BİLGELİK VE BİLGELER
"Andolsun
ki biz Lokman'a hikmeti verdik" (Lokman 31/12) ayeti gereğince hikmetle nitelenen ilk kişi Lokman Hekim'dir. O,
peygamber Davud (a.s.) zamanında yaşamış ve sürekli olarak Şam bölgesinde oturmuştu. Anlatıldığına
göre Yunanlı Empedokles onun yanına gider gelirmiş ve hikmeti de ondan öğrenmiştir. Fakat Yunanistan'a
dönünce evrenin aslı hakkında özgürce konuşmaya başlamış. Görünüşü itibariyle o sözler
ahireti inkar anlamına gelir. Lokman Hekim'le olan dostluğundan dolayı Yunanlılar onu bilgelikle nitelerler.
Hatta Yunanlılar içinde bilgelikle ilk nitelenen odur. Batınilerden bir grup onun felsefesini benimseyerek onu diğerlerinden
üstün tutar ve onun sembolik ifadelerinin içeriğini anlayanların az olduğunu iddia eder.
Bilgelikle nitelenenlerden biri de Pisagor'dur. Davud'un (a.s.) oğlu Süleyman'ın
öğrencileri şam bölgesinden Mısır'a gidince onlarla görüştü. Bu görüşmeden önce Mısırlılardan
geometri öğrenmiş, sonra da Süleyman'ın öğrencilerinden fizik ve ilahiyat (metafizik) okumuştu. Bu
üç ilmi -geometri, fizik ve din ilmi- Yunanistan'a götürmüş, sonra da kendi zekasıyla mûsikî ilmini ortaya çıkararak
onu orantı ve sayılarla belli bir kural altına almıştı. O, bu ilimleri peygamberlik kandilinden
yararlanarak geliştirdiğini iddia etmiştir.
Pisagor'dan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Sokrat'tır. O, felsefeyi
(hikmet) Pisagor'dan almış ve felsefe disiplinlerinden yalnız metafizikle yetinmiştir. Dünya zevklerinden
yüz çeviren Sokrat, Yunanlıların dinine karşı olduğunu ilan etmiş ve ortaya kanıtlar koyarak
müşrik devlet büyüklerine karşı çıkmıştır. Derken, üzerine kalabalık halkı kışkırttılar
ve öldürülmesi için krallarına baskı yaptılar. Kral da toplumuna hoş görünmek için onu hapse attı
ve şerrinden kurtulmak için zehirletti. Onun başına gelenler, tevatür derecesindeki haberlerle bilinmektedir.
Sokrat'tan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Eflatun'dur. Yunanlılar
arasında soylu ve değerli bir aileden geliyordu. Sokrat'ın yolundan giderek o da felsefeyi (hikmet) Pisagor'dan
almıştı. Ancak o, metafizikle yetinmeyerek matematik ve tabiat ilimlerini de felsefe altında topladı.
Onun, tasnifini üstlendiği meşhur kitapları vardır; ancak, sembolik (diyaloglar halinde) olduğundan
kapalıdırlar. Hayatının sonlarında çok öğrenci yetiştirdi ve okulunu öğrencilerinin
seçkinlerine bırakarak insanlardan uzaklaşıp kendini Rabbine ibadete verdi.
Onun zamanında Yunanistan'da veba salgını vardı. İnsanlar
Allah'a yalvarıp yakardılar ve İsrailoğulları'nın peygamberlerinden birine bunun sebebini sordular.
Allah peygambere vahiyle, Yunanlıların sunağın katını alıp küp şekline koydukları
zaman vebanın ortadan kalkacağını bildirdi. Bunun üzerine onlar sunağın bir dengini yaparak
öncekine kattılar, fakat veba daha da arttı. Tekrak peygambere başvurarak bunun sebebini sordular. Allah peygambere
vahiyle, onların sunağın katını almadığını, aksine benzerini öncekine eklediğini
bildirdi. Dolayısıyla bu küpün katı değildir. Bu durum karşısında Eflatun'dan yardım
istediler. O dedi ki: "Sizler felsefeyi (hikmet) engelliyor ve geometriden nefret ettiriyorsunuz. Bu yüzden Allah sizi veba
ile cezalandırdı. Çünkü felsefi ilimlerin Allah katında büyük değeri vardır." Sonra öğrencilerine
dönüp dedi ki: "Aynı oranda iki çizgi arasından kesintisiz iki çizgi çıkarabilirseniz sunağın katını
elde edebilirsiniz. Bunu yapmaktan başka da çareniz yoktur." Bunun üzerine yapmaya koyuldular ve sunağın katını
alma işini bitirince veba ortadan kalktı. Nihayet onlar da geometri ve öteki teorik ilimler aleyhinde bulunmaktan
vazgeçtiler.
Eflatun'dan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Aristoteles'tir. O, Zülkarneyn
diye bilinen İskender'in hocasıdır. Felsefe yapmak üzere yirmi yıla yakın bir süre Eflatun'un yanında
bulundu. Aşırı derecede zeki olduğundan dolayı gençliğinde ona "Ruhani" denirdi. Eflatun ise
ona "Akıl" adını vermişti. Mantık kitaplarını yazan ve mantığı ilimler için
alet olarak koyan odur. Bu sebeple ona "Mantık sahibi" lakabı verilmiştir. Ve o, fizik ve metafiziğin
bölümlerini düzenlemiş ve her bölümü başlıca bir kitapta ele almıştır. Onun zamanında hükümdarlık
Zülkarneyn'e geçmiş ve bu sayede Yunan ülkesinde şirkin kökü kazınmıştır.
İşte bu beş kişi bilgelikle nitelenmiş, bunlardan sonra
hiç kimseye bilge (hakim) denmemiştir; aksine bunlardan sonra gelen her kişi sanat ve hayat tarzına nisbetle
anılmıştır. Mesela tabip Hipokrat, şair Homeros, mühendis Arşimed, köpeksi (kelbi) Diogenes
ve fizikçi Demokritos.
Galen (Câlînûs) kendi döneminde çok eser verince, bilgelik niteliğini almaya
yeltendi, yani hekimlikten bilgeliğe geçmek istedi. Bunun üzerine onunla alay ettiler ve: "Sen merhemlerle, müshillerle,
yaraların tedavisiyle ve perhizle uğraş. Zira ilahi hikmet, onun ilkelerinden şüphe edenin anlayışından
daha (yücedir). Çünkü bir kimse âlem ezeli mi yoksa yaratılmış mı; ahiret konusunda, o gerçek mi yoksa
bâtıl mı; nefis hakkında o cevher mi yoksa araz mı diye şüphe ederse, onun derecesi bilgelikten kesinlikle
aşağıdır" dediler.
Zamanımızda halkın anlayışı ise ilginçtir. Öklid'in
kitabını okuyan ve mantığın esasını kavrayan bir insan gördüklerinde, metafizik ilimlerden
yoksun olsa da onu bilgelikle niteliyorlar. Hatta tıptaki uzmanlığından dolayı onlar, "beş ezeli
ilke" saçmalığını ve bazı ruhların ölümlü olduğu-nu savunan (Ebu Bekir) Muhammed b. (Zekeriya)
er-Razi'ye -Allah inandırsın- bilge diyorlar. Halbuki, -Allah rahmet eylesin- üstadımız Ebû Zeyd Ahmed
b. Sehl el-Belhi, çeşitli alanlardaki geniş bilgisine ve din konusundaki istikametine rağmen, kendisini yüceltenlerden
biri ona bilgelik isnad edince, bundan rahatsız olur ve: "Vah o zamana ki, benim gibi yetersiz birini şerefli hikmete
nisbet ediyorlar! Sanki onlar yüce Allah'ın şu ayetini duymamışlar: 'O, dilediğine hikmeti verir;
kime ki hikmet verildiyse ona çok iyilik verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahibi olanlar hakkıyla anlar"
(el-Bakara 2/272)."
Onun hocası Ya'kub b. İshak el-Kindi'nin tutumu da böyleydi.
Durum böylece anlaşıldığına göre, Eflatun'dan naklonunan
meşhur hikayeyi de bilmen gerekir. O, öğrencilerine dermiş ki: "Sizler her şeyi bilseniz de Allah'ı
bilmedikçe bir şey bildiğinizi sanmayın." Sonra Aristoteles'ten naklonunan meşhur hikayeye göre o dermiş
ki: "Bundan önce içiyor ve susuyordum; şanı yüce Allah'ı bilince içmeden kandım."
Yunanlılar arasında bu beş kişiye tâbi olup da mutlak bilge diye
anılan kimseler, şânı yüce Yaratıcı'yı kabul etmeyenlere ve ölümden sonra ebedi mükafata inanmayanlara
küçümser gözle bakarak değer vermezler ve onlara karşı tevhide inanan birinin bir zındığa davrandığı
gibi davranırlardı. Şu var ki, onların ahiret hayatının şekline ait inançları bir
tek noktada, tertemiz olan İslam dinine uymamaktadır. Onlar ölümden sonraki dirilişi kabul etmezler; fakat
insan ruhlarının ebedi olarak ödüllendirileceğini gerekli görürler. Bu yüzden İslam, o topluluğun
sapık olduğuna hükmetmemiştir. Yaratıcı'nın ispatı, zâtının birliği, zıt
ve ortaklardan münezzeh olduğu hususlarına gelince, onlar buna kesinlikle inanır ve kanıtlamak üzere bu
konuda deliller getirirler.
Biz bu açıklamayla onların durumunu ortaya koymanın iyi bir şey
olacağını düşündük. Çünkü onlar ülkeleri bayındır kılan ve insanların işlerini
yoluna koymada yararlandıkları tıp, geometri, astronomi, mûsiki ve daha başka disiplinleri temellendirme
zahmetine katlandılar, bu konularda bilinen eserleri kaleme aldılar. Bunlar çeşitli dillere tercüme edildi,
akıllı milletler bunları benimseyerek onların düzeyine yükseldiler.
Sonra pis zındıkların onları istismar ederek ve şöhretlerinden
yararlanarak kıt akıllı kimseleri birer birer avladıklarını, ahlaksızlıkla kirlettikleri
alana onları cezbettiklerini, hatta "Yüce Allah'ın dini doğru ve gerçekse, böylesine gelişmiş akla
ve geniş hayal gücüne sahip olanları tercih etmek ve onlara bağlanmak daha evladır" dediklerini gördük.
Sonra yine gördük ki, kelamcılar (el-cedeliyyûn), filozofların inkarcı
olduğunu, pasif tanrı anlayışını (ta'til) savunduklarını iddia ederek aleylerinde
bulunuyor ve: "Hak dinin güçlü hasımları var; şayet biz onlarla mücadeleye soyunmayacak olsak ve batıl
fikirlerini çürütmesek inkarcılık tertemiz olan İslam'ı karartır" diyerek halkı yanıltıyorlar.
Hayatıma yemin ederim ki, hakka yardım ve dine destek hususunda kelamcıların takdire değer çalışmaları
vardır; ancak o filozoflara pasif tanrı anlayışı isnad etmek inkarcılığa cazibe kazandırabilir
ve zındıklığın yüceltilmesine yol açabilir. Çünkü bu, dehrilerin (materyalist) kıt akıllı
insanlara kurdukları tuzağı güçlendiren hususlardandır.
Âmiri
Çeviren
Mahmud Kaya
Âmiri
. Nişabur'dan doğan Ebu'l-Hasen Muhammed b. Yûsuf el-Âmiri'nin hayatı hakkında ayrıntılı
bilgi bulunmamaktadır. Ancak hocası Ebû Zeyd el Belhi'nin 322/934 yılında vefat ettiği dikkate alınacak
olursa onun hicri IV. asrın başlarında doğduğu söylenebilir. İlk tahsini Nişabur'da yaptıktan
sonra Meşşai filozofu Kindi'nin talebisi Belhi'nin derslerine devam ederek derslerini tamamlayan Âmiri, henüz genç
denecek bir yaşta ilim ve felsefe alanındaki üstünlüğünü herkese kabul ettirmiş ve "Nişaburlu filozof"
olarak anılmaya başlanmıştır.
Yukarıdaki yazı, Mahmut Kaya, "Felsefe Metinleri"
Klasik Yayınları, 2003'den alınmıştır.