BİLGİ VE GÖRÜ (Vision)
Geçen bölümlerdeki mülâhazalar, Şeyh-i
Ekber'in öğretiminde, şu âyet çevresinde gelişen yorumlarla tamamlanmıştır: "İçinizden
savaşanlar ile sabredenleri biz bilinceye kadar (hattâ na'leme) sizi imtihan
edeceğiz." (Kur'an, 47/31). Bu ayetteki gönderme, sık sık ve basitçe "hattâ
na'leme" ifadesinin zikredilmesine indirgenir. Bu, İbni Arabi tarafından ilâhî Bilgi kuramının
çizildiği zamandan beri sık sık yararlanılan bir işaret noktasıdır. Tam da bilginin artması
konusuna bağlı bir örnek vardır karşımızda: "Bil ki, hiçbir artış içermeyen yetkinlik,
yalnızca "alemlerden münezzeh olarak" görünen Allah'a mahsustur; bir artış içeren bilgiye gelince ona Allah'ın
şu Kelâm'ı örnektir: "Ve elbette Biz bilinciye kadar sizi imtihan edeceğiz."; Peygamberine söylemesini emrettiği:
"Rabbim, bilgimi artır!" da aynı tarzdadır." 107
Hattâ na'leme (Biz bilinceye kadar) ifadesi, şaşırtıcı
bir paradoks içermektedir. En Yüce, özel bir konuda bilgi edinmeyi beyan etmektedir. Oysa metafizik bedâhet ve en güvenilir
evrensel geleneksel veriler, Tanrı'nın Bilgisinin sonsuz ve her şeyi kapsayıcı olduğunu göstermektedir.
Bu durumda, bu beyân da, Zâtî bilginin birliği ile şeylerin sınırsız çokluğu kadar, ârızî
tezahürleri içinde de ortaya koymaktadır. Bu hususta İbni Arabî öğretisini iyi anlamak için, her şeyden
önce bilgi ile görü 108 arasına yerleştirdiği farkın esprisine dikkat etmek gerekir:
"Bil ki, bir şeyin bilgisi onun kesin
görüsü anlamına gelmez.109 Bu da şunu gösterir ki, gördüğün şeylerin vasatı ile, bildiğin
şeylerin vasatı aynı değildir. Bilgi, görülen şeyle olduğu kadar, görülmeyen şeyle de ilgilenir;
bir şeyi gören kimse, o şey hakkında açık bir bilince de sahiptir. Oysa, bir şeyi bilen kimsenin,
bildiğini görmesi zorunlu değildir. Vahyedilen Yasa110'da Allah'ın gizli şeyleri "gördüğü"
asla zikredilmez, onlar hakkında sadece bilgi zikredilir. Bundan dolayı, En Yüce, görüyü şöyle buyurarak üstlenir:
"O bilmez mi ki Allah görür?" (Kur'an, 96/14) Böylece aynı anda hem bilgiyi hem görüyü üstlenir. Yine de bu iki nisbet
arasındaki farkı seçmek ve bu farkı oluşturanın ne olduğuna dikkat etmek gerekir. Aslında
Allah'tan gizli kalmış bir şeyin bulunabileceği tasavvur edilemez: gizlenmiş şey kavramı,
sadece gizlenmiş olanın kendisiyle ilgili bir içerik taşır. "Gizlenmiş şeyleri (gaybleri) lâyıkıyla Bilen Sensin, Sen!" 111 diyen kimse, aslında "bize gizlenmiş
olan şeyler"i demektedir. Aynı şekilde, "gizliyi ve görünürü Bilen"112 ifadesi "bizim için gizli
ve görünür" anlamını sezdirir. Buna karşılık, bir şeyin görüsü, onun tanımının
bilgisini ve özsel gerçekliğini (hakikatini) açmaz: bu yönü açan şey, bilgidir. Nesne verili de olsa, edimsel gerçeklikten
(vücud) yoksun da olsa böyledir. Aksi takdirde bilgiden söz edilmez.
"Tanrı, her şeyin kesin bilgisine
o şeyler zuhur etmemiş halde iken sahiptir; böylece O, onlardan bazılarına varlık sahnesine çıkma
imtiyazı verir. Eğer saf hiçlikte (el-ademü'l-mahz) ne kalıcı
özlere (a'yân-ı sâbite) ne de kesin ve ayırıcı görüye yer yoksa,
bu ârızî olabilirlerin (mümkinat) zuhur etmemiş hâlini de ilgilendirecektir.
Bilgi'nin nesneleri birbirinden ayırt etme olgusu, Tanrı'nın onlar hakkındaki kesin ve özel görüsü dile
getirilerek açıklanabilir: Kendi Özü113 ile onları gören O'dur. Onlar kendi hallerinde zuhur etmemiş
durumdayken bile Allah'ın onlar hakkındaki bilgisine göre zuhur etmiştirler. Nitekim, nesneler icad eden veya
yapan insan da, onları dışarıda görünür kılmadan önce onların hayali sunumlarına sahiptir.
Kendi gerçeklikleri yalnızca kendilerinde belirmekteyken, farklı bir gerçeklikle donanmış olduklarına
ilişkin bilgiyi de taşımaktadırlar. Zuhur etmemiş olanın durumu, insanlar açısından
salt "zihinsel" bir gerçekliktir, Allah açısından ise bu Bilgi katındadır. Demek ki, zuhur ediş,
bir gerçeklik durumundan başka bir gerçeklik durumuna (min vücûdin ilâ vücûdin)
geçişle olmaktadır: Bilgi'den neş'et eden bir gerçeklikten hareketle belirli ve cüz'î bir gerçekliğe geçiş.
Buna karşılık imkânsızlık, saf hiçliktir ve ne farklılık içerir, ne belirlenmişlir."
114
Allah Te'âlâ için kesin görü, "görü" ile
"bilgi" yönlerini birleştiren tek bir eylem ise de, bunlar aynı zamanda kendi özelliklerini de korumaktadırlar.
Bu durum dikkate alındığında görü, önceliği alacaktır. Zira görü, metafizik bakımından
da, mantık bakımından da bilgiden "önce" gelir. Şeyh-i Ekber bunu şu örnekle vurgular: "Allah ancak
bildiğini yazdı (ketebe) ve bildiği de ancak kesin olarak gördüğüdür."115
Bu görü, ârızî olabilirliklerin hepsini zuhur etmemiş iken kuşatmaktadır. Yani, René Guénon'un kullandığı
kavramlarla söylersek; zuhur imkanları da, zuhur etmedikleri sürece -İbni Arabî'de sık sık karşımıza
çıkan bir durumdur bu -zuhur etmemiş olma imkanlarıdır. Şu metinlerde görüldüğü gibi: "O, bilinebilir
nesnelerin hepsini değişmemesi takdir edilenleri de, zuhur etmemiş haldeyken görür." 116 Demek
ki, şeylerin ilahi görüsü, varoluş alanında 117 fiilen zuhur edişleri ile hiçbir bakımdan
ilişkili değildir, ancak ve sadece "görülmüş" olma kapasiteleri vardır, bu onlara farklı bir bilincin
nesnesi olmaya elverişli "şeyler" (eşya) olma vasfını vermektedir.
Dahası var: Onların zuhurları gerçekleştiğinde, Tanrı'nın onlar hakkında sahip olduğu
ve Kendi Gerçekliğinden ayrılmayan kesin görü bundan hiç etkilenmez. Aslında bu görü, şeylerin durumları
ve varoluş düzlemleri ne olursa olsun, onların biricik gerçekliğidir. Şu halde zuhurun kendisi, hiçbir
hakiki değişikliğe yol açmamakta, sadece birtakım cüz'î imkanlar için "algılayamadığımız
bir gerçeklik durumundan algılayabildiğimiz bir gerçeklik durumuna geçiş"i oluşturmaktadır" kısacası
zuhur, değişmez gerçekliği tefekkür tarzından başka bir şey değildir.118
Buna karşılık, bilgi sıfatı
dolaylı bir tanıma modeli olarak görünüyor. Görüden farklı olarak kesin müşâhedeyi119 sezinletmiyor;
ayırarak davranıyor ve aslî belirmeyi bir ölçüde taklid ediyor. Bilgiye, ilâhî Bilgiyle ilgili birçok Kur'an ayetinde
yer alan "inde", "yanında / yanından" edatı ile işaret edilmiştir.
Meselâ: "Biz ona120 yanımızdan Rahmet vermiştik." (Kur'an, 18/65) "Bilinmez'in Anahtarları
O'nun yanındadır: Onları O'ndan başka hiç kimse bilmez." (Kur'an, 15/21) İbni Arabî'ye göre bu edat
('inde), belli bir zamanı veya yeri değil, bir gerçeklik derecesini işaret
eder: bu, Allah'ın özel şeyler hakkında sahip olduğu farklı ve sınırsız bilginin gerçekliğidir.
Orada gerçek "Hazineler", zuhur halleriyle olduğu kadar, zuhur etmemiş özgün halleriyle de ârızî varlıkları,
hatta hiçbir zaman gerçeklik alanına "çıkış" yapmadıkları varlık türü olarak da kapsamaktadırlar.121
Bir "türev" karakterine bürünen bilgi,
Şeyh-i Ekber'in bu konuda sık tekrarladığı bir ifadede özel bir çekicilik kazanır: "el-'ilmü tâbi'un li'l-ma'lûmi" "Bilgi, nesnesine (bilinene) bağımlıdır". Bu ifadeyi şöyle
açıklar: "Bilgi adı verilen şey, "bilen" adı verilen varlığın kurduğu özel bir ilişkiden
ibarettir ve o ilişkiye bağlıdır. Bilen kişi için bilgi, bilgisini edindiği o nesneden hareketle,
tanınan nesnenin bir çeşit türevi olarak konumlanır, nesne artık bağımlıdır: gerçeklik
böyledir. Bilginin Saygınlığı, aslında, bilinen nesnelerle özdeştir; hatta onun özne ile bilinen
nesne arasında oluştuğu (bile söylenebilir). Tecelli eden varlığa göre Bilgi, nesne üzerinde neredeyse
hiçbir etkiye sahip değildir. Aksine, bilgi o varlıktan doğmaktadır. Mesela imkansızın imkansız
olduğunu bilirsin. Ama senin bu bilgin hiçbir şeyi değiştirmez, hiçbir şekilde etkili olmaz. İmkansız
kendisi hakkında imkansız olduğu bilgisini sana vermiştir. Burada, kurgucu bilginlerin aksine, bilgi'nin
nesnesi hakkında etkisiz olduğunu görebilirsin. Cüz'i mümkünlerin varoluşu, hiçbir surette Bilgi'den kaynaklanmaz.122"123
Öyleyse, "bilinen nesnenin kendisi, esasen, bilgiyi veriyor"124 Bu doğrudur. İbni Arabi'ye göre, bunun
doğruluğu, ilahi Bilgi kadar yaratıklara has bilgi için de geçerlidir. Bu geçerlilik, "bağımlı"
ve "bağlantılı" olmak bakımından, en azından Kur'an'da geçen "Biz bilinceye kadar"ı referans
gösteren ilişki türü bağlamında çok açık olarak görülüyor.125 Bu paradoksal bakış,
Fütühat'ta anlatım gücü çok yüksek ifadelerle yer alır: "O senin kendi hakkında
sahip olduğun bilgiyi, O'nun hakkında sahip olduğun bilgiden 126 önce zikretti ki, senin bilginin
kaynağı nedir ve O'nun senin hakkındaki bilgisi nasıldır, öğrenesin diye. O gerçekten şöyle
buyurmuştur: "Biz bilinceye kadar sizi imtihan edeceğiz." Eserlerimizden Kudsi
Sırların Doğrudan Müşahedesi Hakkında Kitap127 başlıklı birinde,
(ilham edilmiş) bir Söz'ün çeşitli anlamları cümlesinden şunu zikrettik: "Sen köksün, Ben de dalınım."
Bu anlamlardan biri, O'nun bizim hakkımızdaki bilgisinin O'ndan değil, bizden olduğudur! Bu noktayı
iyi düşün. Zira şaşırtıcı ve anlaşılması güç bir sırrı içeriyor. Kurgucu
bilginlerin çoğu bunun tam tersini söylerler: O'nun bilgisi Kendisinden gelir, bizden değil. Bu görüşün onları
götürdüğü yer, bizim ârızî olduğumuzun kabülüdür. Halbuki entelektüel sezgi (keşf),
bizim söylediğimizin bilmezlik edişimize izin vermeyen bir hakikat olduğunu ifşa ediyor."128
Bu dolaylı ve türevsel karakter,
özel varlıkların İlahi İlke'ye sahip oldukları bilgisi karşımıza çıktığında
da görülmektedir. Aslında Aşkın Öz, bir bilginin ya da herhangi bir dışsal zihin işleminin nesnesi
olamaz. Ancak ve sadece bir "görü" veya açık bir müşâhede olabilir burada: kavrayabildiğimizin hepsi, yalnızca
Tanrısal İşlev'in veya Tanrısallığın (Ulûhiyet)
ilgili olduğu ilksel gerçeklikten bir şeydir, yoksa Öz (Zât) değildir.
Michel Vâlsan'ın vurgulaması da bu noktada aynıdır: "Öz ile Tanrısallık kutupsal karşıtlardır."
129 Bundan dolayı, Tanrı hakkında bilgimizin kendimiz hakkındaki bilgimizden doğduğu
düşünülmüştür: "O'nun hakkında sahip olduğumuz bilgi, kendimiz hakkındaki bilgimizden türer: Bu bakımdan
gerçekliğin kaynağı biziz. Allah Elçisi'nin -Salât ve Selâm onun üzerine olsun!- şu sözüne mutabık
olarak: "Kendini bilen Rabbini bilir." O'ndan aldığımız fiili gerçeklik (vücud)
de O'nun kendi gerçekliğinden (vücûdi-Hî) türemiştir: Asıl olan (asl) O'nun gerçekliğidir. Gerçekliğimizin temeli O olmakla birlikte, O'nun hakkında
sahip olduğumuz bilgi bakımından O, türevsel bir konumda (fer') bulunur."130
Bunu tasvir etmek için Şeyh, çok aydınlatıcı bir üslûpla merkez ve çember sembolünü kullanır: "Merkez,
çemberin varlık (vücud) sebebidir, çember de merkezin bilgisini edinmemizi sağlayan
sebeptir. Demek ki, merkez ve çember, (elbette farklı ilişkiler altında) bir yandan ilkesel gerçeklik (hakk), bir yandan da yaratımsal gerçeklik (halk)
durumundadır." 131
"Bilgi sıfatı" kuramı,
inisiyatik yolun bir uygulamasını içerir. Metafizik tecellî bakımından bilgi, ancak özel varlığın
basit bir sıfatı olarak göründüğü durumda veya kendi özünün aktif kipine büründüğü, demek ki Tanrı'nın
kendisine mahsus Yüzü olduğu halde, eylemsel bir değer taşır. Bu konuda Kur'an ayetinde şöyle buyurulur:
"Tutkusunu tanrısı edinen, bilgisine rağmen"132 Allah'ın saptırdığı kimseyi
gördün mü?" Abdülkadir'e göre âyet şunu işaret eder: "Mürşidine itaat etmeyip de tutkusuna, onu tanrısının
yerine koyarak itaat edeni bana bildir. İşte Allah onu bilgisine rağmen saptırmıştır! Burada
şaşırtıcı bir şey, tuhaf bir durum yok mu?" Emir, yorumunu şöyle sürdürür: "Bilgi 'bilen'
(âlim) varlığın basit bir sıfatı olduğundan böyledir
bu. Böylesi bir bilgi, insanların çoğunu zorunlu olarak mutluluğa (sa'âdet)
133 götürmez ve zorunlu olarak tutkularından arındırmaz. Mutlulukla kesin olarak ilişkisi olan
bilgi, özsel (zâtî) bilgidir. Bilen, ona ait olacak bir sıfat olarak değil
de, kendi özünün gerçekliği olarak bu bilgiye sahiptir. Anla artık! Bu bilgi, her şeyin birleştiği
ve her şeyi birleştirenin bilgisidir: esasen şeyler birbirlerinden sadece olumlu gerçeklikten yoksun belirlemeler
aracılığıyla ayırt edilirler. Şeylerin birliğinin gerçekleştiği ve her şeyin
kaybolduğu oranda, iki şey arasında, Özsel Gerçeklik'ten uzaklaşılmadığı oranda, bilgi
güçlü veya zayıf, küçük veya büyük olacaktır. Buna karşılık, bilen kimse, bilginin kendisinde mevcut
basit bir kişisel nitelik olduğunu bildiği ölçüde, sahip olduğu bilgi ona hiçbir mutluluk getirmez; ancak
bilince ve bilgisinin "bilenin özü"134 olduğuna dair inisiyatik "zevk"e sahip olursa mutluluğa erecektir.
Zaten bütün insanlar, ancak bu özsel bilgi aracılığıyla bilgi sahibi olmaktadırlar. Zira hakikat
birdir ve çokluk kabul etmez. Bununla birlikte, bilmedikleri ölçüde, ondan hiçbir fayda elde edemeyeceklerdir: "Allah bilir
ve siz bilmezsiniz." (Kur'an, 2/216)135
Peygamber -Allah'ın Salât ve Selâmı
onun üzerine olsun!- şöyle buyurdu: "Nice bilginler vardır ki, sapkınlık içindedirler: bilgileri onlarladır
ama onlara hiçbir faydası yoktur." 136
Charles - Andre Gilis
Çeviren
Alpay Mut
Dipnotlar
107. Fütühat,
243. Bölüm.
108. Bilincin bu iki kipi, İslam'da
tüm öteki şeylerin kökeninde geleneksel olarak bulunan yedi temel vasfın parçalarıdır.
109. Şühûd.
Teknik dilin bu terimi genellikle "contemplation" (müşâhede) diye çevirilir. Zira görü, duyusal görüşle (ru'yet:
gözle görme) olduğu kadar, lâtif görüyle (basîret) de bağlantılıdır. (Bkz. Etudes Traditionnelles, 1948, s.340-341) Metnimizde "ru'yet" "aslî görü"yü belirtir. İbni Arabi ise, müşâhede
ile görüyü birbiri yerine kullanabilmektedir.
110. Şer'
(Şeriat), Vahiy verileridir ki, kuramsal bilgi alanında ilahi bir Normdur.
111. Ente
'Allâmü'l-Ğuyûb. Bu ifade, Kur'an'da aynı sûre içinde iki kez geçer. (Kur'an, 5/109 ve 116) 'Allâm kelimesi, Tanrı'nın yerini tutan Ente zamiri kadar evrensellik
inceliği taşır. İlk kez Elçiler tarafından kullanılmış, ikinci kez Efendimiz İsa
tarafından. "Kulluk" açısından beliren şeylere sahip olanların bilgisini işaret eder, yani hem
"verili" hem cüz'idir: "Nefsimde olanı Sen bilirsin, ben ise Senin Zâtında olanı bilmem." (Kur'an 5/116)
112. 'Âlimü'l-ğaybi
ve'ş-şehâdeti. Bu sıfat, Kur'an'da birçok kez zikredilir.
113. 'Ayn:
Şöyle de tercüme edilebilir: Kendi Gözü veya Kendi Kararı.
114. Fütühat,
69. Bölüm. İstihâre namazı kısmında.
115. A.g.e.
411. Bölüm. Tecelli açısından durum tam tersidir, bilgi kesin görüyü genellikle öncelemektedir. (Bkz. 260. Bölüm)
116. a.y.
117. Şeyh burada bazı Eş'arîlerin
görüşlerine karşı olduğunu belirtiyor. Konu hakkında 46. ve 293. bölümlere bakınız.
118. Görüye ilişkin İslâmi kuram,
öteki doğulu geleneklerin, özellikle Hinduizmin metafizik öğretisine burada açık bir yakınlık gösteriyor.
119. En azından onun kadar. "Constatation
immédiate", "Kesin müşâhede" tabiri Michel Valsan tarafından "şehâde"
terimini çevirmek için kullanılmıştır. Etudes Traditionnelles,
1948, s.338
120. Selâm onun üzerine olsun! Efendimiz
Hızır'dan söz edildiğini hatırlatalım.
121. Fütühat,
347. Bölüm.
122. Varoluş aslında Zâtî Kudret
ve var edici Emir'den kaynaklanmaktadır.
123. A.g.e., 558. Bölüm, Bilginin Saygınlığı
bahsi.
124. A.g.e., 483. Bölüm.
125. Ebu Yezid el-Bestamî bir gün şöyle
der: "Ey Rabbim! Sana ne ile yakınlaşayım?" Cevap verilir: "Bana ait olmayanla!" Ebu Yezid karşılık
verir: "Ey Rabbim! Her şey senin, sana ait olmayan ne var?" Cevap verilir: "Zillet ne ihtiyaç". İbni Arabi hattâ na'leme'yi açıklarken zillet ve ihtiyacın ilahi bir prototip olduklarını
gösterir. (A.g.e, 558. Bölüm, el-Müzill ismi
hakkında.)
126. Men
'arafe nesehû 'arefe Rabbehû sözüne telmih. "Kendini bilen Rabbini bilir." Fütühat'ın
251. bölümünde İbni Arabî, bir Ârif'in şu sözünü nakleder: "Ruh (Burada "nefs" lafzının anlamıdır)
kıyısı olmayan bir denizdir." Yani sınırsızdır. Bilgi artışı için dua etmeyi
emreden İlahi Buyruk bunu doğrulamaktadır. Buna karşılık, en üstün manevi makam "görü"
ile ilgilidir yahut Öz'ün kesin bilinci, herhangi bir varlık gerekçesi taleb etmeyecek bir düzlemdir.
127. Arapça tam adı: Kitâbu Meşâhidi'l-Esrâri'l-Kudsiyye ve Metali'i'l-Emvâri'l-İlâhiyye.
128 Fütühat,
508. Bölüm. Bu son aşkın kaynaklı açıklamaya rağmen böylesi ifadeler Tasavvuf üstadları nezdinde
tartışma konusu edilmiştir. İnsânü'l-Kamil'in 17. Bölümünde Cilî
tarafından bir İbni Arabi eleştirisi sunulur: "O, bilinen nesnelerin sadece Tanrı'nın zâtî ve evrensel
bilgisi içinde tanımasına dayandığını, bunun da O'nun mutlak Varlık'ına bağlı
olduğunu göz ardı etmiştir. Emir Abdülkadir 123. Mevkıf'te bu
konuya değinir ve özellikle 346. Mevkıf'te derinlemesine araştırır.
Özsel Kutsallığın yayılımı (feyzu'l-akdesü'z-Zâtî) kavramına
dayanarak görüşlerini açıklar. Michel Valsan'a göre, bu kavram, "ilk belirlenimleri içindeki salt mümkün varlıkların
geçişine" bağlıdır. (Bkz. Etudes Traditionnelles, 1974, s.244)
Cili'nin eleştirisini ifade etmek için dayandığı kuramsal yaklaşım, Ekberî öğreti içinde
mevcuttur, dolayısıyla aslında iki Üstad arasında hiçbir karşıtlık yoktur. Abdülkadir,
bu hususta İbni Arabi'nin bütün etkileyiciliğiyle büyük otorite olduğunu, Cili'nin manevi zevkler planında
"risk" aldığını kuvvetle, ağırbaşlı bir üslûpla tekrar vurgular.
129. Bkz. Etudes
Traditionnelles, 1952, s.128, 2. not ve 1961, s.90-91, 32. not. Aşkın Kimlik, bir bilmezlik (ümmilik) tecellisi
olarak göründüğünde, "inde" edâtının sınırlı anlamıyla
uyumludur: "Onun yanında ('inde-Hû) olan şey tükenir, çünkü "yanında
/ yakınında"dır. Buna karşılık "O O" (Hüve Hüve) tükenmez;
"O O" Bilmezlik'in (Ümmilik) de özüdür. Nitekim, "O'nun yanında" olan da Bilgi'nin özüdür." (Fütühat, 72. Bölüm).
130. Fütühat,
508. Bölüm
131. A.g.e., 369. Bölüm (giriş kısmı).
Bilgi sıfatı, bir tür İlahi İlke koşulu içerir. Sadece ulûhiyet'in bir me'lûh'u, yani ulûhiyete tâbi
bir varlığı gerektirmesinden dolayı değil, böylece yaratılmış olma bağının
her iki terimi de karşılıklı bağımlılığa sürükleyecek olmasından ötürü.
Bu bakış açısına göre İslemî kuram, Hindu geleneği öğretileriyle bir çeşit benzerlik
gösterir, Vedânta'ya göre, "her yerde hâzır ve nâzır bilinç" olan Chit, ilahî Zihin ve İlksel Bilinç organı ile özdeşleşir, uyumludur.
Ancak, Atmâ'nın "aşkın ve kayıtlanmamış durumda"ki haliyle,
hele Atmâ'nın Prajna olarak göründüğü
"derin uyku durumu" ile benzeşmez. Bkz. Vedânta'ya Göre İnsan ve Halleri,
XIV. ve XV.Bölüm, ve Etudes Traditionnelles, 1962, s.208.
132. 'alâ
'ilmin (Kur'an, 45/21) Emir'in bu bölümle ilgili yorumuna bu çeviri, en uygunu olmakla beraber, nihayet bir çeviridir.
Aslında Allah'ın, bu varlığı, Kendi ilminin gereği olarak, Kendi istidadından ötürü saptırdığı
şeklinde de anlaşılabilir. (Bkz. Kâşânî'nin yorumu.)
133. Bu kelime genellikle Cennete mahsus
bir durumu belirtir. Burada ise inisiyatik bir anlamı göstermek için yer alıyor, "Özün Cenneti"ne mahsus bir Selâmet
haline gönderme var. Tutku (hevâ, heves) özel bir nesneye, bilhassa ilâhî Makam'a her türlü bağlanışı
gösterir. Hele bu sonuncusu, "âşık-ma'şûk" ikiliğinin sürdürülmesine izin vermektedir; aynı ayetin
Ekberî yorumu için bkz. Fusûsu'l-Hikem (Harun bölümü).
134. 'İlmu-hû
'aynu zâti-bi'l-'alime. (Bilgisi bilenin kendi özüdür.)
135. 156. Mevkıf.
136. Kâşânî tarafından Kur'an
45/23'ün tefsirinde zikredilir.
Yukarıdaki yazı Charles -Andre Gilis "İslâm ve Evrensel
Ruh" İnsan Yayınları, İstanbul, 2004'den alınmıştır.