TASAVVUF
Bu bölümde amacımız, sûfiliği
eksiksiz bir tarzda ve bütün ayrıntılarıyla ele alıp incelemek değil, -başka yazarlar bunu az
ya da çok başarıyla yapmışlardır- fakat "tasavvuf"u genel görünümü ve çerçevesi ya da evrenselliği
içinde ele alıp incelemektir. Dolayısıyla burada sadece İslam'a özgü bir dil kullanmayacağız.
Bu çok genel açıdan bakılınca, "tasavvuf" herşeyden önce "öğreti" ve "yöntem" kutupsallığı
olarak ya da temaşa ve tefekkür yoğunluğunun eşlik ettiği metafiziksel bir hakikat olarak görünmektedir.
Kısacası herşey şu iki ögeye indirgenebilmektedir: Taakkul ve tecemmu' (intellection et concentration),
yani Akletme ve yoğunlaşma; ya da basiret ve tevhid, yani ileriyi görme ve birlik. Metafiziksel hakikat bizim için,
-biz ki nisbilik içindeyiz, çünkü varız ve düşünüyoruz- herşeyden önce Reel ile irreel ya da "en az Reel" arasındaki
ayrımdır. Yoğunlaşma ya da ruhun fiili, -yani en geniş anlamıyla dua- bir bakıma bize sunulan
hakikate bizim verdiğimiz cevaptır; bilincimize giren ve belli bir derecede varlığımızca özümlenen
Vahiydir.
İslam'a göre ya da daha açıkçası
İslam'ın özü olan sufiliğe göre, metafiziksel öğreti, birçok kez söylediğimiz gibi şudur: "Tek
Hakikatten başka hakikat yoktur"; ayrıca, alemin ve kendimizin varlığını hesaba katmak zorunda
olduğumuza göre, "Kozmos hakikatin tezahürüdür" Bir kez daha tekrar edelim, Vedantistler "Bu dünya yalandır, Brahma
hakikidir", fakat "herşey Atma'dır" derler. Uhrevi bütün hakikatler ikinci ifadede bulunmaktadır. Biz bu ikinci
ifade gereğince kurtuluruz. Birinci ifadeye göre, mümkünün yansımalar alanında "varolsak" bile, biz "var" değiliz,
sanki önceden kurtulmuş gibiyiz, çünkü biz var değiliz, yani faniyiz ve gene çünkü "sadece Vechullah baki kalacaktır."
Reel ile irreel arasındaki
fark bir anlamda Cevherle arazlar arasındaki farkla çakışır. Bu cevher-araz ilgisi dünyanın "daha
az reel" -ya da irrel- özelliğini kolayca anlaşılır kılar ve fenomenlere mutlaklık atfetme yanlışlığının
yararsız olduğunu, bunu anlayabilecek düzeyde olanlara gösterir. Üstelik "cevher" sözcüğünün günlük kullanımı
da "ara cevherler" olduğunu açıkça göstermektedir, ki bunlar saf Cevhere göre "arızi cevherler"dir, fakat bununla
birlikte kendi arazlarına cevher rolünü üstlenirler: bunlar da aşağıdan yukarıya doğru giden
bir sıraya göre şunlardır: Madde, esir, hayat cevheri, supra-formel
ve makrokozmik cevher-"meleki" denilebilir- son olarak da evrensel ve metakozmik cevher gelir, ki Varlığın
kutuplarından biridir veya Varlığın "ufki boyutu" ya da "dişil görünümü"dür. Asura'ların antimetafiziksel
yanılgısının nedeni, arazları "gerçek" zannetmeleri ve cevheri "irrel" ya da "soyut" olarak niteleyerek
onu inkar etmeleridir.
Dünyanın irreel -ya da "en
az reel" ya da nisbi reel- olduğunu görmek demek, aynı anda fenomenlerin sembolizmini görmek demektir. Sadece "Cevherlerin
Cevheri"nin mutlak reel olduğunu bilmek demek -kesin olarak söyliyecek olursak, dolayısıyla tek gerçek odur-,
bütün arazlarda Cevheri görmek demektir. Realite hakkında edinilen bu ilk bilgi sayesinde, dünya metafiziksel olarak
"saydamlaşır". "Bodisatva" sadece mekana bakar, muhtevalarına değil; ya da mekan olarak şunlara bakar
denilince, bu "O sadece Cevheri görür" anlamına gelir. Cevher ise dünyaya göre, bir "boşluk" gibi gözükür. Burada
sürekli olarak birbirine ters düşen iki "boşluk" ya da iki "bütünlük" vardır, tıpkı kum saatindeki
iki bölmenin aynı anda boş ya da dolu olmadığı gibi.
Su ile su damlaları arasındaki
ilginin, Cevher ile dünyanın muhtevaları olan arazlar arasındaki ilgiyi dile getirdiği anlaşılırsa,
arazların "aldatıcı" özelliği hiç bir kuşkuya yer bırakmaz ve hiçbir zorluk arz etmez. Eğer
İslam'da, yaratıklar Tanrı'yı kanıtlamaktadır denilmişse, bu, fenomenlerin mahiyeti "arazlar"ın
mahiyetinin aynısıdır, buna göre de onlar nihai Cevherin belirtileridir, demektir. Su ile yapılan bu benzetmenin
şu kötü yanı vardır: Su Cevherin aşkınlığını göz önünde bulundurmaz; fakat madde
bundan daha az eksiksiz bir imge sağlayamaz, çünkü aşkınlık, yansımalarda ele alınan plan arazlık
içine girdiği ölçüde silinmekte, belirsiz olmaktadır.
Arazlarla Cevher arasında bir
kopukluk vardır, gerçi Cevherden arazlara doğru giden çok ince bir süreklilik vardır, şu anlamda söylüyoruz,
tamamen reel olan sadece Cevher olduğundan arazlar zorunlu olarak onun görünümleri olmaktadır. Fakat bu durumda
onlar bir başka ilgi altında değil sadece sebeplerine bağlı olarak değerlendirilir ve böylece
ilgi değişmez ve bozulmaz olarak kalır. Bir başka ifadeyle, o zaman araz cevhere indirgenir; araz olarak
o "Cevherin dışa vurması"dır; nitekim Allah'ın ez-Zahir ismi de buna tekabül eder. Dünya ve Tanrı
hakkındaki tüm yanılgılar ya bu kopukluğun dolayısıyla aşkınlığın "natüralist"
inkarında yatar -oysa ki bütün bilimleri bu aşkınlık üzerine bina etmek gerekir- ya da metafiziksel ve
"yukarıdan aşağıya doğru inen" sürekliliğin anlaşılmasında yatar. Bu metafiziksel
süreklilik, nisbiden gelen kopukluğu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. "Brahma dünyada değildir." fakat
"herşey Atma'dır." "Brahma baki, dünya fanidir" ve "O Brahma'dır" Bütün irfan bu ifadelerde gizlidir, tıpkı
irfanın şehadet kelimesinde ya da hem kelime-i şehadette hem de kelime-i tevhidde ya da Hıristiyan misterlerinde
saklı olduğu gibi. Ayrıca bu kavram çok önemlidir: Bütün kapsamıyla metafiziksel hakikat bizzat akıl
cevherindedir; hakikatı inkar etmek ya da taklit etmek demek, her zaman için aklı inkar etmek ya da taklik etmek
demektir. Aklı tanımak demek, aklın eştözlü (hem cevheri, consubstantiel) muhtevasını ve böylece
eşyanın tabiatını tanımak demektir. İşte bunun için şöyle denilmiştir: "Sen kendini
tanı" (Yunan irfanı); ayrıca "Tanrı'nın mülkü sizin içinizdedir" (İncil) ve aynı şekilde
"Kim kendini tanırsa, Rabbini tanır" (İslam)
Vahiy aklın nesnelleştirilmesidir.
İşte bunun içindir ki Vahiy Aklı, günahla kararmış -fakat ortadan silinmemiş- aklı diriltme
gücüne sahiptir. Bu kararma ancak arızi olabilir, temel olamaz ve bu durumda akıl, ilke olarak irfana yönelir. Eğer temel inanç bilinçli olarak ve açıkça külli hakikate ulaşamıyorsa, bunun
nedeni, onun da kendine göre aklı sınırlamış olmasıdır. Nitekim o, zorunlu olarak ve hatta
paradoksal olarak belli bir rasyonalizme katılır; -bu konuda Vişnuizm de Batı gibi aynı durumu arz
eder- ama gene de bizzat imandan kopmadıkça rasyonalizmin içinde eriyip kaybolmaz. Durum ne olursa olsun, nisbi durumlara
mutlak özellikler atfeden bir bakış açısı -Semitik zahircilikte olduğu gibi- zihin yönündem tam olamaz;
fakat zahirden söz etmek aynı zamanda batından söz etmek demektir yani zahirin açıklamaları batının
simgeleridir.
Zahircilik, Tanrı hakkında
olsun, evren ya da insan hakkında olsun, metafiziksel hakikatten görünümler ya da fragmalar aktarır. Metafiziksel
hakikat külli hakikatten başka birşey değildir. Zahircilik insanda, herşeyden önce hırs sahibi ve
sosyal bireyi görür. (Kainatta da sadece bu bireyi ilgilendiren şeyi farkeder) Tanrı'da ise, dünyayı, yaratılışı,
insanı ve selameti ilgilendiren hususları görür. Durum böyle olunca, -bunu çok tekrar etmiş olsak da ısrarla
diyoruz ki- zahircilik ne insanı aşan ve ilahi alanda insanın önündeki engelleri aşan saf aklı, ne
beşer öncesi ya da sonrası kozmik çevrimleri, ne de her tür nisbiliğin ötesinde olan, dolayısıyla
Muhalefetün li'l-havâdis olan Varlık-üstü Varlığı hesaba katacaktır. Böyle bir bakış açısı,
gökyüzüne kare, yuvarlak ya da daha başka bir şekil veren bir pencereyi düşündürmektedir: Bu görüş içinde
göğün görünüşü eksiktir, ama bu durum gene de odanın içini gökyüzünün ışıkla ve hayatla doldurmasını
engellemez. "İradecilik" üzerine temellendirilmiş dini görüş açısının tehlikesi şudur:
Bu görüş açısı, neredeyse imanın maksimum bir irade ve minimum bir akıl ihtiva ettiğini ileri
sürmektedir. Gerçekten de akıl, hem bizzat kendi tabiatıyla değeri küçülttüğünden dolayı hem de altadıcı
olarak değerin öneminimi ve aynı zamanda gerçekte ulaşılamayan bir bilgiyi kendine mal ettiğinden
dolayı, eleştirilir. Ne olursa olsun, dinler konusunda şunu söyleyebiliyoruz: "Böyle insanın böyle Tanrı'sı
olur" yani insanı ele alma biçimi Tanrı'yı ele alma biçimini etkilemektedir; duruma göre tersini de söyliyebiliriz.
Burada belirtilmesi gereken bir
diğer husus da şudur: Metafiziksel hakikatin ya da bu hakikatin derinliğinin ölçüsü, ifadenin karmaşalığında
ya da zorluğunda değil fakat özel bir anlayış kapasitesini ve düşünce stilini göz önünde bulundurarak o ifadenin sembolizminin niteliğinde ve etkililiğinde yatar. Hikmet kelimelerin
anlaşılmazlığında değil, niyetin derinliğindedir; ifade zor ve güç anlaşılabilir
olabilir ya da olmayabilir de.
Bu noktaya geldikten sonra da daha
ileriye gitmeden önce, biraz konumuzun dışına çıkacağız, şöyle ki: Bugünkü gençliğin
büyük bir kısmı artık ne dinden ne felsefeden ne de herhangi bir öğretiden söz edilmesini istiyorlar,
denilmektedir. Bütün bunların artık tükenmiş ve değerini kaybetmiş olduğu duygusu ifade edilmektedir.
Bugünkü gençliğin "somut" olan ve "yaşanılacak" şeylere hatta "yeni" olan şeylere karşı
duyarlı olduğu söylenmektedir. Bu zihinsel çarpıklığa karşı verilecek cevap çok basittir:
Eğer "somut"un bir değeri varsa, bu değer ne sahte bir tutum ve davranışla -yani her tür öğretiyi
elinin tersiyle geri tepmeden ibaret olan davranışla- uyuşabilir ne de tamamen yeni olabilir. Daima dinler
ve öğretiler olmuştur, bu durum dinlerin ve öğretilerin varlığının insan tabiatında
olduğunu kanıtlamaktadır. Binlerce yıldan beri, insanların en iyileri öğretiler ilan etmişler,
bu öğretileri yaymışlar, onlar için yaşamışlar ve onlar için ölmüşlerdir. Hastalık
kuşkusuz her öğretinin farazi hiçliğinde değil, fakat sadece pek çok insanın ya hakiki öğretileri
geçmişte izlememiş ya da şu anda izlemiyor olmaları gerçeğinde ya da tam tersi, pek çok insanın
sahte öğretileri izlemiş ya da şu anda izliyor olmaları gerçeğinde yatmaktadır. Öyle ki pek
çok tutarsız ve yanıltıcı kuramlarla beyinler iyiden iyiye kızışmış, kalbler
düş kırıklığına uğramış. Geveze ve zararlı sayısız yanlışlıklar hakikatin üzerine çullanmış, onu değerden düşürmeye çalışmıştır.
Hakikat da tabii ki kelimelerle ifade edilir; hakikat her zaman meydandadır; ama hiç kimsenin ona baktığı
yok. Hatta pek çok insan, düşünce nedir, düşüncenin değeri ya da işlevi nedir, bunu bile bilmiyor. Her
zaman için mükemmel ve kesin dolayısıyla kendi içinde eksiksiz ve etkili kuramların olduğunu ve eski bilgelere,
onları anlamaktan ve çaba göstermekten başka ekleyecek hiçbir şey olmadığını akıllarına
bile getirmiyorlar. Eğer biz de beşeri varlıklarsak, düşünmeden edemeyiz ve eğer düşünüyorsak
mutlaka bir öğretiyi seçeriz. Umudu kırılmış ve materyalist bir gençliğin bezginliği, hayal
gücünden yoksunluğu ve çocuksu küstahlığı, kendini beğenmişliği bu konuda hiçbir şeyi
değiştirmeyecektir. Eğer bugünkü gençliğin acı çektiği anormal ve düş kırıcı,
aldatıcı durumları modern bilim doğurmuşsa, bunun nedeni bizzat modern bilimin anormal ve düş
kırıcı, aldatıcı olmasıdır. Kuşkusuz bize, "İnsan nihilizminden sorumlu değildir,
tanrıları bilim öldürdü" denilecektir, fakat burada da bir zafer, bir şeref payesi değil de bir zihinsel
güçsüzlük itirazı bulunmaktadır, çünkü tanrıların ne ifade ettiğini bilen kişi fiziksel keşiflerle
ve ayrıca temelsiz varsayımlarla ve psikolojinin yanlışlarıyla kendinin yoldan çıkmasına
izin vermeyecektir. -Bu fiziksel keşifler sadece hissedilebilen simgelerin yerlerini değiştirir, fakat onları
tümden ortadan kaldırmaz -Varlık, bazı açılardan, canlı
bir organizmaya benzeyen bir realitedir. İnsanların bilincinde ve hareket tarzlarında zarara uğramadan
kendi tabiatını ihlal edecek ölçülere indirgenemez. "Akıl dışı" alanın kalb atışları
her yandan onu kuşatır. Demek ki, din ve hikmetin her türü15 bu "akıl dışı" alana aittir, eğer
bir matematikçinin önyargısıyla basiretimiz körleşmemişse, bu "akıl dışı" alanın
varlığını her yerde saptayabiliriz. Varlığı salt matematiksel ve fiziksel bir realite olarak
ele almak istemek, onu bize göre ve kendi içimizde değiştirmek, kısacası onu paramparça etmek demektir.
Buna yakın bir düşünce
alanında, akıl kavramı konusunda yapılan bir yanlışlığı da burada belirtmemiz
gerekiyor. Bize göre, nasıl ki aşkın konusu sadece güzellik ve iyilikse, aklın konusu da sadece hakikattir. Kuşkusuz yanlışda da akıl olabilir -çünkü akıl mümkünle
karıştırılır ve mümkünle tabiatı bozulur; ve gene çünkü yanlış kendi içinde hiçbir
şey değildir; bu yüzden ruha daima ihtiyacı vardır- ama her halükarda aklın kendi içinde ne olduğunu
asla gözden kaçırmamak gerekir ve yanlışlıkla yapılan bir işin sağlıklı ve hatta
aşkın bir aklın ürünü olabileceğini zannetmemelidir. Hele hele hile ve kurnazlığı saf akıl
ve saf tefekkürle asla karıştırmamak gerekir. Akıllılık özünde bir "samimiyet" görünümü içerir.
Öyleyse aklın mükemmel samimiyeti çıkar gözetmemezlikten ayrı olarak düşünülemez. Tanımak görmektir;
görmek ise süjenin objeye, öznenin nesneye tam bir uygunluğudur, yoksa tutkusal bir edim değildir. "İman" ya
da hakikatin kabulü samimi, yani kalbi olmalıdır: Çünkü, doğru olsun yanlış olsun, insanın maddesel
olarak ya da duygusal olarak bir çıkarı olduğu zaman bir düşünceyi kabul etmesi başka şey; o
düşüncenin doğru olduğunu bildiği ya da ona inandığı zaman onu kabul etmesi başka
şey.
*
* *
Bu kitabın başında
gördük ki, İslam eşyanın tabiatı üzerine kurulmuştur; şu anlamda söylüyoruz, İslam kurtuluş
koşulunu bizim Tanrı suretinde oluşumuzda yani beşeri aklın bütünsel niteliğinde, sonra da irade
hürriyetinde ve son olarak da kelam nimetinde görmektedir, ancak "nesnel" ilahi bir müdahale sayesinde, bu melekelerin karşılıklı
olarak itmi'nanı, ahlaki dengeyi ve tevhide ulaştıracak duayı yansıtmaları koşuluyla. Gene
aynı şekilde gördük ki, Tanrı suretinde olmanın bu üç şekli ve bunların muhtevaları İslam
geleneğinde kısaca şu üç terimle ifade edilmiştir: İman-İslam-İhsan. Demek ki, Tanrı
suretinde olmadan söz etmek, İlahi Tabiata özgü niteliklere ait olmak demektir. Gerçekten de Tanrı "Nur"dur, "Hayat"dır
ya da "İrade"dir ve "Kelam"dır. Bu Kelam, Yaratıcı "Kün", "Ol!" kelimesidir. Fakat Tanrı katında
yaratıcı güç olan, insan katında şekil değiştirici ve yüceltici (defiante) bir güç olacaktır.
Eğer İlahi Kelam yaratırsa, ona cevap veren beşeri kelam, yani "Allah" adını zikretmek de tekrar
Tanrı'ya döndürmektedir. İlahi Kelam, bir şeyi önce yaratır, daha sonra meydana çıkarır, haber
verir; beşeri kelam ise, birşeyi önce ortaya çıkarır daha sonra onun şeklini değiştirir;
beşeri kelam hakikati ortaya getirir ve Tanrı'ya başvurarak, yönelerek, insanın biçimini değiştirir
ve Onun Tanrı suretinde varlık olmasını sağlar. Beşeri iletim İlahi Vahye, Tanrı suretine
çıkarış da Yaratışa tekabül eder. Demek ki, insan katındaki kelamın tek fonksiyonu hakikatin
iletilmesi ve insanı Tanrı suretine çıkarmasıdır, ister hakikat bildirisi ister dua olsun böyledir.
Bu öğretinin bütününü birkaç
cümlede özetlemek istiyoruz. Kutsal kitap olarak Kur'an'ın anlamını anlayabilmek için, Kur'an'ın kelam
nimetinin yaratılmamış bir prototipi olduğunu ve Allah'ın ezeli ve ebedi kelamı (Kelamullah)
olduğunu ve Allah ve insanın vahyedilmiş kitapta yani "Logos"da kelamda biraraya geldiğini bilmek gerekir.
Logos, beşeri dil aracılığıyla insanın, Ezeli ve Ebedi olan Varlığın Mutlak ve
kurtarıcı Kelamını yeniden bulması beşeri dilin farklılaşmış şeklini
üstlenmiştir. Bütün bunlar "Tanrı kelamı"nın sonsuz, kurtarıcı ve ilahi kudreti yansıtacak
ve bir yığın günahı yok edecek kapasitesini açıklamaktadır.
Bu bölümün başında da
değindiğimiz gibi, tasavvufun ikinci temeli tefekkür ve murakabenin yoğunlaşmasıdır ya da bütün
şekilleriyle ve her derecedeki ibadettir yani duadır. Bu tefekkür yoğunlaşmasının ya da temel
özle ilgili duanın, ibadetin dayağı İslam'da "zikir"dir. Zikrin Kur'an tilavetinden tutun da Allah isminin
son harfi olan "hu" ya da "hüve" zamirinin ilk harfi olan "hu" ya kadar geniş bir kapsamı vardır. İlahi
isim olarak söylenebilen herşey -Örneğin, "Allah'ın zikrinden başka, yeryüzünde herşey lanetlidir"
ya da "Allah'ın gazabından, insanı zikirden başka hiçbir şey uzaklaştıramaz" gibi ifadeler-
kalbden, içinden ve aklından ayrıca metafiziksel düşünceyle veya derin bir tefekkürle söylenebilir. Biz kalbde
Saf Varlıkla, akılda ise Külli Hakikatle birleşmiş durumdayız; her ikisi de Mutlak Varlık'ta
çakışır.
İslam'da tefekkürün yoğunlaşması
dua ve ibadette "ihlas" olarak gözükür. İbadet ancak "ihlaslı" olmak koşuluyla geçerli olur; zikri "başlatan"
bu ihlastır, dolayısıyla tefekkürün temerküzüdür, yani zikrin sınırsız bir etkisi olmasını
ihlas sağlar. Zikir şeklinde yapılan dua kolaydır ve ağızdan yapılan bir şeydir, dolayısıyla
ne binlerce günahı silebilir ne de binlerce iyi amel değeri taşıyabilir, diye bir itiraz yapılacak
olursa, gelenek buna şöyle cevap verir: İnsan açısından duanın bütün değeri önce bize duayı
yaptıran niyetin içinde -çünkü bu niyet olmasa, duayı yapamayız sonra da murakabeye dalmamızda, dolayısıyla
Tanrı'nın Huzurunda duyduğumuz "huzur" içinde gizlidir. Fakat nimet karşısında bu değer
hiçbir şey değildir.
İnsanın "Tanrı'yı
zikretmesi" aynı zamanda kendisini unutmasıdır. Tersinden söyleyecek olursak, ego, Tanrı'nın unutulmasının
bir tür kristalleşmesi, netleşmesidir. Beyin bu unutmanın organı gibidir. Beyin egonun hem dağıtıcı
hem de karartıcı eğilimlerinin dünyası olan dağılma ve ağırlık dünyasının
resimleriyle, hayalleriyle dopdolu bir sünger gibidir. Kalb ise "ben"imizin en derin yerinde saklı olan, Tanrı'nın
gizli zikridir. Duada adeta kalb su yüzüne çıkmış halde beynin yerini alır; ve o andan itibaren insanı tevhide ulaştıran ve hafifletip huzur veren rahat bir uykuya dalar.
Bunun en açık belirtisi o anda insanda meydana gelen huzur ve sükundur. "Ben uyurum ama kalbim uyanıktır" der
Hz. Peygamber.
Eğer İbn Arabi ve daha
başkaları -Kur'an ve Sünnete uygun olarak- zikir öncesinde ve sonrasında "Allah'ın azametine dalınmasını"
istiyorlarsa, burada sadece kökü muhayyilede olan bir saygı hareketi ve duygusu değil fakat aynı zamanda bütün
varlığımızla "Hareketsiz hareket ettirici güç"de bütünleşme, yani kısaca normatif arketipimize
"Tanrı suretinde yaratılmış" saf insani maddemize bir dönüş söz konusudur. Bu da doğrudan doğruya
saygınlıkla ilgilidir. Ayrıca, bu işlev kralların ve papazların işlevlerinde açık
olarak gözükür: Papaz ve kral, her ikisi de ilahi Varlığın huzurunda, halkın üstünde dururlar, eğer
deyim uygun düşerse onlar aynı zamanda "Tanrı'nın herhangi bir şeyi"dir. Bir anlamda, zakirin yani
zikredenin saygınlığı Tanrı'nın, onun hesabına üstlendiği "suret" ile birleşir;
bir başka deyişle bu saygınlık, -bu "Kutsal sessizlik" ya da bu "hareketsizlik" -aynı zamanda İlahi
İlkenin de bir imgesidir. Budizm bu imgenin özellikle somut bir örneğini sunmaktadır: Buda'nın kutsal
imgesi hem "ilahi şekil"dir hem de "beşeri mükemmellik"tir. Buda'nın kutsal sureti dünyevi varlıkla semavi
varlık arasındaki birleşmeyi belirtir. Ama bütün bunlar sadece ve sadece tefekküri duayla ilgilidir yani bütün
bunlar ancak sufilerin zikirleri söz konusu olduğunda söz konusudur.
Kur'an'da bulunan bütün ifadelerin
özünü oluşturan Allah ismi şeddeli lam ile birleştirilen iki heceden meydana gelir. Bu iki hece tıpkı
ötedünya öncesi meydana gelen bedensel ölüm ile öldükten sonraki diriliş gibidir ya da aydınlatmayı başlatan
manevi ölüm ve velilik gibidir. Bu benzetme, ister ontolojik, varlıkbilimsel olsun ister çevrimsel olsun evrene uyarlanabilir:
Gerçekliğin iki derecesi arasında, -bunlar ister bir silsile bakımından ister ardarda geliş bakımından
ele alınsın- her zaman bir tür yok olma vardır. Şehadet kelimesindeki "illa" sözcüğünün de ifade
ettiği şey budur. Allah isminin ilk hecesi, kabul edilen bir yoruma göre, ilahi tezahürler olarak, dünya ve hayatla
ilgilidir; ikinci heceyse Tanrı ve ötedünyayla ya da ölümsüzlükle ilgilidir. Oysa ki Allah ismi sükunla hemze arası
bir boşlukla başlıyor, tıpkı "creatio ex nihilo", yoktan yaratılış, gibi simgesel
olarak Sonsuz varlık üzerine açılan sınırsız bir nefes çıkışıyla bitiyor, yani
son harf olarak "he" varlık üstü bir "ikiliksizlik"i belirtmektedir. Ayrıca bu, eşyanın ilk yokluğuyla
aşkın Yok-Varlık arasında simetri olmadığını da göstermektedir. Öyleyse "Allah" adı,
Mutlak Varlık'tan tutun da en küçük bir toz parçasına kadar "var olan" herşeyi kapsamaktadır. Oysa ki
"hüvet" zamiri yani "O" Allah kelimesindeki son "he"yi zamir olarak belirtmektedir; sözde anlatılamaz aşkınlığı
ve akıl ermez sırrı içinde, o şekliyle Mutlak Varlığı belirtmektedir.
Bizzat ilahi isimlerde zorunlu olarak
bir etkililik garantisi vardır. Amidizm'de büyü yapmanın kurtarıcı inancı Amida'nın "İlk
dileği"nden ileri gelir; bu da temelde şu anlama gelir: Başka geleneksel şekillerde benzeri bir uygulamada
bu inanç "mantra"nın ya da İlahi İsmin kapsadığı anlamda çıkar. Böylece eğer Şehadet,
Amida'nın "ilk dilek"iyle hidayeti kapsıyorsa, bizzat içeriği gereğince öyledir, çünkü şehadet Hakikatin
en üstün şekilde ifade edilişidir ve gene çünkü Hakikat bizzat tabiatı gereği insanı kurtarır.
Hakikatle özdeş olmak, onu varlığımıza akıtmak, varlığımızı ona aktarmak;
hatanın, günahın ve kötülüğün etkisinden kurtulmak demektir. Demek ki Şehadet, Allah isminin öğretisel
dışa vurumundan başka birşey değildir. Tevrat'taki "Alevli Çalı"nun "Eheieh esher Eheieh" ine,
(Tevrat Çıkış III, 14; Ve Musa Allah'a dedi: Ben, BEN olanım; veya Ben, O, olanım) tam olarak tekabül
eder. Bu tür ifadelerle Tanrı "kim olduğunu" dolayısıyla kendi adının ne anlama geldiğini
bildirmektedir. İşte bunun için benzeri ifadeler -böyle "mantra"lar -Tanrı'nın isimleri kadar çoktur.
Az önce Allah isminin anlamının
"La ilahe İllallah" olduğunu söyledik. Şöyle ki: Kozmik tezahür hayalidir, metakozmik ilke ise reeldir. Söylediklerimizi
daha açık anlatmak için, Kitabımızın Kur'an bölümünde değindiğimiz bir hakikati burada tekrar
etmemiz gerekiyor: çünkü zuhur açısından -var olduğumuza göre bizim açımızdır- dünya hiç kuşkusuz
belli bir realiteye sahiptir; onu olumlu yönde ilgilendiren hakikatin birinci Şehadetin içinde olması gerekir. Oysa
ki ikinci Şehadette yani "Muhammedü'r Resulullah" da bulunmaktadır. Bu da birinci kısma ait "illa" kelimesinden
çıkmaktadır. Zuhurun ilkeyi yansıtan nisbi bir gerçekliği olduğunu göstermektedir. Bu şehadet
fani, geçici şeylerin -deyim yerindeyse "arazlar"ın -toptan inkarının karşısına nisbi bir
tasdik koyar; bu tasdik de ilahi yansıma olarak zuhurun, bir başka ifadeyle ilahi tezahür olarak dünyanın tasdikidir.
"Muhammed" mükemmellik bakımından ele alınan dünyayı temsil eder. "Resül" ise nedensellik ilgisini belirtir
ve böylece dünyayı Tanrı'ya bağlar. Akıl Mutlak realite düzeyine konunca, nisbi hakikat adeta külli hakikat
tarafından emilir: Sözlü simgeler açısından, o zaman nisbi hakikat kendini metafiziksel bir "şart kipi"
içinde bulur, ki bu da "illa" kelimesidir. Allah'ın dışında hiçbir şey olmadığına
göre, dünya da O'nda anlaşılmalıdır ve "O'ndan başkası" (gayruhu) olamaz: İşte bu
nedenle zuhur "İlkedir", İlke bu haliyle "ez-Zahirdir"; öte yandan İlke aynı zamanda "el-Bâtındır"
Böylece Allah ismi var olan herşeyi ve ayrıca var olan herşeyi aşan herşeyi içermektedir.
Frithjof Schuon
Türkçesi :Mahmut Kanık
Yukarıdaki yazı Frithjof
Schuon; "İslam'ı Anlamak" İz Yayıncılık, İstanbul 1996 adlı kitabın "Tasavvuf"
bölümünden dipnot açıklamaları alınmayarak ve kısaltılarak aktarılmıştır.
|