HAKİKAT
NEDİR?
Yaratışın orijinal
saflığında insan iyinin ve kötünün ötesinde yaşamıştı. Başka bir ifadeyle takdis edilmiş
bir ayrılık içinde doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün, hak ile zulümün (ayrı oluşlarının)
bilinçsizliğinde yaşamıştı. Sekülerleşmiş insan, bugün için böyle bir vatandan son derece
uzakta yaşamaktadır. Onun için doğru, iyi ve hak, başlangıçtakinin tam tersine acele problemler ve
yakıcı sorunlar olarak sürekli önündedir. Doğrunun bir yalan olmamasını, iyinin kötüye dönüşmemesini,
zulmün adaletin yerine ikame edilmemesini ve insan hayatanın kaos içinde yuvarlanmamasını garanti eden üstün
bir ilke var mıdır? Sekülerleşmiş dünyamızda hiç kimse doğru ve yanlış iddiların
varlığını inkar edemez, bununla birlikte birisinin doğru olarak adlandırdığı
şey mutlak geçerli biçiminde de görülemez. Hakim kavrayış, doğrunun rölatif olduğu ve herkesin onu
kendi modasına uydurduğu yönündedir; Halle ve Jenna'da olduğu gibi Heidelberg'de de olan kötü bir şakadır
bu. İnsan Krallığı'nda her şey sabit olmaktan çok uzaktadır. Herhangi birşey biran için
"bilimsel olarak okey" biçiminde bir onaylama ile ya da halka ait yürürlükteki iradenin bir ifadesi olarak seçilenlerin icraati
ile kesilip atılmaktadır ve bu ikincisi oy sandığında, başka bir ifadeyle efkar-ı amme
havuzunda tecelli etmektedir. Çünkü sistemin temel kuralı insanın nihayetsiz egemenliğidir ve dolayısıyla
hiçbir dış güç ona hiçbirşey dayatamaz. İşin özüne inersek neyin doğru, neyin hak ve neyin iyi
olduğunu belirleyecek olan insanın duyumsal organlarının dile getirdiklerinden başkası değildir.
İnsan Krallığı'nın bayrak taşıyıcıları tüm bunlara rağmen bir absolutum
bir mutlak gerçeklik üzerine çalışmakla meşguldürler. Maddi dünyada yaratılan bu mutlak gerçekliği
biz duyularımızla tecrübe ederiz ve gerçek olarak deklare edilecek olan da bundan başkası olamaz. Seküler
insanın mutlak olarak kavradığı bu gerçeklik, zaman ve mekanla sınırlı, aynı zamanda
tüm tezahür biçimleriyle relatif algılanan duyularımızla yakaladığımız bir gerçeklik olarak
yaşanır. Sorulması gereken sorular şunlardır: peki gerçeklik aynı anda mutlak ve relatif olabilir
mi? Değilse bile, yerküre üzerinde profan insan tarafından hayata geçirilen hakikatin ve ahlakın relativizmi
günün birinde ulaşılabilecek bir model ya da mutlak bir amaç olabilir mi? Elbette seküler insan içinde yaşadığı
duyumsal gerçekliği mutlak olarak tanımlarsa bunun çelişkili bir ifade olduğu çok rahatlıkla söylenebilir.
Çünkü söz konusu gerçeklik aynı zamanda bütünüyle relatiftir. Hakikatin aşkın kaynağı olan Yaratıcı
reddedildiği zaman profan bir düşünceyle düşünecek olursak geriye hakikati bu deni dünyada "aramaktan" başka
seçenek kalmayacaktır. Ve hakikat, bundan böyle bizzat Tanrı olan kaynağında ikamet etmediğinde ve
varlık-öncesi olmadğında, insan gerçekten onu "önünde" bir yerlerde ulaşılabilecek bir şey gibi
algılamaktan başka çare bulamayacaktır. İnsan Krallığı'nda hakikat arayışının
operatif bir sürece dönüşmesi bu sayede sağlanmıştır. Pozitivizm ve Marksizm bunun akabinde sundukları
operatif süreçleri ile kendilerini bizim tecrübemize sunan iki yol olup çıkarlar karşımıza. Pozitivizmde
hakikatin ilham olunan bir altın damarı değil, varlığın parçaları gibi saçılmış
altın parçacıklarından oluşan bir yığın şeklinde anlatıldığı geç
Antik Stoizm'den miras alınmış bir temsil vardır. Bu hakikat kavrayışı daha sonra Burjuva
Liberalizm'i tarafından da benimsenecek ve özgürlüğün Batı'da bulduğu ifadenin bir parçası olacaktır.
Bu düşünce içinde hakikatin ve yalanın fragmanları her zaman birbirine karıştırılır
ve sorun, hakikatin soylu ve altın rengi buğdaylarını kötüleri arasından seçip alma sorununa dönüşür.
Sonu gelmez tartışmalar, özgür bilimsel araştırmalar ve sürekli bir seçme süreci sayesinde hakikat de,
altın rengi buğday gibi, ilerlemeci pozitivist zihniyet içinde ayıklanacaktır. Bilimsel pozitivizm, Antik
Çağ'daki atomik teoriden bile kendisine destek bulacaktır. Epicurus, hiç durmayan hareketleri içinde atomların,
eğer hareketleri onları birleştirecek aynı noktaya yaklaştırıcı (convergent) bir eğilim
taşımıyor olsalardı, vücut oluşturmak amacıyla birbirleriyle hiçbir zaman karşılaşmayacaklarını
ve birleşmeyeceklerini düşünüyordu. Varlığın muammalarını çözmek için modern bilim kapasitesi
içinde, son iki yüzyılda çokça dile getirilen bu inancın sadece saf bir psikolojik bakış açısından
anlaşılması, eğer altında duyumsal dünyanın yakınlaşma eğilimine ilişkin
hipotez ifadeleri ve umutları olmasaydı, çok zor olurdu. Bazen az ya da çok açık ifadelerle dile getirilecektir
bu inanç. Kendisini gereksiz spekülasyonlarla sınırlandırmayan nobel ödülü kazanmış fizikçi Werner
Heisenberg, modern fiziğin dünyamızı birliğe götürecek bir tarihsel süreç içinde bir dişli olabileceği
umudunu ifade ederek doğa bilimlerinin, hatta insanın kültürel ve diğer uğraşlarının bile,
nihayetinde düşünce ve eylem, aktivite ve meditasyon arasında yeni bir denge haline katılacağını
ümit edecektir. 1 Pozitivist Liberalizm'den sonra akranı Marksizm ise, ize kendi yolunu teklif edecektir.
Marksist yolda hakikat, Marksizm'in iki sahte kutsalı olan Tarih ve Madde'ye bağlanır. Marksist materyal dünyada
hakikat, maddi olarak belirlenmiş menfaatlerin savaşımını yansıtan ideolojik bir temsilden öte
bir şey değildir. Diğer herşey gibi hakikat de tarihsel-dialektik sürecin hakimiyeti altındadır
ve bundan dolayı da içinde bulunduğu şartlar içinde hükmünü icra edecek ve bu şartlara karşılık
gelen tarihsel evrede hakim sınıfın hakikat kavrayışından başka birşey olamayacaktır.
Proleterya bu tarihi savaştan en nihayetinde zaferle çıkmak zorundadır ve böylelikle işçi sınıfının
hakikat anlayışı en sonunda herşeyi kuşatacaktır. Her seferinde daha üst bir mertebeye doğru
gelişim gösteren dialektik süreç, hakikatin, varlık çelişkilerinden arındırılmış ve
tüm relativizm zincirlerinden koparılmış komünist toplumun oluşturacağı nihai bir devlet ile
son bulacak bir bitiş olduğunu ima eder. 2 Gerçeği ifade etmek gerekirse hem Pozivitizm hem de Marksizm,
hakikatin ışıl ışıl parıldayan cazibeli bir altın gibi bize gelmek zorunda olduğu,
hakikat cevherlerinin doğal bir yakınlaşma eğilimine sahip olması gerektiği ya da hakikatin,
en nihayetinde bütün karşıtlıkların yokluğuna ve mutlak mükemmelliğe ulaşabilmek için tarihsel-dialektik
sürece göre "geliştirilmek" zorunda olduğunu gösteren sahte-metafiziksel temsillerini yeniden gözden geçirmek zorundadırlar.
Doğrusu, bizim için tüm gerçekliğe yabancı olan bu tuhaf spekülasyonlar üzerinde ısrarla durmanın
ne türü olursa olsun hiçbir gereği yoktur. İşin özü şudur ki, sekülerleşmiş insan, her zaman
hummalı bir şekilde kendisini hakikatin relativizminden kurtaracak tek sesli tariflere ulaşmak amacıyla
çalışmaktadır. Aşkın bir hakikati zemmetmesine rağmen nesiller ve yüzyıllar boyunca eşyada
mündemiç bu muammalara kesinliği olan çözümler bulmak için zahmetli araştırmalarını sürdürmektedir.
O halde bu çelişki içinde belirlenmiş amaçlarının farkında olmaksızın ya da göz ardı
edilerek sürdürülen bu çaba, bu yorulmak bilmez soluk nereden gelmektedir, temelde amaçları nedir? Son tahlilde seküler
insanın aradığı şey nedir? Tüm mutlak hakikat inkarlarına rağmen, açıkça ikrar ettikleri
relativizme rağmen onlar, gerçekten duyumsal varlığın or tasında sabit bir noktanın oluşturduğu
doğru olan birşeyler mi araştırmaktadır? Evvela, hakikat seküler insan için bir kavram olarak şu
şekilde vardır: doğru olarak varolan ve yanlıştan ayırt edilmesi gereken bir olay, tıpkı
iyi buğday gibi. Hakikat, sekülerleşmiş insanın bilincinde sekülerleşmenin en derin dehlizlerinde
bile hiçbir surette boğulmayan yön verici bir ilke olarak ikamet eder. Böylece seküler insan her zaman hakikat anlayışıyla
sürekli aradığı dayanak noktasının ötesini kavramayı arzular. Ama öbür yandan herhangi aşkın
bir gerçekliği körükörüne reddeder, dolayısıyla bu aşkın gerçeklik içindeki hakikat kaynağını
da reddeder. Halbuki nedenini ve tesirini nereden aldığını bilmediği bir hakikat kavrayışını
ise ispatsız olarak kabul eder. Özetlemek gerekirse, seküler insan hakikatin, varlık-öncesi olduğunu bilmesine
rağmen bunu inkar etmiş ve hakikatin son kertede profan bilim sayesinde uzun araştırmalar zincirinin son
halkası olarak "keşfedileceği" gibi bir çelişkiyi kabul ederek riyakarlık etmeyi denemiştir.
Aslına bakarsanız bütün bunlar profan insanın hakikati ne başta ne de sonda bulmayı istediğini
gösterir. O halde bu, zorunlu olarak hakikatin varoluşsal anlamda yaratılan eserde olması demektir: hakikat
yaratışın bütününü vasıflandıran bir müspetliğin ifadesidir. Hakikat böylece tehlikeli bir körlük
ya da kaos değil, bir düzen olarak garanti altına alınmak istenecektir. Bu müspetliğin karşısına
yükselecek yalandan, "eksi işaretinden" (küfr) ise bihaberdirler. Yaratışın inkarı olarak yalan,
cehennem azabına uğrama, yıkılma, imha - ya da en çok kullanılan anlamına geri dönersek- var
olmama, hiçbirşeyliktir. Yaratışında tezahür ettiği gibi Tanrı vardır. Yahweh yanan çalılıklarda
Musa'ya "Ben var olanım" demişti. İşte bu varoluş, hakikatin, iyiliğin ve adaletin adresidir.
Yalan, tüm bunların inkar edilmesinden başka birşey değildir. Hakikat - dışılığın
en genel kullanımının başında olmama, hiçbirşey gibi anlamlara gelmesinin nedeni işte budur.
Küfrün birinci ifadesidir bu. Ancak yaratışın müspetliğinin ifadesi olarak hakikat, sadece bu müspetliğin
düzeni, yani nizamın inkarı olan yalanın karşısındaki düzeni ifade ettiği müddetçe küfrün
garantörü değildir. Hakikat ayrıca ilahi lütfun asli parçasıdır ve müspetliğin her lütuf ve eseri
vasıflandıran aşka iştirak etmesi gibi iştirak eder. Tıpkı bir çocuğun ailesine doğal
olarak bir yakınlık hissetmesi ve bu yakınlık ile yaşaması gibi yaratılmış eser
de kaynağına ve aşkal yaşanan bu bağın bilincine bağlıdır. Yaratıcı
ile olan bu aşk bağının bilinci bir inkar, bir olumsuzlama üzerine temellenemez. Hakikat, Yaratıcı
ile olan aşk ilişkisinde de bu şekilde rol oynar. Esasen hakikat özünde aşkla birdir ve işte bu nedenledir
ki, hakikat aşkı tavsiye edildiği zaman beyhude sözler telaffuz edilmez. Üçüncü olarak, hakikatin dışavurduğu
yer dünyevi hayatımızdır. Hepimiz hakikat olarak adlandırdığımız ve bunun yanısıra
hakikat-dışı şeklinde düşündüğümüz bazı şeyler biliyoruz. İnsanlar sürekli farklı
farklı somut durumlarda doğru ya da yanlış üzerine farklı mülahazalar içindedirler. Tarihsel bir
kaynağın ya da istatiksel bir bilginin yorumlanmasında çoğu zaman olabilecek tüm zıt fikirlere sahip
olabiliyoruz. Gerçi tartıştığımız şeyin somut olarak sadece bir doğru cevabı
vardır ama bütün bu karşıt görüşlerin ötesinde önemli olan şey, hakikatin ve yalanın varlık
içinde temel olarak karşıtlığın bir parçasını oluştuğuna dair bilinçtir. Vurgusu
daha derin yapılan bir sekülerleşme ile birlikte modern insan için hakikat arayışı bir "eşya"
meselesine iner. Böylece modern insan ampirik olarak materyal toplama, onları sınıflandırma ve bu sınıflandırılan
meteryallerin yapısal analiziyle yeterince uzun süre meşgul olursa şüpheden uzak ve tüm çelişkilerden
bağımsız olacak bazı şeylere varacağına inanır. Bir yandan varlığın
göreceliliğini bilir, diğer yandan bu göreceliliğin dayattığı çelişkilerle birlikte bir
yerlerde bir gün zıttı olan mutlak'a, tek sesliliğe dönüştürüleceğine ilişkin ütopik umutlar
içinde yaşar. Seküler insanın aksettirdiklerinde ve heveslerindeki bu aşikar çelişkiyi keşfedememesi
ve tanımlayamaması, İnsan Krallığı'nın entellektüel yaşamında görülen dikkati
çeken küfür sarhoşluğu tavırlarından sadece bir tanesidir. Bunlara bağlı olarak şöyle bir
soru doğal olarak gündeme gelir: sekülerleşmiş insan, hakikati niçin istemektedir? Yorulma bilmez bu hummalı
faaliyet niye? Dünyanın her metrekaresindeki bu ateşli bilimsel araştırmaların başlatıcı
motoru nedir? Herşeyden önce sekülerleşmiş insanın (kendisi neden olsa bile) kaostan çok korktuğunu
belirtmek lazım. Unutmayalım ki, kaos seküler insanın üstüne tüm karanlığıyla abanan bir tehdittir.
İlahi yaratış bir düzendir; kosmos, ve bu düzenin inkar edilmesi gidilecek son merci olarak geriye adı
kaos olan tersini, yani şeytani kutbu bırakacaktır. İnsan Krallığı'nın sakinleri burada
tehlikeli bir oyun oynuyorlar; başka türlü ifade edecek olursak bindikleri dalı kesiyorlar. Mülkünden çıkamayacakları
ilahi nizamı ve hakikati yalanlamalarıyla korktukları kaosu kışkırtıyorlar. Ayakları
kayar gibi olduğunda ise, yani varoluşsal anlamda çamurun içine battıklarını farkettiklerinde iç
güdüsel olarak yukarıyal bakmalarının sebebi budur. Sekülerleşme peygamberleri savaş çığlıkları
attıklarında, "karanlığın gücü" egemenliğnini sona erdirilmesi ve hakikat ışığının
yeryüzüne yayılması gerektiğini beyan ederlerken, aslında aciz kalıp reddetmiş oldukları
üstün bir gücün yardımına başvurmaktadırlar; ama kabul etmezler. Kaos korkusu, sekülerleşmiş
insanı kendi varlğında mantıklı bir tertip kurmayı denemesi için ciddi bir itici motivdir. Ama
nasıl? Tüm değerlerin göreceli olduğu ilan edilmişken ve herkes yapabildiği ölçüde "kendi paçasını
kurtarmak" zorundaysen, hakikate olan her bir hevesi salt insanların benlik davası ile ilgili bir mesele yapmak
aldatıcı değil de nedir? Kendilerini aldatmalarına rağmen kaos yine de tehditkar bir olasılık
olarak görülür ve modern zamanlarda hiç kimse insan varlığının bu dilemmasını Thomas Hobbs'tan
daha iyi tanımlayamamıştır: İnsanlar olarak biz, herşeyin herşeye karşı savaş
halinde olması tercihi ile örgütlenmiş ve kurumsallaşmış bir bencillik arasında tercih yapmak
zorundayız. İktidar sorunuyla karşı karşıya geldiğimiz yer de burasıdır. Kaos
korkusunun olumlu bir yönü de yok değil. Francis Bacon dünya nesnelerinin profan açıklaması için klasik -ve
ironik- motivasyonları kesin bir surette ifade etmişti: bilgi güçtür, "insan bilgisi ve insan gücü aynı yerde
buluşur." 3 İnsan yeryüzünün hükümdarı olmak istiyorsa onu bu iktidar pozisyonuna götürecek en mükemmel
yolun adı bilgidir. Ancak gelinen bu noktada sadece yeryüzünde iktidar koltuğuna oturmak amacıyla yapılacak
erdemsiz bir bilgi arayışı hakikat arayışıyla aynı şey midir? Bu bilgi araştırmacısı
faydacı ve operatif bir tipi ifade edecek yeteneklerin kazanımı anlamına gelmektedir. Bu yol hakikate
çıkabilir mi? Çok iyi biliyoruz ki, bu soruların cevabı olumlu olamaz. Dünyada ihtiras ve iktidar sahipleri
hakikati vesvesesiz, saman altından başarmak zorundadır ve iktidara gelmek ya da koltuklarını korumak
için hakikat adına hakikati yok etmeye bile hazır olabilirler. Sekülerleşmiş dünyada iktidar fikri, hakikat
aşkından ziyade alaycı bir pragmatizm etiketi taşıyan tecrübedir sadece. Bunun tam karşıtları
ise; kendilerni hakikatin samimice araştırılmasına veren hiçbir surette iktidar hırsıyla hareket
etmediklerini gözlemlediğimiz insanlardır. İktidar arzusu, kaos korkusuna karşı profan insanın
hanesine eklenebilecek üçüncü motivdir. Dünyevi yaşamımız sekülerleşmeye maruz kaldıkça o nispette
de manevi içeriği oyulmaktadır. Aşkın gerçeklik bilinci pas tuttukça, buna paralel olarak insana evrenle
dayanışma hissi veren yaratılış bilinci de tamamen kaybolur. Bu durumda sekülerleşmenin altı
kalın çizildikçe, kozmik dayanışma hissiyatının azalmasından dolayı insan kendi varlığını
daha çok boş bir uzay olarak tecrübe etmeye başlar. Yaşamı boş bir uzaya döndüğünde ise; bunu
doldurmak için yorulma bilmez faaliyetlerin içine dalar. Ne ki, sekülerleşme ve beraberindeki hummalı etkinliklerin
arttığı oranda seküler insanın boşlukta durduğu hissi de artar ve bundan duyduğu rahatsızlık
dayanılmaz boyutlara ulaşır. Faaliyetleriyle bu boş uzayı dolduracağını, örgütleriyle
ve kurumsal yapılarıyla İnsan Krallığı'nda ikamet edebileceği bir yer inşa edebileceğini
tahayyül eder. Bu ütopik tahayyülden dolayı bilimsel faaliyet, fasılasız çalkalanması içinde üzerine devredilmiş
karakteristik rolünü muhafaza eder; işler gün geçtikçe kötüye gitmesine rağmen. Hakikat arayışının
bu seküler formu, bizi artan bir pragmatizmin küçük çerçevesine sıkıştırır. Biraz makul olan hiçbir
insan, bilimsel araştırmaların günlük hayatımız için ifade ettiği değeri inkar edemez.
Ancak İnsan Krallığı'nda eksik kalan şey, sorumluluğun üstün bir güç önünde temsil edebileceği
bir doğrulayıcıdır. İnsan Krallığı'nın sakinleri bencil insanların duyumsal
ihtiyaçlar ve arzularının son kertede tüm hayat ve tüm faaliyet için yönlendirici bir tehdit olması hariç tutulursa,
b irbirlerine karşı sorumlu değillerdir. Ayrıca sosyal, kültürel ve bilimsel hareketleri nihai olarak
belirleyen de bu köksüz sorumluluktur. Hakikati araştırmayı isteyen seküler insan, doğru ve hak olarak
düşündükleriyle sadece kendini düşünen bencil insanı kaynaştırmak için giderek artan bir sıkıştırılmışlık
içinde bulur kendini. Bu zorlama ile iktidar arzusu ve insanın duyumsal arzuları pragmatizmin kısır ve
küçük dünyasında buluşuverirler. Güç ilkeleriyle zevk ilkelerinin aslında birbirleriyle müttefik oldukları
keşfedilir birden. Pragmatizmin giderek artan bu hakimiyeti, kişiyi, "hakikate katlanılamaz" antik ve nükteli
ifadesinin artan sekülerleşme bağlamında daha acı bir realizme dönüştüğünü düşünmeye iter.
Dünyamızın kuşatılamaz ruhi bir karanlık örtüsüyle paketlenebileceğini tasavvur etmek doğrusu
çok yanlış olurdu. Dünya, ilahi hakikat nuruna hiçbir zaman kapalı değildir. Tüm inkarlara rağmen
her insanoğlu idrak edici bir bilincin, kalbinin yaydığı içsel ışığın taşıyıcısıdır.
Ancak alternatif terim olarak birisinin ilahi hakikati seküler dünyada açık ve besbelli resmetmesi de eşit oranda
yanlış olurdu. Biz hakikat ve yalan ile basit bir tercih bağlamında, ya o, ya bu arasındaki bir seçim
kadar somut ve kolay muhatap olmayız. Mesele bu kadar kolay değildir, çünkü ilahi mesaj bize aldatıcı
şeytanın karşı bir mesajla görünebileceği bir vasatta yollanabilir. Şeytani güç, ayrıca
kendisini gizleme ya da cazip bir görünümde sunma kapasitesine sahiptir, hatta doğru ve yanlış arasında,
iyi ve kötü arasındaki sınıra etki ediyor gibi görünmektedir. Bunun ötesinde yanlış, doğru görünümünde;
günah ise, sevap görünümünde gösterilebilir. Böylece müfsit gücün, Baudelaire tarafından formüle edilen nihai amacını
başarması mümkün hale gelir: La plus belle ruse du diable est de vos persuader qu'il n'existe pas.* Sonuç olarak
hakikati araştırmak, hakikati istemektir. "Ne istiyorum ben?" sorusu burada belirleyicidir. Ama bunun için bir ön
şart da yok değil: eğer ben hakikati istemiyorsam hakikati sevmiyorum demektir, çünkü eğer onu sevseydim
gerçekleştirmek için çaba sarfederdim. Hakikat, varlıksal dünyanın önünde ve üstündedir, dolayısıyla
onu bu düşük dünyada olanaklarımız ölçüsünde hayata geçirmek ve eksik ve karşıtlıklarla dolu
bir varlık içinde bile dışa vurmak bizim görevimizdir. Hakikat aşkı olmadan ona ulaşma iradesi
de olmaz ve bu irade olmadan yapılan tüm tercihler ehemmiyetini kaybeder. Hakikat ve yalan ile karşı karşıya
gelişimizin alternatifler arasından basit bir seçim olmamasının nedeni bu, yani onu dışsallaştırma
zorunluluğudur. Hakikat probleminin insanın önüne sürüldüğü yer dünyevi hayatımızdır. Orijinal
ve cennetsel varoluşta insan Tanrı ile açık ve berrak bir ilişki içinde olarak hakikatin huzurundaydı.
Dolayısıyla ilişki yüz yüzeydi. Buna karşılık bizim eksik dünyamızda ise insan, hakikat
ile bir problem ve hatta çifte bir problem olarak muhatap olur. İnsan dünyaya düşmesiyle birlikte ilk kez Tanrı'dan
ayrıldı ve böylece yine ilk kez cennetsel nurdan uzaklaşmış oldu. Hakikatin kendisini bize özünde
olduğu gibi billur bir açıklık içinde sunmasının nedeni budur. "Biz şimdi aynada buğulu
görüyoruz" demişti Aziz Pavlus ve bu kelimelerle işin özünü ifade etmişti doğrusu. Dünyamız, aynadaki
buğu gibi ilahi hakikatin ters bir imajıdır ve bu nedenledir ki, hiçbir imaj, hakikatin kendi kaynağında
olan berraklığa sahip değildir. Sekülerleşmenin devamlılığı aynadaki bu imajı
daha da parçalı hale getirmiştir. Aziz Pavlus'un bahsettiği karanlıkta parlayan ışık bizim
zamanımızda artık berrak bir netliğe sahip değildir ve parlaklığı ilerleyici sekülerleşme
süreci içinde daha da matlaşmaktadır.İkinci olarak şu bir gerçektir ki, yüryüzü hayatında insan sürekli
olarak limitlerle karşı karşıyadır. Eli altında bulunan ruhi cihazlarıyla herşeyi
her zaman kavrayamaz. Zaten yapabilseydi, "tanrılar gibi" olurdu ve o bundan acizdir. Cennette yılanın verdiği
söz yalandı. Bizim ilahi gerçeklik bilincimiz bile parçalı bir bilgidir. "Benim bilgim cüzdür" diyen Aziz Pavlus'un
parçalı bilgisi, yeryüzündeki mevcudiyetimizi arkada bıraktığımızda bir gün toplam ve bütün
olacaktır. Birinci durumda, yani dünyada biz dikey bir perspektifi t ecrübe ederiz: ilahi hakikat bize yeryüzünü aydınlattıktan
sonra ondan yansıyan güneş ışınları gibi ulaşır, dolaylı ve buğuludur. İkinci
durumda ise yatay perspektif önüne yerleştirilmişizdir: yeryüzü varlığımızda sınırlarla
ve karşıtlıklarla karşı karşıya geliriz. İşte bu nedenle bir yandan ilahi güneşin
ışınları gibi bize doğrudan ve dikeyden ulaşan hakikati araştırmak ve öte yandan hakikati
varoluşsal zıttı olan yalandan ayırt etmek zorundayız. Hakikat araştırması için dünyada
hiçbir hediye almayacağız ve üstelik uzun ve zahmetli bir yola düşmeye de mecburuz. Bunu göz önüne alarak insanlar,
önüne gelen levhaları iyi okumak ve her işarete hemen güvenmemek durumundadır.
Tage Lindbom
Türkçesi
: Ömer Baldık
Dipnotlar
1. Jacques Chavalier, histoire de la Pensee,
(Paris, 1955) p. 461; ve Werner Heisenberg, Physics and Philosophy (New York, 1958), pp.205 ff.
2. Karl Marx için madde dünyasının
dışında, onun deyimiyle praxi'sin dışında bir gerçeklik yoktur. Dolayısıyla düşüncenin
bağımsız gerçekliği üzerine sorulan her bir soru daha baştan anlamsızdır. Marx, bunu Theses
über Feurbach'ın ikinci bölümünde şu şekilde ifade eder: 'İnsan düşüncesinin objektif hakikate ait
olup olmadığına ilişkin bilme sorusu teorik değil, pratik bir sorudur. Praxiste, bir kişi hakikati,
yani düşüncesinin bu yanında temellenmiş gerçekliği ve gücü kanıtlamak zorundadır. Düşüncenin
gerçekliği ya da gerçekdışılığı sorunu (bu sorun Praxis'ten çıkarılmıştır)
tamamıyla skolastik bir sorundur, Werke, vol.3 (Berlin, 1959), p.5
3. Francis Bacon, The New Organon, The
Works, 4, Faksimile-Neudruck (Stuttgartbad Cannstatt, 1962), p.47
* Şeytanın en büyük hilesi sizi
kendisinin var olmadığına inandırmasıdır.
Yukarıdaki
yazı Tage Lindbom'un; "Başaklar ve Ayrık Otları - Modernliğin Sahte Kutsalları", İnsan
Yay.İst.1997, s.37-46'den alınmıştır
|