın Crétien de Troyes ve benzeri aşk destanlarındaki bir
                           çok göndermeler bir yana, Hıristiyan kaynaklar Dionysus, Aziz Agustine, Aziz Thomas Aquinas, Dante, Eckhardt, Ruysbroeck,
                           Cusa’lı Aziz Nicholas, Boehme ve Angelus Silesius’u ihtiva ediyor.
                           (39): İstidlali akıl (reason) düzlemi tamamıyla zıtların düzlemidir ve
                           biriyle baş etmek diğeriyle de baş etmektir. Fakat buna ancak istidlali aklın üstünde ve onun ulaşabildiği
                           en yüksek yerde olan Akıl (intellect) ile erişilebilir. İnsanın yasak ağacın meyvesini yemesiyle
                           birlikte maruz kaldığı dualizmle baş edebilecek olan yalnızca akıldır, (intellect.)
                           (40): Markos- 12, 30
                           (41): Malaki IV, 5-6
                           (42): Studies in Corparative Religion, Kış-Bahar 1979 sayısı, s.15’te
                           (The Eliatic Function.)
                           (43): Matta 17, 11
                           (44): Luka 1, 17
                           (45): Spiritual Perspectives and Human Facts (Peter Townsend tarafından yapılan yeni
                           bir çeviriden, henüz baskıda)
                           (46): Esoterism as a Principle and as a Way s.234
                           (47): Ek.A
                           (48): İngilizce olarak mevcut olanların tamamı bibliyografyada onun ismi altında
                           dercedilmiştir.
                            
                            
                           Bu yazı Martin Lings’in İnsan Yayınları’ndan
                           (İstanbul-2002) çıkan “Onbirinci Saat –Modern Dünyanın Manevi Bunalımı” isimli
                           esrinden alınmıştır.