mor'a dogru

cagin ruhu

Home
inisiyatik bilgi
bilgi ve vizyon
metafizik
fi'l ilahiyyat: metafizik
kendini bil
hakikat nedir
bilgelik
bireysellik
PERSPEKTiF-METiNLER
tradisyon:1.gelenek üstüne
tradisyon:2.gelenegi anlamak
tradisyon:3.gelenege karsi adet
hermetizm
hermescilik hakkinda
dini SINIRLARI asmak
MODERNiZM
modern bilim ve insanin düsüsü
modernizm ve islam
cagin ruhu
cagdas dunyada kutsal
KOZMiK UYUM UYGULAMALARI
nefisini bilen rabbini bilir...
rüya ve gerçek
kozmik uyum:1.mistisizm
iman ve ibadet
yoga
halidi hikmet
SiSTEMiN SESLENiSi
tanridan Allah'a...
hakikat yolculari
1:mevlana
2:muhyiddin ibn arabi
iSARETLER
isaretler:sayilar alemi
1:ebced hesabi
ezoterik ögretiler
1:ezoterizmi anlamak
guncel:1
KADiM DOGU
1:budizmin dogasi ve ogretileri
kadim dogu:2 hint tradisyonu
1:taoizm
2:yoga
bhagavat-gita
kadim dogu:3 islam tasavvufu
tasavvuf nedir?
tasavvufta varolus mertebeleri...
2:tasavvufi kavramlar a: irsad-mürsid

ÇAĞIN RUHU

 

Dünya çapında yaygın bir geleneğe göre, makrokozmosun ‘hayatı’ binlerce yıllık bir manevi bereket dönemiyle başlamış Altın Çağ’dan aşağıya doğru yavaş yavaş Gümüş Çağ’ına, Bronz Çağ’ına ve sonunda nispeten daha kısa olan ve manevi bereketin maddi refaha dönüştüğü bir çağa ulaşmıştır. 1 Bu Demir Çağı ya da Hinduların ifadesiyle Karanlık Çağ dönemi, çevrimin en son sonbaharı ve kışıdır ve yaklaşık olarak ‘tarih öncesinin’ tersine ‘tarihi’ olanla çakışmaktadır. İster makrokozmosa ister mikrokozmosa ait olsun bütün ileri yaşların hastalıkları vardır. Ancak normal sayılabilecek ileri bir yaşın öte yandan bizim bütün yönlerden gördüğümüz negatif işaretleri gerisinde yarı-gizli hikmetleri de vardır. Günümüzün de aynı şekilde, hiçbir geçmiş çağın özelliği olmayan ve zamanımızın başka bir alameti olan bir takım olumlu özellikleri vardır.

Bunun yalnızca ileri yaşta hikmete sahip olunduğu veya benzer şekilde zamanımızın bu konuda çok ileride olduğunu iddia etmek anlamına gelmediğini söylemeye gerek yok. İnsanlık makrokozmosun kalbidir ve çevrimin dört çağı insanlığın evreleri gibidir. Altın Çağ’ın üstünlüğü, o çağdaki insanlık genelinin –hikmeti içinde barındıran- manevi zenginliğinden kaynaklanıyor. Bu bütün, sonradan önce bir çoğunluktan başkaca bir şey olmayan bir duruma, daha sonrada bir azınlığa ve nihayette de küçük bir şeye dönüşmüştür. Her şeye rağmen özellikle ileri yaşlara ait olduğu söylenebilecek bir hikmet tarzından bahsedilebilir. Bunun gençlik çağlarında ve orta yaşlarında yeterince zeki olmayanlar tarafından belirli ölçülerde önemsenmeye açık olduğu söylenebilir. Devrin ileri ki yaşları buna uygun bir ortam sağlamamak durumundadır. Aşağıdaki paragraf bize son zamanlarda meydana gelişi sebebiyle kesin olarak günümüze ait olan, toplumsal ya da makrokozmik zekâ konusunda ipuçlarını veriyor.

‘Genelde olayları yeterince derinliğine araştırmayan ve üstelik önceleri böyle şeylere ihtiyaç duymayan dini savlar psikolojik olarak bir anlamda eskimiş ve nedenselliğin belirli bazı icaplarını yerine getirmede başarısız oluyorlar. İnsan toplulukları zamanın geçişiyle birlikte, bir yandan bozuluyorsa da, diğer yandan yaşlanmaları sayesinde her ne kadar hatalarla karışık olsa da tecrübe kazanıyorlar. Bu ise etkin olmayı düşünen her türlü dini eğitimin dikkate alması gereken bir çelişkidir. Genel hatalardan yeni yollar edinmek yerine, daha üstün bir düzenin duygusal değil fakat akli savlarını kullanarak ancak etkin olunabilir.’ 2

‘İnsan toplulukları’ ibaresinin çoğul halinde kullanılması bize zamanın geçişiyle birlikte bozulan modern dünyanın, bize bozulma konusunda tek örneğin oluşturmadığını hatırlatıyor. Her dört çağın kendi içinde bir ‘gençlikle’ başlayıp bir ‘yaşlılıkla’ sona eren küçük bir devri içerdiği söylenebilir. Bunların içinde yine de daha küçük başka devirlerde vardır, örneğin eski Mısır medeniyeti ya da eski Roma medeniyeti gibi. Bütün bu daha küçük olan devirlerde bir dereceye kadar sonlara doğru ‘ilerleyen yaşlar sebebiyle tecrübe’ birikimi olması gerekir. Uzatmalarıyla birlikte 1500 yıl önce kurulan ve o özel insan topluluğunun en son evresi olduğu söylenebilir. Benzer şekilde bu yüzyıl aynı zamanda birçok diğer Hindu, Amerikan yerlisi, Yahudi, Budist ve İslam toplumunun son safhasını belirliyor. Bu toplulukların geleneksel olarak birbirinden ve Batı dünyasından olan farklılıklarının Batı hayat tahakkümü neticesinde kaybolmasıyla bunlar, Batı dünyasıyla yekvücut hale gelmişlerdir. Fakat aynı zamanda dört çağın en sonuncusunda yaşıyoruz ve sonuncu çağda oluşumuzdan bunun sonu, bir bütün olarak dört çağlı büyük çevriminde sonu olacaktır. Diğer bir deyişle yeni dört çağlık bir devirle takip edilecek makrokozmosun en ileri uç çağını idrak ediyoruz.

Devrin bu çok büyük uzunluğu sebebiyle makrokozmosun en son çağına yirminci yüzyıldan çok daha önce ulaştığı söylenerek itiraz edilebilir. Bu doğrudur, fakat söz konusu son çağ yardımcı genç devirlerle çevrelenmiştir. İki bin yıl önce büyük devrin yeni başlayan alacakaranlığı Hıristiyanlığın doğuşundan önce geri çekilmiş, bunu daha sonra İslamın doğuşu izlemiş ve hatta yedi yüzyıl gibi yakın bir zaman önce de Hıristiyanlığın ‘ikinci doğuşu’ denilen şey gerçekleşmiştir. 3 Bu büyük katedrallerin inşa edildiği ve bir çok mistik tarikatın kurulduğu bir dönemdir. Her ne kadar büyük devrin en son çağında olduğundan istikrarsızca olsa da Hıristiyanlığa ‘taze bir çıkış’ sağlanmış oldu. Ne var ki bu çok uzun sürmedi ve çok geçmeden bozulmanın kozmik akıntısına katılmış oldu. Bunun karşısında kapsadığı bütün kapalı devirlerin son çağlarıyla takviye olunan büyük devrin, büyük son çağını biraz olsun değiştirecek hiçbir şey yoktur. Bu yüzden makrokozmik olarak, bugün canlı herkesin yaşları ne olursa olsun ‘yaşlı’ olduğu söylenebilir. Burada her bir kişi için, olum ya da olumsuz olsun, onun makrokozmosta yani bir bütün olarak alındığında insan topluluğunda son çağın hangi yönünü temsil ettiği ve hangi derecede etkin veya edilgen olduğu sorusu ortaya çıkıyor.

Artık etkinliği bulunmayan dini (pastoral) eğitim konusunda Schuon’un söylediklerine gelince, geçerli olan yalnızca tek bir din vardır o da ‘bizimki’ şeklinde dile getirilen dogma, psikolojik olarak bir anlamda eskimiş delillere bir örnek olarak verilebilir. Bu tür eğitimler ‘nedenselliğin bazı icaplarını’ yerine getirmede başarısız oluyorlar, çünkü bunların, dinin Allah’ın izzetini hissettirmek yönündeki ana amacını yok ettiğini düşünüyorlar. Çağdaş insan kısmen kendi içinde bir trajedi olan farklı geleneksel medeniyetlerin koruyucu duvarlarının yıkılması sebebiyle ve kısmen de aşırı derecede artan seyahat imkanları ve dolayısıyla da insana bir çok kanallardan akan bilginin fazlalaşması sebebiyle, atalarının aksine daha kapsamlı bir dünya görüşüne sahip olmaktan geri duramadı. Bu genişlemiş dünya görüşü onun kendi dininin dışındaki dinlerden de etkilenmesi, en azından onların varlığının kendi dininin bütün dünyaya yayılmasını önlediğini anlamaya onu zorlayabilir. Eğer onlar yayılıyorlarsa binlerce yıllık geçmişleriyle bunların geniş bir alana yayılmalarına izin veren O’nun izzeti değil midir?

Bu izzeti beşeri önyargılara feda etmek istemeyenler için ‘dünya dinleri’ olarak adlandırılmalardan hiçbirinin Allah tarafından bütün yerkürede hâkim olmak üzere gönderilmiş olamayacağı apaçık ortaya çıkmıştır. Yalnızca bir insan topluluğu için olan Hinduizm ve Yahudilik gibi ibadet biçimlerinde bu sorun ortaya çıkmıyor. Fakat her ne kadar her biri gerçekte herkese açık olsa da Budizm, Hıristiyanlık ve İslam şüphesiz kendilerine özgü insanlık sektörüne sahiptir. Her ne kadar sınırları tanımlamak zor olsa da ve her ne kadar bunlardan en son vahyedileni olan İslam, durumun gerektirdiği şekilde bir çok yönde ilerlemeye devam etse de, en azından çağın sonuna kadar üç sektörün büyük ölçüde aynı kalacağı söylenebilir. Fakat eğer bu tür nesnel bir din görüşü yaygınlaşırsa, bu çoğunlukla aklın keskinliğinde bir artışa bağlı olmaktan çok ‘yaşlı insanın’ ‘tecrübeli’ olması gerçeğine bağlıdır. Diğer bir deyişle bu mevcut çağın (yaşın) olumlu yönlerine edilgin bir katılım sebebiyledir. Ancak aklen faal olan bir kimse için, bu evrensel bakış, ikinci dereceden ve tamamlayıcı bir değeri haizdir; ‘çağın ruhu’ terimiyle ifade edilen bu külli perspektifin her şeye rağmen zaruri olduğu da belirtilmelidir.

Bununla ne denildiğini anlamak için ileri yaşların özelliklerini daha detaylı inceleyelim. Makrokozmosun ‘ileriki yaşlarından’ bahsetmek yalnızca mecazi anlamda konuşmak demek değildir. Bütün dinlerde farklı şekillerde ifade edilen bir öğretiye göre makrokozmos ile mikrokozmos arasında kıyaslanabilir gerçek bir mütekabiliyet vardır, öyle ki bu, kelimelerin anlamlarında da gizlidir: ‘büyük âlem’ ve ‘küçük alem.’ Bu evrensel öğreti sayesinde makrokozmosun bazı anlaşılması zor yönlerini mikrokozmostaki mütekabil vecheler vasıtasıyla anlayabiliyoruz. Mikrokozmosun, daha doğrusu normal mikrokozmosun ileriki çağlarını, daha detaylı olarak incelediğimizde –zira o başlı başına makrokozmosa tekabül eder- zamanımızın muğlâk, bölünmüş, ikili tabiatı daha iyi anlaşılacaktır. Normal kelimesi burada harfiyen kullanıldı, norm olan şeyin sıfatı anlamında. Yalnızca ilk yaratıldığı şekliyle insan ya da başlangıçtaki durumunu yeniden kazanan kimse Taoistlerin gerçek insan dedikleri, hayatı makrokozmosun ‘hayatına’ yani artık sonuna yaklaşılan zaman devresine tekabül eden insan, tam bir mikrokozmos olarak kabul edilebilir. Gerçek insanda yani Veli’den yola çıkarak, insani norma tam anlamıyla kazanılmış olmasa da en azından tam bir bütünlüğü olan, gerçekte manevi her insanı da ekleyebiliriz.

Makrokozmos gibi normal mikrokozmos da ileriki çağlarda iki zıt eğilimin gerilimine muhataptır; hayatın ilk döneminde nispeten gelişmemiş olan ve dünya cennetinde insanın tamamen bağışık olduğu bir çelişkiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki ölümsüz bir canın (Ruh’la ülfet halinde olan bir can) ölümlü bir bedene hapsedilmesinden kaynaklanır. Beden canın bir sureti ve aynı zamanda bir devamıdır. Gençlikte beden genelde olumlu bir simge olarak göze çarpar ve onunla can arasında mükemmel bir uyum vardır. Makrokozmik çevrimin ilk çağlarının uyumlu homojenliliği de buna benzer; fakat yavaş yavaş mikrokozmosta beden yalnızca bir simge olduğunu gösterir ve bu ‘yalnızcalık’ zaman geçtikçe daha da şiddetlenir. Bu yüzden bir yandan ölümle sonuçlanan tedrici bir bedeni bozulma görülürken diğer yandan maneviyatın olgunlaşması söz konusudur. Normal bir ileri yaşın ana özelliği olan berrak ve nesnel bir bilgelik kendi aşkınlığıyla, artan bedeni zayıflığın4 kaçınılmaz bir sonucu olan birçok hastalığa ağır basar ve belirli bir anlamda onları mağlup ettiği söylenebilir. Makrokozmosun buna tekabül eden hastalıkları, hastalık olarak görüldüğü sürece, akıl için olumsuz olmayan bir ortam yaratır. Tarafsızlık bilgeliğin asli özelliklerindendir. Bu erdem, iyi zamanlarda yalnızca büyük manevi gayretlerle elde edilebilen, kişinin dünyasını karmakarışık yıkıntılar arasından görebilmesiyle daha irticali bir hale getirilebilir.

Normal ileri yaşın, zamanımızın yegâneliği sayesinde en olumlu özelliklerinden sayılabilecek ve aynı şekilde makrokozmik mukabili bulunan bir özelliği daha vardır. Bazan ruhani kadın ve erkekler için hayatlarının sonunda ‘bir ayaklarının hâlihazırda cennette olduğu’ söylenir. Bu ölümün ani bir son olduğunu, sürekliliğin kesilmesini inkâr etmek anlamına gelmez. Bu anlama gelmez ama böyle olabilir, zira ölümlü olan ileri yaşı, ölümsüz olan bir gençliğe dönüştürmek zorundadır. Her şeye rağmen hagiografi bize mübarek şahısların son günlerinin son derece aydınlık ve saydam olabileceğini öğretmektedir. Yine ölümün yakın olması sebebiyle başa gelebilecekleri önceden tatma anlamında hayal gibi bazı özel lütufların elde edilmesi garip değildir. Başlı başına ileri yaşın en üstün yönü olan manevi olgunluk, böylece yaşlılıktan çok gençliğe ait bir aydınlanmayla süslenir. İşte bu bölümün başlığının işaret ettiği bu sentezdir yani daha doğrusu onun makrokozmik mukabilidir. Zira benzer şekilde makrokozmosta son çevrimin sonu gelmeden önce, Altın Çağ’ın yakınlığı gizemli bir şekilde kendini hissettirir. İleride göreceğimiz gibi bu tür bir sezgi yer kürenin birçok değişik yerinde görülmüştür. Burada, sonla başlangıcın bu birleşme noktasında, hangi sebeple ‘Ahir’in Evvel olacağı’5 konusunda beklide bütün eldekilerden daha kuvvetli bir sebebimiz var.

Makrokozmosun ileriki çağlardaki zayıflığı bu kitabın bundan önceki dokusunu oluşturuyor. Halen bahsettiğimiz hastalıklara modern dünyada bolca bulunan ve yanlış yola sapmayı eskisinden çok daha kolaylaştıran birçok sahte tasavvuf cereyanlarını ve delaletleri de ekleyebiliriz. Bunlara rağmen, bugünün gelişen karşıtlarının en olumlu yönü sayesinde en üstün ve derin hakikatlere ulaşmak aynı şekilde daha kolaylaşmıştır. Hakikatler perdelerini devri bir zaruret icabı olarak, adeta makrokozmosun son dönem hikmetini yerine getirme ihtiyacı yüzünden açmaktadırlar. Bu aynı ihtiyaç içe doğru, hatalardan uzağa ve bu hakikatlere doğru bir harekete yol açmak zorundadır, zira hikmetten bahsetmek tasavvuftan bahsetmektir. Gerçekte bu, daha dolaysız ve sor nüfus edilebilir alametlerden ayrı olarak hiç kuşkusuz bir azınlığa hitap etmekle birlikte tasavvufun yabancısı olduğu bir ölçüde artan neşriyatla yapılmaktadır. Zamanımızın ruhunun karmaşık yapısı tersi durumda sebebini izah etmenin çok zor olduğu gerçekleri açıklayabilir. Koy ile kaynağın bu buluşmasında, koy kaynaktan bir hız edinir; bu hız yaşlılık dönemi için hiç de tipik olmayan ani oluşumlara yol açar. Söz konusu içe doğru hareketin geleneksel süreklilikte zaten daima var olduğunu ve herhangi bir olayın basit bir sonucuymuş gibi gelişmediğini söylemeye gerek yok. Ve aynı zamanda bu durum, tasavvufi yönelişe olan yaygın hazırlıksızlığı da açıklıyor. Tasavvufi bir yola kendi içlerinde gerçek anlamda layık olanların çok azı dışında hemen hepsi modern dünyada yetiştikleri ve eğitildikleri için, kaçınılmaz olarak belirli bir ilk aydınlanmaya ihtiyaç duyuyor.

Bu çoğunlukla ilk yaşlarında zahiriliğe tutunan ve tasavvufa olan liyakatlerini kısmen bu çağda doğmuş olmalarına borçlu bulunan, sayıca daha fazla ve daha az vasıflı diğerleri için de geçerlidir. Aşağıdaki alıntı bu çelişkiyi açıklamamıza yardımcı olacaktır: Sınırları ve dışarıda bıraktıklarıyla zahirilik güvenilmez bir şeydir; tarihte öyle bir zaman gelir ki her türlü deneyimler onu müstesnalık iddialarını değiştirmeye zorlar. İşte bundan sonra bir seçim yapmak zorunda kalır; bu sınırlamalardan ya yukarıya doğru bir yolla yani tasavvufla kurtulmak ya da aşağıya doğru dünyevi, mahvedici bir özgürlükle. Tahmin edilebileceği gibi Batının medeniyetçi zahiriliği, bu gibi durumlarda etkisiz kalan birkaç batıni kavramla zenginleştirilmiş6 aşağıya doğru olan yolu seçmiştir.

II. Vatikan tarafından Katolik kilisesi için resmen onaylanan ve halen Batı Avrupa’daki diğer kiliselerinde özelliği olan bu daha aşağı tercih, insanları her şeye rağmen yukarıya doğru olan yolu, yani tasavvufu seçmekten alıkoyamıyor. Geçmişte buna layık olmayanlardan bazıları şimdi tamamıyla günümüzdeki manevi buhranla şiddetle sınanan ve yüksek olanı alçak olana tercih yoluyla fazlasıyla ispatlanan olumlu tavırları sayesinde tasavvufa kavuşabilmişlerdir. Bir yanda belirli bazı zahiri gemilerin batması her halükarda tasavvufun sorumluluklarını artırmıştır; tasavvuf ise denizde imdat isteyen ve başka kurtuluş ümidi bulunmayan bu gemilere yardım elini uzatmaktan geri durmaz; öte yandan geçmişte kalitesizlik olarak değerlendirilmiş olan kayıtsızlık, dönüştürülebilir veya ‘ileriki yaşların’ getirdiği faziletlerle bir ölçüde de olsa bertaraf edilebilir. Şartlar ne olursa olsun, çağdaş karmaşa içinden doğru kılavuz yönüne uzatılmış yalvaran her el, sahibinin manen edilgin çoğunluğa indirgenemeyeceğinin bir göstergesidir.

Bu ilk aydınlanmaya olan yaygın ihtiyaçla ilgili olarak, tasavvufun Mutlak duygusunu öngördüğü unutulmamalıdır. Daha kesin bir deyişle, gerçekte bu duyguyla boyanmamış hiçbir can olmadığından, tasavvuf bunun en azından belli bir dereceye kadar, gerçek ve etkin olduğunu öngörür. Bu bağlamda Mutlak’la dolaylı bir ilişki de gerçekleştirilebilir; Mutlak’la yani, eğer böyle bir terim kullanılabilirse O’nun ‘feyezanı’ ile O’nun bu âlemde çeşitli mertebelere taşan feyziyle. Bu tür ‘feyezanlardan’ birisi bizzat tasavvuftur ve bu bölünmezdir, ancak O’nun ruh üzerindeki etkisi Mutlak Olan’ın diğer dünyevi tezahürleriyle kuvvetlendirilebilir. Örneğin güzellik argümanı hakikat argümanlarına kuvvetli bir müttefik sayılabilir.

Teokratik medeniyetlerde manevi otorite ve dünyevi iktidar tabiatın güzelliğine insan tarafından boş yere tecavüz edilmemesine özen göstermişlerdi.  Tabiata paralel olarak cennetten bir hediye olarak gelen, belli bir tarza uyan ve yalnızca bir insan icadı olmayan kutsal sanat nesneleri vardı; kelimenin burada ele aldığımız tam anlamıyla, kutsallığın bir billurlaşması olarak kutsal sanat, arındırma ve aydınlatma gücüne sahip manevi bir varoluş tarzıdır ve benzeri bir gücün zahidane uygulamalarının aksine insandan tabii eğilimine aykırı hiçbir talepte bulunmaz.

‘O7, kutsallık için neler yapılması gerektiğini öğütleyen bir vaazın yerine, güzelliği, dolayısıyla da kutsal olan evrenin görüntüsünü koyarak işe başlar, insanın doğal olarak ve beklide gönülsüzce kutsallık alemine katılımını sağlar.’ 8

Bugün tecavüzlere rağmen tabiat hala insana gerçek mirasını hatırlatan tükenmez bir hazine olarak duruyor. Ancak o, öğretinin ışığında etkin olabilen bir hatırlatıcıdır. Hıristiyan medeniyetinin bakir tabiata paralel olarak bir hatırlatma imkânı elde edemeden gitmiş olduğu düşünülebilse bile, giderken sınır taşlarının birçoğunu da geride bırakmıştır. Bunların bazıları harikulade güzellikte; örneğin katedraller, onları meydana getiren çağın manevi yüceliğine şahitlik eden abidelerdir. Kutsal sanat olarak sahip oldukları güçlerine ilaveten maneviyatın evrensel kuralına beliğ – her ne kadar bugünün cehenneminden öyle görülmese de- örnekleridir: ‘önce göklerin melekûtunu arayın ve gerisi size verilecektir’ ve aynı paralel de ‘her kimin varsa ona verilecektir.’ Aynı zamanda bunların varlığı ‘kimin yok ise elinde olanı bile alınacaktır’ gerçeğinin bir başka ifadesidir. Maddi nesnelere gelince, bunlar ruhani insanın madde üzerindeki üstünlüğünü gösterirler. Modern dünyanın bunların benzeri bir şeyler meydana getirememiş olması, tamamen üstün olması beklenilen maddi alandaki acizliğini ortaya koymaktadır. O ‘Aşkın Olanı’ yani ‘kendisinde olmayanı’ reddederek ‘elinde olanın da’ yani maddenin de etkin bir hükümranlığı olmadığından ötürü kendisinden alınmasına sebep olmuştur. Bunun için yalnızca New York gibi bir şehre bakarak, maddenin insanı egemenliğine aldığını görmemiz ve nicel olarak maddenin nasıl baskın çıktığı izlenimine korkuyla kapılmamız yeterlidir. Fakat Durham, Lincoln veya Charles Katedrallerinin önünde durursak, Orta Çağ’daki atalarımızın maddeye hükmederek onun kendisini aşmasını ve ruhla birlikte çarpıcı bir hal almasını sağladıklarını görürüz.

Hıristiyan sanatı için söylediklerimiz diğer kutsal sanatlar için de geçerlidir. Geleneksel bir hayat tarzındaki büyük deneyim eksikliği sebebiyle ulaşmaları mümkün olanlar şimdi kendilerininki dışındaki geleneklerin manevi zenginliklerine ulaşabilme konusunda ancak belli bir tatminle iktifa ediyorlar. En dışa dönük yönleriyle dinler, çoğunlukla merkezi ilahi hakikat olan bir dairenin çevresindeki noktalar olarak ifade edilmişlerdir. Her noktayı merkeze bağlayan yarıçap, söz konusu dindeki batıni yönü ifade eder. Bir yarıçap merkeze ne kadar yaklaşırsa diğer yarıçaplara da o kadar yaklaşmış olur. Bu ise zahiri görünüşleri ne kadar birbirinden uzak olursa olsun, batıni yolların gittikçe artan bir şekilde birbirlerine yaklaştığını göstermektedir. Örneğin kutsal sanat manevi gücünü toplumun herhangi bir kesiminden almıyor olmasına rağmen kendi içinde tamamıyla batıni bir sanattır, yani merkezi ve dolayısıyla da evrenseldir. Bunun dereceleri olduğunu söylemeye gerek yok, fakat gerçekte kutsal sanatta güzel olan her şey ‘görecek gözleri olan’ veya ‘duyacak kulakları olan’ inancı veya ırkı ne olursa olsun, herkese aittir. Üstelik bunu, bugün geçmişte olduğundan çok daha fazlasıyla gerçekleştirmek mümkündür.

Bir eser ne kadar merkeze yakınsa o kadar evrenseldir; fakat aynı zamanda o kadar da yoğun bir şekilde kendi özel aslına ait dünyayı temsil eder. Yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse Hindistan’ın Bharata Natyam tapınak dansından ve ona eşlik eden müzikten, Çin ve Japonya’nın peyzaj resimlerinden, Batı Avrupa’nın Gotik ve Roman katedrallerinden, Endülüs, Mısır ve Türkistan’ın camilerinden daha evrensel ne olabilir? Yine aynı şekilde Hinduizm, Taoizm, Hıristiyanlık ve İslamın kendine özgü manevi kokusundan daha yoğununu başka ne verebilir? Bir beşinciyi ilave edersek aynı kesinlikle Ajanta’dan Kyoto’ya kadar Budizm’in heykelleri için de söylenebilir. Bir arada bakıldığında kutsal sanatın zirveleri bize kolayca özümsenen bir biçimde, büyük dinler ve medeniyetlerinin yoğun farklılıklarının imalı bir görünümünü veriyor; bazıları için bu hayranlık uyandıran şeylerin9 Aşkın Kaynağını hem gizleyen hem de ifşa eden yarı-saydam bir perde olabilecek bir görünüm. Bu kapsamlı görünüm, bölümün konusunu oluşturan hikmetin bir yönü olarak düşünülebilir, çünkü ne zaman yaşamış olursa olsun, her ne kadar bu, her bilgenin muhtemel bir özelliği olsa da, o kendisini bir gerçeklik olarak diğer bütün çağlardan saklamıştır ve şimdi kendini ancak arayanlara sunuyor. 10

Sanatta kutsallığın billurlaşması hakkında söylenen şeyin kutsallığın enkernasyonu için de geçerli olduğu söylenebilir, yani Cennet’ten indirilmiş insanda, ikinci tabiat tarafından gizlenmiş asli tabiatı örneklendiren veliler için de… Bazı insanlar mükemmel bir şahsiyet, bir insan-ı kamil tarafından diğer her türlü üstünlük tarzında olduğundan daha kolayca nüfuz edilerek ele geçirilebilir. Şimdi artık bir dinin dağarcığında varolan velilere, bunların diğer dinlerden olan muhteşem benzerleri eklenebilir. Burada bir ilk nüfuzdan veya evliya menkıbeleri (hagiography) okuyarak tanınabilecek mübarek insanlarla dolaylı bir ilişkiden bahsediyoruz. Daha ileri bir safhada hayattaki ruhani bir Mürşid’in canlı, kişisel kemalinin öncelik kazanacağını ve diğer velayet örneklerine ulaşmayı mümkün kılacağını söylemeye gerek yok.

Öğretiye gelince o hem kendi içinde ve hem de diğer yönelmelere ışığını tutması bakımından zaruridir. Bugün ona aynı zamanda bir koruyucu olarak ihtiyaç duyuluyor: eğer geçmişte olduğu gibi batıni hakikatler tehlikeleri düşünülerek gizli tutulursa, bu sahte Batıniliğin doğuşunu önleyemeyecektir. Bunun panzehiri ise gerçek tasavvuftur, böylece taklitlerine engel olmadaki gücü dolayısıyla tehlikeler geride kalacaktır. Her şeyin ötesinde tasavvuf, daha genel hataların giderilmesi için de elzemdir. ‘Öyle bir susuzluk ve karmaşa çağında yaşıyoruz ki iletişimin avantajları gizliliğin avantajlarından daha fazladır, üstelik modern dünyanın felsefi ve bilimsel iddialarının yol açtığı kaçınılmaz mantıki ihtiyaçları, ancak tasavvufi tezler tatmin edebilir. Yalnızca tasavvuf parçalayıcı olmayan ve de bir mezhebe ait ön yargılarla önceden uzlaşmayan cevaplar verebilir. Rasyonalizm nasıl imandan ederse, tasavvuf onu yeniden kazandırabilir.’ 12

Tasavvufi bir yolu izleyebilmek için öğretiyi nicel olarak incelemek gerekli değil. Allah’ın mahiyeti ve insanın tabiatıyla ilgili esasları bilmek yeterlidir. Elementer sayıların simgeciliği bu konuda her zaman aydınlatıcıdır ve burada Halık ile O’nun insandaki sureti arasındaki ilişkilerin anahtarı üç sayısında yatar. Dünyadaki temel renklerde olduğu gibi belirli ölçüler bulunması, varolan her şeyin Mutlak Arketipi olan ilahi Mahiyet’teki üçlü unsurun delilidir. From the Divine to the Human’da Schuon, Tanrı’nın Mutlak Sonsuz Kemali’nden başka bir şey olmayan bu üçlü unsurlara bir ölçüde değiniyor. Bu üç Aşkın unsur İlahi Hakikat’in boyutlarındandır. Schuon’un belirttiği gibi Kemal ‘Mutlak İyi’dir’ ve yazar Aziz Augustine’in ‘iyi esasen kendisiyle muhabereye eğilimlidir’ şeklindeki özdeyişini aktararak ekliyor, ‘Mutlak Sosuz, Mutlak İyi olarak dünyayı yansıtmazlık etmez.’ 13 Fakat Schuon bize O’nun kendi içinde bu yansıtmadan tamamıyla etkilenmediğini hatırlatıyor: ‘Mutlak kesinlikle değişmezdir ve daima ışır. Değişmezlik ya da Öz’ün aynı kalışı ve Işıma ya da Zati bağış; işte bütün her şeyin özü de burada yatar.’ 14

Mutlak Sonsuz Kemal Bir’dir. Bütün kesret âlemini aşar ve aşarken bu arada onun menşeini de teşkil eder ve biz üçlünün unsurlarını ancak daha alt bir düzlemde ayırt etmeye başlayabiliriz. Bu Schuon’un ‘nisbi’ Mutlak dediği seviyedir –Hıristiyan teslis inancına ve Hinduizmdeki benzeri üçlüye Vücud-Vücdan-Vecd’e (Varlık-Şuur-Saadet) uygulanabilecek bir terim15dir. Aynı seviyede Yahudi ve İslam öğretisinde Halık gibi, Halık-mahlûk ikilemini zımnen ifade eden Zati olmayan ilahi isimler yer alır. Hali hazırda tezahür etmeyen ‘Gizli Hazine’ kendisini bu isimlerle tezahür ettirmektedir.

Eğer İyi, zuhura uğrayacak ve iletecekse bu tecellinin yani Işıma’nın vasıtası Sonsuz’dan türer. Hakikatin bu iki asli unsuru teslisin, ikinci ve üçüncü şahıslarında ve Hinduizm’de mukabili Vücdan (Şuur) ve Vecd’te yansıtılır. ‘İyi ile Vücdan (Chit) yani şuur arasında ne gibi bir ilişki olduğu sorulabilir. Şimdi, İyi, kendisini farklılaşmış ve gayri muayyen tarzda ihtiva eden Mutlak’tan ışıyıp tecelli ettiği andan itibaren Mutlak’ın Zat’ına mahsus olan İlahi Şuur’la, yani ilahi kelamla birleşir; Allah’ın kendisi hakkındaki ‘ilmi’ olan İlahi Kelam, İyi’den başka bir şey olamaz; Allah kendisini yalnızca iyi (hayr) olarak bilir.’ 16

İlahi unsurların üçlü yönü Evren’de özellikle de insanda yoğun olarak sayısız şekillerde17 ifade edilir. ‘Tanrının suretinde yaratılan’ insanın tefrik ve tefekkür etmeye yatkın olan aklı, özgür ve güçlü bir iradesi, sevgi ve erdeme yatkın bir karakteri veya ruhu vardır. 18 Bundan önceki alıntının ışığında aklın Kemal’e, Hayr-ı Mutlak’ın tekabül ettiği açıktır. Aynı şey öğreti yani aklın muhtevası için de geçerlidir; bütün İlm-i İlahi Kemal’den Kelamullah vasıtasıyla sadır olur. İrade ve Ruh sırasıyla Mutlak Sonsuz’dan kaynaklanırlar. Ruhi cevher içinde insanın melekelerini yaydığı ‘mekândır’; elest bezminden gelense geniş bir varoluş huzurundan (prensence) başka bir şey değildir. Başlangıçta varolan iradeye –kelimenin en güçlü anlamıyla ‘Allah için olan’ iradeye- gelince karşı konulmaz bir biçimde güçlüdür o19. Onun önünde hiçbir engel duramaz.

‘İnsan bilebilir, irade edebilir ve sevebilir; irade etmek yapmaktır. Biz Allah’ı masivadan tenzih ederek ve O’na şahitlik eden her şeyi tanıyarak biliriz: Bizi O’na ulaştıran her şeyi gerçekleştirerek ve bizi O’ndan uzaklaştıran her şeyden kaçarak Allah’ı murad ederiz. O’nu bilmeyi sevmek ve O’nu dilemek suretiyle severiz; içimizde ve çevremizde O’na şahitlik eden her şeyi severek…’ 20

İnsanın üç melekesi akıl, irade ve ruh böylece birbiriyle eşit şekilde bağımlı olan, öğreti, metot, ahlak veya iman, amel, erdem veya idrak, yoğunlaşma21 ve uyum işlevlerine tekabül ediyor. Yukarıda alıntıdan anlaşıldığı gibi öğretinin, aklı ilk anda cezp edebilmesi için irade ve canı da kapsamına almalıdır. Bütünlük olmadan yani bütün bu üç melekenin ortak amaç uğruna uyumlu bir şekilde işbirliği demek olan içtenlik olmadan hiçbir maneviyat –diğer bir deyişle kelimenin tam anlamıyla mikrokozmos- olamaz. Aynı şekilde, akla tevcih edilen hakikat insanı amele sevk etmiyorsa ve ikisi de erdemle desteklenmiyorsa manevi yolda herhangi bir ilerleme kaydedilemez.

‘Şurası açıktır ki ona tekabül eden muharrik bir gücün ve gerekli erdemin yokluğunda en parlak akli bilgi dahi faydasızdır. Diğer bir deyişle manevi tembellik, gösteriş, bencillik ve riya ile birleştiğinde bilgi bir hiçtir. Aynı şekilde kuramsal cehalet ve ahlaki yetersizlikle birleştiğinde en etkili yoğunlaşma gücü bir hiçtir. Yine aynı şekilde Allah yolunda harekete geçiren ve böylece bütün varlığını ona adayan manevi amel ve öğretiye ait hakikat olmadan, doğal erdem pek fazla bir şey ifade etmez.’ 22

Bizim burada incelediğimiz içe yönelik hareketin, makrokozmosun iyice ilerlemiş yaşına ait en üstün özelliğini temsil ettiği söylenebilir. Zamanın içinde barındırdığı bu olumlu imkanların el verdiği söz konusu ezoterizm, Hinduların Jnana-marga yani bilgi yolu ya da daha kesin olarak marifet yolu dediklerinden başka bir şey olamaz. Bu böyle olmaya mecburdur, zira böyle bir yol sevgiden23 ziyade gerçeğe dayalı bir görüş açısını öngörür ve bu bakış, ileri yaşların tecrübesini yansıtacak şekilde de objektiftir. 24 Bu açıdan şüpheye yol açmayacak derecede önemli olan bir şey de devrin son dini olan İslamda ve onun manevi boyutu tasavvufta gerçeğe dayalı bir görüş açısının hâkim olmasıdır.

Bu bağlamda Jnana’dan bahsetmek Hinduizme yönelen bir ‘hareketten’ söz ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Temelde her hakikat talibi veya müridi için söz konusu olan yol prensip itibariyle şu anda faal olan manevi yollardan herhangi birisi olabilir. Fakat bir yol izlemeden önce bir ‘iştiyak’ olmalıdır, hareket terimi burada manevi bir rehber aramak üzere teşebbüse geçen kişilerin içinde bulunmaları gereken yolun kendisini değil fakat başlangıç şartını ifade ediyor; zira yol iştiyak hakiki ise izlenebilecektir.

Günümüzde görülen paradoks ve çelişkiler belki de bütün çağların en okuryazarı olan çağımızın edebiyatında başka hiçbir sahada bu kadar belirgin değildir. Bir yandan ihtiyarlık yüzünden önü alınmaz şekilde geveze olan yaşlı bir adam gibi insan ırkı durmadan kitap neşrederken, basılma aşamasına gelenlerle kıyaslanmayacak şekilde daha fazlasının yazıldığından emin olabiliriz. Tarihin hiçbir döneminin gerek kutsal olarak gerek gerek kutsaldan ıraklık ve anlamsızlık –hakikat duygusu eksikliği de diyebiliriz- açısından, bu ürünlerle rekabet edebilmesi mümkün değildir. Bütün bu eserlerin gerçekte bir tezleri yoktur, zira onların günü hoş geçirme aracı olmaktan başka bir iddiaları bulunmamaktadır; aynı türden başkalarınca kısa süre içinde demode olmamaları için de hiçbir garantileri yoktur. İnsanı aslından25 uzaklaştırmanın suçunu kitle iletişim araçlarıyla paylaşırlar. Ancak bunlar, okuyucularına değişik biçimlerde yanlış fikirler aşılayan ve genelde onların modern görünüşün sınırlamaları içine hapseden zamanımızın edebi, felsefi ve bilimsel ‘kahramanlarının’ yazılarından çok daha az tehlikelidir.

Aynı zamanda demin sözü edilen yönelişin arşivci yönünü yansıtan bir yığın yayın mevcut. Her şeyi kayda geçirme ihtiyacındaki genel anlayış –kişisel olmaktan ziyade toplumsal olduğu görülen bir anlayış- yalnızca bir ansiklopedi sağanağını değil, aynı zamanda bir çeviri bolluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu kayıtları gerçekleştirirken harcanan emek, çoğunlukla çağın anlayışına edilgen katkıdan başka bir şey sağlamaz. Saiklerin çoğu akademiktir; fakat yine de söz konusu klasiklerin26 bazıları büyük manevi değerlere haizdir. Piyasada yaygın şekilde bulunmaları, günümüzü en olumlu şekilde temsil eden27 ve başka bir çağda olsaydık üretilemeyecek olan bu yirminci yüzyıl eserleri için bereketli bir zemin oluşturuyor.

Zamanımızın bu işaretleri arasında Öncelikle René Guénon’un Man and his Becoming According to the Vedanta28’sından bahsedeceğiz. Başlığından da anlaşılacağı gibi bu kitap insanın bütün tabiatının ve ona açık olan bütün manevi imkânların Hindu terimleriyle tanımlanmasıdır. Her ne kadar yazarın kendisi İslami tasavvufta manevi bir yol bulduysa da özellikle kişisel düşünmeden kaçarak, açıklamalarına başka tek tanrılı dinlerden, daha da fazlasıyla Hıristiyanlıktan uzak bir temel seçmeyi yeğlemiştir. Yine de bu onun sık sık İbrahimi karakterli üç geleneğe başvurmasını önlememiştir. Çevrimsel olarak ihtiyaç duyulanın ışığında, Advaita Vedanta’nın bir avantaja sahip olması anlamlıdır. Bu anlayışı tamamıyla doğrudan bir ifade tarzına sahip olmasından, zahiriliğin sınırlamalarının sebep olabileceği karışıklıktan kaçınmak için, hiçbir zaman örtük terimlerle konuşmak zorunda kalmamasından geliyor. Üstelik daha öncede görüldüğü üzere, diğer kadim dinler gibi Hinduizm de samsara öğretisinin tamamına sahiptir. Bu öğreti ferdi varoluşun sayısız mertebelerinin bağlı olduğu büyük döngünün çok boyutlu hakikatini dünyevi hayatın tek bir mertebesine irca ederek basitleştirmez.

Evrensel hakikatin araştırılmasına bir temel olarak Hinduizmin diğer bir avantajı da kapsamlı ve geniş bir yapıya sahip bulunmasıdır. Bir yandan Yahudilik ve İslam gibi doğrudan vahye dayanır ve vahyedilenle ilham arasında kesin bir ayrım yaparken öte yandan Hıristiyanlık gibi tanrının bu dünyaya inişine Avatara’ya dayanır. Hinduizm de bu geleneğin devamı için en azından on Avatara birbirini izler. Tarihi devirler dikkate alındığında bunlardan yedinci ve sekizincisi Rama ve Krişna Hinduizm için en önemli olanlardır. Özellikle Hindu olmayan (‘yabancı’) dokuzuncusunun genellikle Buda olduğu kabul edilir. Onuncusu ‘beyaz atlı süvari’, Kalki’nin zamanının bu devresini sona erdirme ve bir sonrakini başlatma gibi evrensel bir işlevi vardır. Bu ise İsa’nın ikinci gelişine tekabül etmektedir. Çağdaşı diğer dinlerin geçerli oldukları zaman sürecinde maruz kaldıkları bozulmadan Hinduizm ilahi lütuf sayesinde kurtulmuştur. Hinduizmin yüz yıllar boyunca sahip olduğu bu yapısal genişlikle mütenasip olmayan bir süre içinde tamamıyla geçerli bir ibadet yolu olarak hayatta kalması da onun bu yapısına uygun düşüyor. Bu bizi, Hinduizmin bir bütün olarak Batı dünyasıyla ortak özelliklerinden olan Ari eğilimlere getiriyor. Batı-Avrupa dillerinin Hint-Cermen kökenli olması ve dolayısıyla Sanskritçe ile akraba olması gerçeği, daha derin anlamda kadim Yunan, Romen, Alman ve Kelt dinlerinin ilk asıllarının Hinduizmle bir çok paydaşlık ve benzerlikleri olduğunu çağrıştırıyor. Bu çok kadim dini, öğretisel bir ifadenin temeli haline getirmek, Batı dünyasına yani idrak kabiliyeti olan bir Batılıya sırri ve tamamıyla müspet bir Rönesans teklif etmek anlamına gelir; zira ulaşmak için çok ırak da olsa, bu gelenek Batının kadim mirasıdır.

Yine de bu eğilim meselesi abartılmamalıdır. Bu yalnızca Avrupalının ruhunda doğal olarak Hinduizmin sesine açık olan ve onun öğretiye tamamen nesnel yaklaşımını dinlemeye hazır olan bir şeylerin olabileceği anlamına gelir. Fakat daha etkin bir şeyler beklenemez, düşünülemez, ne de Guénon’un bu paralelde bir niyeti vardı. 29 Onun Man and his Becoming ve diğer bütün eserlerindeki en büyük amacı, okuyucuların manevi bir yol izleme imkan ve ihtimaline hazırlamaktı. Öyle ki yola çağrıldığında bu ihtimal bir gereklilik halini alsın. Fakat Guénon geleneksel bir çizgiyi diğerine tercih etmemektedir. Onun düsturu Vincit omnia veritas yani ‘Hakk her şeyi fetheder’dir; aynı şekilde ‘arayın bulacaksınız’dır ve ‘çalın size açılacaktır.’ Eserlerinde yazarının mesajını almaya yetkin olanların dikkatini Allah’ın bir lütfu olarak çekecek ve onları manevi bir yol aramaya ve sonunda birini bulmaya zorlayacak bir kesinlik zımnen bulunur. Bu yüzden onun kitap ve makaleleri bir entelektüelin –veya o kabiliyette birinin- şuuruna varması gereken şey hakkında bilgi sunan birer hazinedir. Guénon’un büyüklüğünün bir göstergesi de yirminci yüzyılı harikulade bir şekilde kavraması ve modern insanın anlayışındaki hayati açıklara parmak basma kabiliyetidir.

Bu açıklardan birisi onun sık sık vurguladığı gibi modern insanın Akıl (intelect) ile istidlali aklın (reason) arasında kesin bir ayrım yapmamış olmasıdır. Bunun ötesinde Guénon’un eserlerini büyük kısmı itibariyle okumak, bizzat yaratılışı aşan mertebeler dâhil, beşeri varlık mertebesini aşan bütün bir hiyerarşiyi konu edinmiş metafizik ile ilgilenmek demektir. Manevi bir yolu izlemenin ön vasıflarından birisini ‘kişinin kendisinin bir kimsenin ulaşabileceği yüksek makamlarla ilgili olarak önseziye sahip olması’ şeklinde tanımlıyor ki, bu ön sezi bizi açık seçik bir tarzda istidlali akıl ve mantık sahasının ötesine götüren bir melekedir.

Aynı zamanda Guénon simgecilik biliminin eşsiz bir üstadıdır ve eserlerinin bir kısmı bu konuya ayrılmıştır. Bu dünya kumaşının simgelerle örülmüş olduğunun bilincinde olmak modern insanın eğitimi sırasında kazandığı bir şey değildir. Modern insanın anlayışındaki bir başka açık da simgelerin canlandırılması anlamına gelen dini merasimlerin icrasında görülür. Dini merasim ile simge arasındaki ilişki en iyi durumda bile kısmen anlaşılabildiğinden daha derinliğine açıklanması gerekiyor. The Language of the Bird başlıklı makalesinden aşağıdaki paragraflar Guénon’un söylemek istediklerini bir çok bakımdan temsil etmektedir:

‘Değişik birçok gelenekte “kuşların dili” denilen bir dilden bahsedilir. Bu ifade açıkça simgeseldir, zira –yüksek bir inisiyasyonun ayrılığı olduğu düşünülen- dil bilgisine verilen önem, harfiyen yapılmış simgesel olmayan bir yorumu dışarıda bırakıyor. Örneğin Kur’an’da “Süleyman Davud’a varis oldu: ‘Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur’ dedi” deniliyor. (Neml 16) Başka bir yerde örneğin İskandinav meselindeki Siegfried gibi kuşların dilinden anlayan ve ejderhanın üstesinden derhal gelen kahramanları okuyoruz; işte söz konusu simgecilik buradan da anlaşılabilir. Ejderhaya galip gelmenin en seri sonucu, bazı nesnelerle temsil edilen ölümsüzlüğü ele geçirmek, ejderhanın yaklaştırmadığına yaklaşmaktır. Ölümsüzlüğün ele geçirilmesi ise özde, insan âleminin merkezinde yani varlığın yüksek alemleriyle iletişim kurulduğu noktada yeniden bütünleşme anlamına geliyor, kuşların dilini anlamak ile ifade edilen bu iletişimdir; gerçekte kuşlar genellikle melekleri, böylece de yüksek alemleri simgelemek amacıyla kullanılıyor. İncil’deki hardal tohumu meselinde* ağacın dallarında konaklamak üzere gelen ‘göğün kuşlarının’ önemi buradadır. *(Matta 13, 31-32: “İsa onların önüne başka bir mesel koyup dedi: Göklerin melekutu, bir adamın alıp tarlasına ektiği hardal tanesine benzer; o tane ki bütün tohumların belki en küçüğüdür; fakat büyüyünce sebzelerden daha büyüktür ve ağaç olur. Şöyle ki, göğün kuşları gelip onun dallarında yerleşirler.” ÇN.)

Bu ağaç her varlık âleminin merkezinden geçen ve bütün âlemleri birbirine bağlayan ekseni simgeler. Orta Çağ’ın Peridexion sembolünde (Paradision’un bozulmuşu) ağacın dallarında kuşlar ve dibinde de ejderha görülür.’ 30

Aynı makalede Guénon, tasavvufta zikr31 ve Hinduizmde mantra olarak adlandırılan ritmik formüllerden bahsederken şunları söylüyor: ‘Bu formüllerin tekrarıyla varlığın farklı unsurlarının uyumlu hale getirilmesi ve alemlerin bütün hiyerarşisindeki akisleriyle daha yüksek alemlerle iletişim sağlama imkanına sahip olan titreşimlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Üstelik bütün ibadetlerin aslı ve amacı budur.’ 32 Başka bir yerde şöyle diyor: ‘İbadet ve simge temelde aynı hakikatin iki yönüdür; yani evrensel varoluşun bütün derecelerini birbirine bağlayan mütekabiliyettir. Bu mütekabiliyet33 sayesinde insani varlığımız varlığın daha yüksek âlemleriyle ilişkiye sokulabilir.’ 34

Guénon tarafından özellikle vurgulanan noktalardan birisi de intisabdır ki bu olmadan tasavvufi bir yoldan bahsedilemez. Batıda genellikle ‘havari silsilesinin halkaları’ olarak bilinen şey buna sadece nispeten daha dışa dönük bir boyutta ve bütün manevi yollarda müşterek olan bir örnek teşkil eder. İntisab, dini bizzat kurucusuna uzanan silsile yoluyla, düşmüş insanı yeni, asli bir yola bağlamaya yarıyor. Asli mirasın bu gerçek, etkin yenilenmesi olmaksızın kişinin düşmeden önceki ilk tabiatını yeniden kazanma ümidi olmaz; özellikle normal yolu izlemeyi reddetme cüretini gösteren hiçbir kimsenin ümit etmeyi hakkı bulunmadığı bir mucize olursa başka tabii.

Tasavvuf üzerine yazılarına ilave olarak Guénon aynı zamanda esas itibariyle modern dünyanın35 yanlışlarıyla ilgili kitaplarda yazmıştır. Yine de bu kitapların arka planında tasavvuf her zaman için ‘gerekli tek şey’, dünyayı normal rayına oturtmak için vazgeçilmez temeltaşı olarak varolagelmiştir. Bütün eserlerinde ses veren başka bir nokta da Ortodoksluktur (akidenin doğruluğudur.) Akademik literatürde bu kelime fanatik ve dar zahiriliğe eş anlamlı bir kelime olarak kullanılmıştır, fakat Guénon bu kelimeyi gerçek anlamıyla yeniden ortaya koymuş ve onun geçerlilik hakkını dinin sınırları ötesine uzatmıştır. Onun nezdinde bu çok daha engin bir görüş açısından, dini hakikati arayan herkes için kökleri ilahi aracılıkta bulunan ve geleneğin kesintiye uğramadan nesilden nesile sadakatle aktarıldığı her türlü ibadet biçimini de içeriyor.

Guénon’la birlikte Anada Coomaraswamy36’den de mutlak bahsetmek gerekiyor. Birçok açıdan aynı zemine basıyorlar; zira her ikisinin yazlıları da metafizik kaideler üzerine bina edilmiş ve yine her ikisi de bu aynı hareket noktasından modern dünyayla ilgili dehşetli eleştiriler geliştirmişlerdir. Coomaraswamy, Guénon gibi özellikle bir sembol üstadıydı. Sanat konusunda bir otorite değildi, ancak Coomaraswamy’de Guénon’da olmayan tamamıyla estetik bir boyutta vardı. Her ikisini bugünkü bağlamda anlamamızı kolaylaştıran şey, aralarındaki farklar değil tam aksine benzerliklerdi; fakat yine de hikmet zirvesinin genel çerçevesi içinde bu ikisi arasında birbirini tamamlayıcı belirli bir ilişkinin varlığını inkar etmek zordur. 37

Coomaraswamy’nin yazısına tipik bir örnek onun Yunan mitolojisinin ‘çarpışan kayalar’ını hareket noktası olarak almasından ötürü ‘Symplegades’ olarak adlandırılan makalesidir. Onun da gösterdiği gibi bu kayalıkların diğer geleneklerde çok değişik karşılıkları vardır; özellikle ‘İşlek Kapı’nın çeşitli şekilleri, bazan ‘ustura-kenarlı’ olarak resmedilen iki kanadı aniden kapanıverdiğinden geçmesi çok zor olan bir kapıdır bu. ‘Dar Kapı’nın bu tarafı dünyevi tabiatın ve insanın ülkesidir; ötesinde ise Aşkın olan bulunur. Altın Postu aramak üzere Hikmet Tanrıçası Athena tarafından Çağrışan Kayalıklar arasına sürülen Jason’un gemisi Argo gemisinde olduğu gibi, bazan geçiş semavi bir nesneyi dünyaya getirmek için yapılır. Fakat çoğunlukla bu geri dönüşü olmayan manevi bir yoldur ve burada ölümlülükten ölümsüzlüğe geçiş söz konudur. Fakat her halükarda yalnızca beşeri güçlerle kayalıklar arasından veya kapı-kanatları arasından kimse güvenle geçemez. Örneğin bir dua veya inayet gibi ilahi yardıma ihtiyaç duyulur. Bazı Eskimo destanlarında insanların ruhları kuşlarla özellikle de Kış’ın başlangıcında Güney’e göç eden kazla temsil edilir. Bir tür ‘Çarpışan Kayalık’ olan ‘Gürleyen Dağlar’da ölüme mahkûm olmaktan kurtulan yalnızca ‘hızlı uçanlardır’ (yani Coomaraswamy’nin işaret ettiği gibi intisab enler, Allah’ın halifeleri.) Diğer bir şekilde ‘Çarpışan Sular’dır, eğer Exodus* ‘Bu dünyanın Mısırlı karanlığından Vaat edilen Toprağa (Kızıl Denizi geçerek ulaşmak)’ şeklinde, manevi anlamlarıyla yorumlanırsa yine Grönland efsanesinde bulunan ‘çarpışan iki aysberg’ten’ başka bir biçim olarak bahsedilebilir.

* (Exodus: Çıkış Hz Musa (a.s.) zamanında Musevilerin Mısır’dan çıkışlarını anlatan Ahd-i Atik’in ikinci kitabı. ÇN)

Symplegades’in aynı zamanda dünyevi bir önemi de var: ‘Çarpışan Kayalıklara açık bir işaret Rgveda, VI, 49.3’te bulunabilir, burada ‘çarpışan’ ve ‘ayrılan’ kayalıklar zaman, yani Gece ve Gündüz anlamlarına gelir. Aynı şekilde Kanşitaki Brahmana’dan alıntı yapıyor: Gece ve Gündüz her şeyi alıp götüren Deniz’dir, iki alacakaranlık ise sığ geçişleridir, bunun için o Agni’ye kurbanı alacakaranlıkta sunar. Gece ve Gündüz ölümü çevreleyen kollarıdır onun ve tıpkı sizi kavramak üzere olan bir adamın kollarının arasındaki açıklıktan kaçılabilmesi gibi o da kurbanını alacakaranlıkta sunar… Bu tanrıların yoluna işarettir, o bu yola girer ve güvenle O’na ulaşır.’

Coomaraswamy burada bahsedilen birkaç örnekten çok daha fazlasını veriyor. Açıklamalarını esas itibariyle Hinduizmin kutsal kitaplarına dayandırsa da aynı zamanda oldukça fazlasıyla diğer bir çok farklı kaynaktan da alıntı yapıyor. Budist, Amerikalı Yerliler, Yahudi, Pisagorcu, Hermetik, Platonik, Neo-Platonik, Hıristiyan38 ve İslami kaynaklar yanı sıra, çok kadim geleneklerden bugüne gelen dünyaca yaygın ‘folklar’ uzantılarına da gönderme yapıyor.

Sonuç olarak şunları söylüyor: ‘Geriye yalnızca Symplegades’in doktriner önemini düşünmek kalıyor. Formülün harfiyen ifade ettiği şey şudur: Bu dünyadan çok öte dünyaya kim geçerse veya dönerse, bunu birbiriyle ilgili fakat aykırı güçleri ayıran boyutsuz ve zamansız “aralık” sayesinde yapmalıdır. Eğer bu aralıktan biri geçecekse bunu derhal yapmalıdır. (…) O halde özgürlük tamamıyla bu çiftlerden kotarılmalıdır, eğer ölümcüllükten kurtulmak istiyorsak bu çiftlerin çatışmasından kaçınmamız gerekir. Burada güneşin altında ‘çiftlere teslim olmuşuz’ (Maitri Upanishad, III, I): burada: “sadır olan dünyadaki her varlık, kökeni bizim sevgi ve nefretimizde yatan zıt çiftlerin serabına aldanarak dolaşır. (…) Fakat çiftlerin bu aldatmasından kurtulanlar, yani ‘iyi ve kötü günlerde’ ifadesinde kastedilen çiftlerden kurtulanlar değişmezlik noktasına ulaşırlar.” (Bhagavadgita, Vll,27-8 ve XV,5.) Cusa’lı Aziz Nicholas’tan şunları ekliyor: Rab Tanrı’nın oturduğu cennetin duvarları zıtlıklarla inşa edilmiştir; kapısını koruyan Aklın en yüce Ruhuyla39 baş eden dışında hiç kimse için Cennet’e girmeye bir yol bulunmaz. (De Visione Dei,Bölüm IX, sonuna kadar.)’

Bu paragraflar hiç değilse söz konusu makalenin en yoğun ilgi alanını teşkil eden şey hakkında bazı ipuçları sağlayacaktır; kadim zamanlara uzanarak beşeri sınırlarımızın aşılması gereği ve Aşkın olanın, Melekût’un Hâkiminin lütuf ve yardımı olmaksızın bunun başarılamayacağı konusunda evrensel bir bilincin varlığını ispatlayan bir makaledir bu. Üstelik ‘Symplegades’ aynı özellikleri taşıyan birçok örnekten yalnızca bir tanesidir. Coomaraswamy tekrar tekrar modern dünyanın sözde aydınlarını kendi bilgi alanlarında karşılar, yani onların saygı duydukları tek alan ve tamamıyla ‘nesnel bilimsellik’ dedikleri alanda karşılar. Adeta şöyle der: ‘Bilimsellik istiyorsunuz, başka bir şey değil, pekala fakat muhteva ve derinlikte gerçek olsun, yüzeysel değil.’ Böylece meydan okuduktan sonra genelde din açısından önemli olan bazı temaları alarak hiçbir bilim otoritesinin ihmal edemeyeceği bir ustalıkla tezini açıklar. Coomaraswamy’nin yazıları 1947 yılında ölümünde önce ve sonra birçok kafalarda daha önce kendisine eşit bir büyük bilim adamının varolup olmadığı sorunsu doğurdu –hatta onun karşısında kendisini küçülmüş hissetmeyen hiçbir otoritenin bulunmadığını bile söyleyebiliriz-, zira her şeye rağmen onun kitapları ve makaleleri birçok diğer şeyle birlikte birçok modernist kafanın takılıp kaldığı yüzeysel farklılıklar ve görünürdeki çelişkiler yanında asli önemine binaen bütün dünyada tamamıyla geleneksel bir ittifak bulunduğunu gösterir, geniş kapsamlı uzantıları ihmal edilemeyecek bir ittifak.

Eğer Coomaraswamy’nin eserlerini ‘hakikat’ olarak özetleseydik Guénon’unkiler de ‘ortodoks’ kelimesiyle özetlenebilirdi. Guénon’u okurken kaleminin gerisindeki itici gücün etkisinden nadiren kurtuluruz. Bu güç, bu metinde söz ettiğimiz sınırlı bir azınlığa, etkin, manevi bir adım atma ümidi vermek ve zorlamaktır. Şüphesiz bu amaç Coomaraswamy’de de mevcuttur, ancak okuyucu bunun daha az farkında olur. İnsanda hemen uyanan imaj, aklı sınırlarına doğru genişleten ve aydınlatan ve böylece onu doktrinin metodik bir mütemmimi olan manevi bir faaliyet için hazırlayan engin bir metafizik ve kozmolojik hakikat yelkenidir. Söz konusu mütemmim unsur Coomaraswamy’de ancak zımnen bulunurken, Guénon’da tamamen apaçık şekilde bulunur.

Bu iki yazardan bahsedilmesi büyük emri akla getiriyor: “Ve Rab Allah’ını bütün yüreğinle, bütün ruhunla, bütün fikrinle ve bütün gücünle seveceksin.” 40 Dünyadaki bütün geleneklerin tasdik ettiği, Kalbin aklın tahtı olduğu şeklindeki unutulmuş hakikati hatırlatmak, onların fonksiyonlarının bir kısmıydı.

Emrin geri kalan tarafına gelince Batılı dini otoritelerin son yüz yıllardaki ‘bütün ruhunla’ ve ‘bütün gücünle’ esprisiyle elde edileceği varsayılan fayda için ‘bütün fikrinle’ esprisiyle elde edilecek olanları neredeyse tamamen terk etmek olmuştur. Sonuç olarak takva gittikçe artan bir oranda duygusal bir hal almış ve diğer şeyler karşısında serbest olan zihinler emsalsiz bir huzursuzluğa yuvarlanmışlardır. Bunun en büyük sonucu, modern medeniyettir. Ancak bazı kafaları dünyevi olandan kutsal olana döndürmek ve gerçek bir nesne peşinde yarı-uyur vaziyette dolaşan diğer ve bazılarını uyandırmak Guénon ve Coomaraswamy’nin görevi olmuştur. Herhangi dünyevi bir illiyet zincirine bağlı olmayan bu iki bilgenin yazıları, gerçekte misyon olarak addedilmeye son derece uygundur. Bu kesinlikle onlardan herhangi birine peygamberlik atfettiğimiz anlamına gelmemelidir, zira her ikisi de böyle bir şeyi reddederlerdi. Fakat yinede bunlarla bağlantılı olarak Eski Ahid’in sonundaki kelimeleri hatırlamak uygun olacaktır: ‘İşte Rabbinin büyük ve korkunç günü gelmeden önce, ben size peygamber Elijah’ı göndereceğim. O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir; ta ki gelip dünyayı lanetle vurmayayım.’ 41

Bu bölümle ilgili olarak Yeni Ahit’te söylendiği şekilde Elijah veya Elyas’ın (Hz. İlyas) işlevine ilişkin bir makalede, Leo Schaya ‘babalar’ ile ‘oğullar’ arasındaki ilişkinin, kişiden kişiye aktarılan dini öğretiyi, yani ‘geleneği’ belirlediğine işaret ediyor. Ve ekliyor: ‘Babaların kalbi’ geleneğin özü, merkezi ve batıni yönü, manevi ve evrensel nüvesidir. O aynı zamanda kendisinden türeyen doktrinler, usuller ve tesirlerdir de. ‘Çocukların kalbi’ veya inananlar bunların manevi kabulleridir (receptivity); kendilerine ‘babaları’ tarafından bağışlanmış batıni kabulleri (acceptance) ve algılamalarıdır (reception). İbranice’de bu kabul ve algılama İlyas’ın görünmez lider olduğu şeklindeki manevi geleneğe tamı tamına tekabül eden Kabala kelimesiyle ifade edilir. İlyas bu aşağı âleme yalnızca ahir zamana doğru değil, göğe kaldırıldığından beridir her devirde iner; zira geleneğin kendi içinde ihya edilmesi gerekmektedir.’ 42 Schaya aynı zamanda şöyle diyor: ‘Ahir zamana doğru geri döndüğünde… Yehud geleneğinden bahsederken İlyas sesini o denli yükseltecek ki, sesi dünyanın bir ucundan diğerine duyulacaktır. Bu İlyas’ın misyonun yalnızca İsrail’le sınırlı olmadığı, fakat bütün insanlara ve bu suretle de bütün dinlere yayılacağı anlamına gelir.’ İncil’de de aynı şekilde İlyas’ın Kıyamet’ten önce tekrar geleceği haberini tekrarlıyor. ‘Gerçi İlya önce gelir ve her şeyi yerine kor.’ 43 Fakat İsa onun Vaftizci Yahya’nın şahsnda zaten geldiğini eklemişti. Cebrail de Zekeriya’ya oğlunun ‘İlya’nın ruhu ve kudretiyle’44 onun önünde yürüyeceğini önceden haber vermişti. Schaya şu sonucu çıkarıyor: ‘Bunun için İlyas yalnızca İsrail’e gönderilen bir peygamber değil, fakat aynı zamanda gerek Yahudilik gerekse de diğer geleneklerde birkaç kişi tarafından ifa edilebilecek evrensel bir misyon demekti.’

İlyas konusuna ileride tekrar döneceğiz. Burada ondan yeri gelmişken bahsedilmiştir: zira Guénon ve Coomaraswamy’nin eserleri tam anlamıyla ‘çocukların kalbini babalarına’ çevirmelerini sağlamak için ‘babaların kalplerini çocuklara’ çevirmeleri anlamına gelmektedir. Guénon-Coomaraswamy vakıasının neredeyse nebevi olan birdenbireliği ile birlikte bu nokta, onların bu devirde bir ‘İlyas Nebi Fonksiyonu’ yüklenmek gibi bir kadere mahkûm olduklarının kuvvetli bir işaretidir.

Onların eserleri bizi Frithjof Schuon’a götürüyor. Basite irca etme riskine rağmen şunu belirtmek gerekir ki, eğer Coomaraswamy içinde zımnen teslimiyet taşıyan bir hakikati temsil ediyorsa ve eğer Guénon hem hakikati hem de teslimiyeti temsil ediyorsa, bunlara tam teslimiyete olan ihtiyacı ekleyen ve bunun üzerinde ısrar eden Schuon’dur. Aynı zamanda doktriner hakikatler açısından onun eserleri kendi içinde yeterli bir bütünlük teşkil ederler. Guénon’un eserlerinin intisaba sevk ettiği söylenebilirse Schuon’un eserleri buna ve daha da ötesine yol açtığı söylenebilir; zira eserlerinde kendinden önce gelen iki selefinin bir devamı olmayan bir yöntem boyutu bulunur.

‘Bilgi kurtarır’ diyor Schuon, ‘bizi olduğumuz gibi derc etmek şartı ile tabiatımızı işleyen, dönüştüren ve sabanın toprağı yarması gibi bizi yaralayan bir yol olduğu zaman…’ ‘Metafizik bilgi kutsaldır. İnsandan olduğu gibi davranmasını istemek de kutsal şeylerin hakkıdır.’ 45

Guénon ve Coomaraswamy’nin ‘bütün fikrinle’ esprisine uygun davranması adaletin bir gereğiydi ve ‘bütün ruhunla’yı kısmen ihmal etme pahasına bunu yaptılar. Guénon’un bazı aşırı taraftarları eserlerinden yanlışlıkla, bütün bir manevi yolun, doktrinin özümsenmesi ve Ortodoks ibadetlerin doğru olarak uygulanmasına bağlı olduğunu ve erdemler sanki asli değilmiş gibi başka hiçbir şeye gerek olmadığını çıkardılar. Eğer Guénon’un kendisine sorulsaydı kesinlikle onların gerekliliklerine işaret ederdi. Guénon gayri akli bir ahlaka tam anlamıyla muhalefet halindeki bir nesli hesaba katarak ahlak meselelerinden sarfınazar etmesi bilinçli olabilir; fakat önünde sonunda bu tepkiye bir cevap vermek gerekebilir. İşte Schuon, bunu ahlaki olmayan daha akli ikna metotlarıyla yeni bir manevi ve ahlaki boyuttan bahsederek gerçekleştirdi. Dış güzelliğin önemini vurguladı (erdemin içerideki güzelliğin bir devamı olarak ister doğada olsun, ister sanatta olsun.) Genelde Guénon ve Coomaraswamy’de ‘bütün ruhunla’ unsurunun bulunmaması, yazdıklarına kendi bireyselliklerini yansıtmamaları konusundaki aşırı nesnellikten kaynaklanıyor. Gerçi Schuon, nesnelliğin gerektirdiği yerlerde onlardan daha az nesnel değildir, fakat onu okuyan kişi bizzat metnin, bu devrin anlamına uygun düştüğünün farkına varır. Aynı şekilde onun eserlerine nüfuz etmiş canlı derunilikten de şüphe etmez; bu deruniliktir ki onun eserlerine, zihni ve ruhu Kalp istikametine çevirme kudreti vermiştir. Onun eserlerinde ki bu çarpıcı ve bütünleştirici kudretin menşei söz konusu derinliktir.

Bu kitap boyunca Schuon’dan yapılan birçok alıntıya mevcut bağlamımızla özellikle ilgili olan birini daha ilave edeceğiz: ‘Mahiyetleri gereği hakikate şehadet eden erdemler, aynı zamanda asli unsurlarını teşkil eden ölçüye göre bunları derunileştiren bir niteliğe sahiptirler. Aynı şey sonsuz güzelliğin mesajlarını aktaran varlık ve nesneler için de geçerlidir; (bakir doğaya, yaratılmışların uyumuna, kutsal sanata ve müziğe ait olan derunileştirme kudretleri sebebiyle.) Eğer Kalp’e çekilerek orada bütün Hakikati ve onun zımnindeki şahsilik öncesi Kudsiliği bulmak istesek, Kalbi yalnızca aklımızda değil, aynı zamanda genelde manevi tavırlar ve ahlaki niteliklerle ruhumuzda da tezahür ettirmeliyiz; zira ruhun her güzelliği Kalp’ten gelen ve ona geri dönen bir ışındır.’ 46

Bu alıntıları yaptığımız kitabın başlığından da açıkça anlaşılacağı gibi söz konusu kitabın, bu bölümün temasıyla doğrudan bir ilgisi var. Onun bu konuyla aynı oranda ilgili olan Sufism: Veil and Quintessence adlı kitabı hakkındaki düşüncelerimizi bir ek47 halinde sunuyoruz. Onun diğer eserlerinin48 de zamanımızın ruhunu yansıtmada aşağı kalır yerleri yoktur. Bu eserlerde bir yandan, özellikle her şeyi toparlayıp yerli yerine koyma ustalığına sahip olmak gibi, bir çağın sonuna ait bütün bu olumlu niteliklerin bilincine varıp, sık sık bu ve diğer konularda Schuon’un en son sözü söylediği izlemine kapılırken öte yandan uçların birleştiğine şahit oluyor ve ahirde olduğu gibi evvelde de varolan ışığın farkına varıyoruz.

 

Martin Lings

Türkçesi: Ufuk Uyan

 

 

 

Dipnotlar:

 

(1): Devirler öğretisinin en açık ve en eskisine sahip bulunan Hinduizm’e göre birinci çağ en uzun ve dördüncü çağ da en kısa olanıdır. Tekvin şerhleri ve Yahudilerin apokrif kitapları, tek tanrılı dinlerin bakış açısıyla, İncil öğretisi dört çağ öncesi arasında karşılıklı bir çelişki olmadığını açıkça göstermektedir. (Bakınız Antik Çağlar, Modern Hurafeler Yeryüzü Yayınları s.22-3)

(2): Frithjof Schoun, Islam and the Perennial Phosophy, s.53-4

(3): Aynı şekilde İslamın ikinci doğuşundan daha önce bahsedilmişti.

(4): Örnek verirsek, bir yanda oldukça ileri yaşlarda İshak ve Yakup nebileri yakalayan körlük diğer taraftan bunların batıni aydınlığını düşünebiliriz.

(5):Bakınız, s.13

(6): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.19-20. Örnek verirsek kişinin kendi dini dışındakileri kabul etmesinin batıni bir değeri vardır ancak akidenin doğru ve yanlışlarını ayırt edebilmeli, sahij itikadı süzüp diğer unsurları bir yanı bırakmalıdır. Ne yazık ki başka dinlerin kabulü günümüzde çok fazla yaygın olan duygusal sözde merhamet temeline dayandırılırsa olumlu anlamda hiçbir etkisi olmaması bir yana, son derecede zararlıdır. Zira doğruyla yanlış ayrımı yol gösterici bir unsur olmadığında, kaçınılmaz olarak hatalara kapılar açılır ve gerçek dinler sapık mezheplerle aynı seviyeye indirgenerek aşağılanmış olur.

(7): Kutsal sanat ve özellikle Orta Çağ Hıristiyan alemi.

(8): Titus Burckhardt, Sacred Art in East and West, s. 46. Bu kitabın mesajı evrensellik ve nihailiği sebebiyle ilerlemiş yaşlarda edinilen bilgi ve hikmeti tipik şekilde yansıtıyor.

(9): Bu bağlamda Allah’ın 99 isminden olan el-Bedi, olağanüstü şekilde orijinaldir.

(10): Günümüzde cicili bicili şekilde resimlendirilmiş kitapların ve işitsel sanatlardaki kalitesiz ürünlerin israfa kaçan çokluğu zamanımızın bir başka alametidir. Bu alamet ahir zamandaki arşivleme ve yığma eğilimiyle ilgilidir ki buna daha sonra değineceğiz.

(11): Tasavvufi bir yolu izlemeye gerçek anlamda layık olan herkesin ‘aradığı’ ve ‘kapıyı çaldığı’ taktirde ihtiyacı olan mürşidi bulacağı gerçeği evrensel bir aksiyomdur. Bu konuda daha detaylı düşünceler için bakınız EK.B.

(12): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.7-8

(13): Aynı hakikat İslamda daha önce aktarıldığı gibi şu hadisle ifade edilir :”Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve alemi yarattım.”

(14): s.42

(15): Sat-Chit-Ananda

(16): a.g.e. s.39

(17): Daha önce temel renklerden bahsettiğimize göre yeri gelmişken şunu da belirtmeliyiz ki, Mutlak Olan’ın hakkı da düşüncelerimizin, onun iki dünyevi simgesi olan gök ve okyanusta olmasıdır. Aynı şekilde Kemal’in yani ‘Mutlak Güzel’in de altının semavi arketipi olduğunu görmek de zor olmasa gerek.

(18): Fritjof Schuon, Esoterism as a Principle and as a Way, s.101

(19): Hırsta varolan tehlikeler yüzünden saptırılsa dahi irade, Mutlak’ın izlerinden bir şeyler taşır.

(20): a.g.e. s.75-76

(21): Tasavvufi uygulamanın özü hakikat üzerinde yoğunlaşmaktır. Bu uygulamayı teyid eden en doğrudan usül ilahi isimlerin zikridir; bu Hinduizm tarafından Karanlık Çağ için en önemli kurtuluş (Moksha) ve böylece ilahi özne ile bütün özneleri yansıtan Tek hakiki Ben’le birleşme (yoga) yolu addedilen duaya karşılıktır.

(22): a.g.e. s.169

(23): Bunların birbirini dışlayan karşılıklı seçenekler olmadıklarını, bunun yalnızca bir vurgu meselesi olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Bu iki unsur her manevi yolda bulunmalıdır.

(24): Yüzyılımızın bu yarısında fazlasıyla görülen birçok sahte maneviyat da bilgiye giden yol olduğunu söylüyor; zira aksi takdirde çağımızdaki bilgi talilerinin dikkatlerini çekemeyeceklerini hepsi de biliyor.

(25): Çağdaş insan bitkiler alemine karşı hissetmesi gereken sorumluluğu kaybettiği yolunda suçlanıyor. Ertesi gün çöpe atılan New York’un günlük gazetelerinden yalnızca birisinin bir nüshasını basabilmek için 15.000 kadar zarif orman ağacının kesilmesi gerektiği hesap edilmiştir.

(26): Akla gelen ilk örneklerden birisi Shunja tarafından yazılan Honeni the Buddhist Saint adlı kitaptır.

(27): Zamanımızın bu gerçek tabiatının, yirminci yüzyılın çoğunluğu, ne yazık ki yalnızca yaşanılan bu çağı yansıtan ürünler vermekle meşgul olan, bütün o sözde sanatçıları dahi, en ateşli şampiyonlarının gözünden kaçması, gerçekten çok ironiktir. Hikmetin apaçık özünü görmek yerine onlar yalnızca kabuğu görüyorlar. Elbette, bu durumda sonuç üzerinde durmaya gerek kalmıyor. Aslında günümüzde gerçek sanatçıdan beklenen bu özü yansıtmak olmalıdır.

(28): L’Homme et son devenir selon la Vedanta, ilk olarak 1925 yılında basılmıştır.

(29): Kendisinden tavsiye isteyenlere yazdığı mektuplarda… Zirai yazışmaya çok önem verirdi. Batılı hakikat talipleri için muhtemel bir manevi yol olarak Hinduizm’i takdim ederken çekingen bir tutum içindeydi.

(30): Studies in Corparative Religion,Kış 1969, s.94

(31): Zikr, kelime anlamı itibariyle ‘hatırlama’ demektir; fakat burada söz konusu edilen ‘Platonik Hatırlama’ ışığında (yani sembolün arketipini hatırlama gücü bağlamında) anlaşılmalıdır.

(32): a.g.e. s.95

(33): Sembol arketip mütekabiliyetinden bahsediliyor.

(34): Aperçus sur L’initation, s.122

(35): Örneğin The Crisis of the Modern World (Modern Dünyanın Bunalımı adı altında Yeryüzü Yayınları arasında yayınlandı. Türkçeye çev. Nabi Avcı, İstanbul 1979/ÇN)

(36): Coomaraswamy’nin The Bugbear of Literacy adlı kitabı Guénon’un bir önceki notta bahsedilen iki kitabına ilave edilebilir. Ananda’yı bir önceki bölümde: The Destruction of the Christian Tradition adlı yeni kitabından alıntı yaptığımız oğlu Rama ile karıştırmamak gerekir.

(37): Bu Studies in Corparative Religion’ın (Yaz 1977), A.K. Coomaraswamy ile ilgili yüzüncü sayısında Whitall Peryy’in “Comaraswamy: The Man, Myth and History” adlı makalesinde çok güzel ortaya konulmuştur. Whitall Peryy’nin A Treasury of Triditional Wisdom adlı şaheseri yalnızca günümüzde üretilen eserlere bir başka örnek olarak sayılabilir. Yazarın bize Coomaraswamy’nin delaletiyle belirttiği gibi : ‘tarafsız olarak bütün Ortodoks kaynaklara dayandırılan bir Philosophia Perennis Risalesi yazılmasının zorunlu olduğu zaman yaklaşıyor.’

(38): Orta Çağ’ın Crétien de Troyes ve benzeri aşk destanlarındaki bir çok göndermeler bir yana, Hıristiyan kaynaklar Dionysus, Aziz Agustine, Aziz Thomas Aquinas, Dante, Eckhardt, Ruysbroeck, Cusa’lı Aziz Nicholas, Boehme ve Angelus Silesius’u ihtiva ediyor.

(39): İstidlali akıl (reason) düzlemi tamamıyla zıtların düzlemidir ve biriyle baş etmek diğeriyle de baş etmektir. Fakat buna ancak istidlali aklın üstünde ve onun ulaşabildiği en yüksek yerde olan Akıl (intellect) ile erişilebilir. İnsanın yasak ağacın meyvesini yemesiyle birlikte maruz kaldığı dualizmle baş edebilecek olan yalnızca akıldır, (intellect.)

(40): Markos- 12, 30

(41): Malaki IV, 5-6

(42): Studies in Corparative Religion, Kış-Bahar 1979 sayısı, s.15’te (The Eliatic Function.)

(43): Matta 17, 11

(44): Luka 1, 17

(45): Spiritual Perspectives and Human Facts (Peter Townsend tarafından yapılan yeni bir çeviriden, henüz baskıda)

(46): Esoterism as a Principle and as a Way s.234

(47): Ek.A

(48): İngilizce olarak mevcut olanların tamamı bibliyografyada onun ismi altında dercedilmiştir.

 

 

Bu yazı Martin Lings’in İnsan Yayınları’ndan (İstanbul-2002) çıkan “Onbirinci Saat –Modern Dünyanın Manevi Bunalımı” isimli esrinden alınmıştır.