İnsanca tanrıdan Allah kuluna... her ferd bu tanımlama içindeki bir basamağı oluşturmak
için vardır.
Ahmed Hulusi

TAOİZM - BUDİZM - TOTEMİZM - İSLÂM
Müslümanlar Dünya üzerinde niçin geri kalmış
toplumlar hâline gelmişlerdir İslâmiyet en mükemmel “DİN” anlayışı ise?”
Çokça sorulan soru bu bana!..
Ve dahi şu soru gene aydınsı çevrelerden
gelen bana:
“Teklik anlayışı ve insanlık anlayışı en mükemmel şekilde Taoizm’de,
Budizm’de ve hatta Yahudiliğin mistisizmi olan Kabala anlayışında mevcut... Müslümanlık ise
kaba, şekilci, zorba ve savaşçı, sevgiden yoksun bir anlayış!.. İşte yaşananlar ortada!.
Hâlâ sen bu savaşçı öğretiyi nasıl yüceltmeye çalışıyorsun?”
öncelikle...
Yüce olanın yüceltilmesi söz konusu olmaz!. Bu fark edile... İslâm, yegâne “DİN”
anlayışıdır ve fevkinde veya yanısıra başka bir anlayış da yoktur yeryüzünde!.
O “DİN” anlayışını bize bildiren yeryüzüne gelmiş
en muhteşem İnsan ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu olan Muhammed Mustafa
aleyhisselâm da eşi ve benzeri olmayan bir Allah kulu, Rasûlü ve son Nebîsidir!.
Niçin bu böyleye gelince...
İnsanlar asırlar ve asırlar önce tanrılara
tapıyorlardı... Tanrılar adına dikilen totemlere tapıyorlardı... Tanrıları sembolleştiren
heykellere tapıyorlardı... Kendilerinin ötelerindeki, yerdeki veya gökteki bir varlığa tapıyorlardı.
Kendilerine ulaşanların ve ulaşacakların o tanrıdan geldiğine inanarak onun adına kendi
dışlarındaki bir toteme yöneliyorlardı...
Sorun şu...
Yerde veya gökte yerleşik olup, oradan dünyayı
ve üzerindekileri yöneten bir “tanrı” veya Arapçasıyla bir “ilâh” olabilir miydi?
(Günümüzde bazıları, bu tanrısallığın
uzayda yaşayan bir kısım toplumlara ait olduğunu söylüyorlar, ki bu, gökte tanrı var yanında
da melekleri anlayışının getirdiği bir bakış açısının günümüze uyarlanmış
şeklidir!)
Olayı, evrensel boyutlarda sorgulayan beyinler, evrensel
gerçeklik içinde, böyle bir tanrısallığın asla sözkonusu olamayacağını fark ettiler!.
Gökte yerleşik bir tanrı olamaz, anlayışının
ta asırlar öncesindeki bir açığa çıkış şekli de Çin’deki Taoizmdir!. Varlık, göz denen mekânizmaya göre her ne kadar
çokluk halinde olsa da; gerçekte, tüm varlık tekil bir yapıdır; bilinç, bu tekil yapının kendine
bakan gözüdür!. Bilinç kendi hakikatini algılayabildiği ölçüde, kendi özünü tanır ve bu tanımanın
sonu, hakikati olan “HİÇ”liğe çıkar!. Olayın sonu
“HİÇ”likte “hiç”
olduğunu hissediştir!.
Buda ise, insanlara “NİRVANA”ya ulaşmalarını
önerdi son nokta olarak... Kendini et-kemik çuvalı kabullenip; ölümle toprak olup yokluğa karışacağını
sananlara, kendilerinin bir bilinç varlık olduklarını; bedenin toprak olmasından sonra yaşamın
devam edeceğini, “Tek”ten varolmuş “tek”ler olduklarını; beden değil kutsal ruhlar olduklarını, ruhlarını
arındırırlarsa “Nirvana”ya ulaşarak kutsal ruhlar
şeklinde o teklik ruhunda yaşayacaklarını anlattı...
Henüz Türkiye’de bilinmeyen, fakat Dünya üzerinde yüz milyondan fazla müntesibi olduğu söylenen; Amerika’da
da yayılan bir inanç türü ise gene Çin kaynaklı Falun Dafa’dır. Derinliklerinde Taoizm, açığa çıkış
şeklinde ise Budizm öğretisi görüntüsü veren Falun
Dafa’ya göre, bilinç ve madde aynı Henüz
Türkiye’de bilinmeyen, fakat Dünya üzerinde yüz milyondan fazla müntesibi olduğu söylenen; Amerika’da da
yayılan bir inanç türü ise gene Çin kaynaklı Falun
Dafa’dır. Derinliklerinde Taoizm, açığa çıkış
şeklinde ise Budizm öğretisi görüntüsü veren Falun
Dafa’ya göre, bilinç ve madde aynı
şeydir. Düşünce her an maddeyi, madde ise her
an düşünceyi etkiler. Ana ruh her an beyni etkileyerek kendindeki özellikleri açığa çıkartır. İnsan
beyni dalga olmayan bir tür madde yaratır. Dünya üzerindeki varolan her canlı sudan meydana gelmiştir. Su hayat
kaynağıdır. Evren dahi sudan meydana gelmiştir der bu anlayışın 1992 deki kurucusu Shifu Li Hongzhi. Esasen siyasetle hiç bir ilgisi olmadığı söylenen bu hareket,
halen Çin’de hükümete karşı en büyük muhalif güçtür ve mensupları Çin’de çok sıkı takip
edilerek, yakalandıklarında işkencelerle öldürülmektedir. Olayın kökeninde ise algıladığımız
kadarıyla yaşadığımız dünya görünmezlerinin bilgi yönlendirmesi mevcuttur.
Hazreti Musa öğretisi
olan “DİN” anlayışının düşünsel derinliğini
oluşturan ve Yahudi mistisizmi olan “Kabala” anlayışı
ise, zâhirdeki şekilci ve kavimci anlayışın ötesinde; varlığın tekilliğini, insanların
ruhunun tek bir ruhtan geldiği anlayışını müntesiplerine yaydı.. Esas itibariyle bu tekilliği
idrak edip, bundan dolayı, ötede bir tanrı kabul etmeyen bu anlayışın, bir yaşam ve dillendiriliş
şekliydi Hazreti İSA aleyhisselâmda dillendirilen!. “Babam RAB’tır” tanımlaması, gerçekte, fiziksel bir tanrı-oğul ilişkisini
anlatmıyor; “kabala” öğretisindeki Tek RUH’un bireysel ruhlar şeklinde algılanışını ve o TEK RUH”tan meydana gelişini anlatıyordu. Göklere yönlendirmenin anlamı, bilinç boyutunun derinliklerinde; yaratıcı mertebe hakikatini, ruhunun şuurunun derinliklerinde
hissedip yaşamak olayını sembolize ediyordu... Hazreti İsa aleyhisselâmın
“Sen insanca düşünüyorsun Yaratan Rab gibi değil” söyleminin
anlamı, “beşeri şartlanma ve değer yargılarına dayalı
düşünce şekli yerine evrensel gerçekler doğrultusunda olayları değerlendir”, hitabıydı.
Yahudiliğin özündeki “seçkin kavim” anlayışı, esas
itibariyle, tüm Yahudilerden doğmuşları değil, “kabala öğretisini
kabullenip yaşayabilecek düzeyde yüksek anlayışa sahip olanlarını” ifade ediyordu...
(ki bu anlayışın gelişimi Masonluğun temelini oluşturmuştur.)
Buraya kadar anlattıklarımızın çıkış
noktaları ve bir kısım doğru tesbitleri olmasına rağmen en büyük eksikleri ve yetersizlikleri
dünyevi yaşamda yapılması gerekenler ve ölümötesi yaşam süreci için verdikleri bilgi konusudur.
İnsan yapısının nasıl bir mekanizma olduğunu, beynin işlevini, ölüm ötesi yaşam şartlarına
göre insanın beynini nasıl değerlendirip geleceğe dönük neler ortaya koyması gerektiğini hiç
birisi söyleyememektedir. Ölüm ötesi sonsuz yaşamın aşamalarını kimse verememektedir. Oysa insan
için en önemli şey ölüm ötesinde mutlu olması için neler yapması gerektiğidir.
Son NEBÎ, dünyanın kıyâmetinin Güneş’in Dünya’yı kuşatıp yutması suretinde
meydana geleceğini anlatırken; bunun ötesinde, Kurânı Kerîmde yıldızların
düşmesi şeklindeki tasvirlerle Galaktik kıyâmet dahi açıklanmaktadır
1400 küsur yıl evvel!. Biz bugün artık biliyoruz ki, Samanyolu Galaksisi
içindeki tüm yıldızlar yörüngelerinden çıkacak ve dünyadan bakışa göre düşüyorlarmış
görüntüsü vereceklerdir bir süreç sonra. Bu da, şu anda Samanyolu galaksisi üzerine
hızla gelen Andromeda Galaksisinin, bizim galaksi ile çarpışması
sonucu olacaktır!
Esasen, en önemli ve farkına varılması zorunlu
gerçek, çeşitli ölüm=dönüşümlerle sonsuza kadar yaşayacak olan insanın,
ancak Dünya’da iken neleri nasıl kazanabileceği hususudur ki bunu
da yalnızca adı “İSLÂM” olan Allah indindeki tek “DİN” açıklaması ile
son NEBÎ Muhammed Mustafa aleyhisselâm yapmıştır.
Totemizm, ise tüm bu anlattıklarımız yanısıra
süregelmiştir dünyada...
Totemistler yalnızca Afrika veya Amerika yerlileri
arasında değil, tüm dinlerin mensupları arasında yer almışlar ve yaşamlarını
devam ettirmişlerdir yapıları gereği. İnsansı yaradılışları gereği
olarak, totemistler, derin düşünce ve varlıklarının hakikatlerini sorgulama araştırma, kendi
hakikatlerini hissedip yaşama imkânına sahip değillerdir. Daima, kendilerini ve tüm varlığı
madde olarak düşünürler. Ötede bir yerde; yeryüzünde veya uzayda, aşağıda veya yukarıda bir tanrı
düşünüp, ne yapıyorlarsa o tanrı için yaparlar... Yerler içerler, çoğalırlar, tapınırlar,
öldürürler hep o kendi dışlarında bir yerlerde olan tanrıları uğruna! Ya da hiç bir şeye
inanmazlar, totemleri kendi bedenleridir!. Etiketlerinde yazılı din veya mensubiyet adını kaldırırsanız,
hiç farkı yoktur bakış açılarının birbirlerinden; giysi, görünüş ve lokal şartlanmalar
dışında. Onlar tanrıları adına iyi bir şey yapacak, itaatkâr olacak ve sonuçta da tanrılarının
vereceği nimetler içinde yiyip içip seks yaparak ebediyyen yaşayacaklardır. Aksi halde tanrıları
onları cehennemine hapsedip orada ebediyyen azap çektirecektir. Bu arada, her birinin “tanrı” tahayyülü, bir diğerinden
değişik olduğu için de, birbirlerinin tanrısını
sorgulayıp yargılayanlar, beğenmeyip inkâr
edenler ve hatta bu yüzden savaş baltalarını çıkartanlar pek çoktur!. Çünkü bunlar Allah Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâmın “LA İLAHE
= TANRI (dolayısıyla tanrılık kavramı) YOKTUR” mesajının anlamını
ya duymamışlar ya da duyup üzerinde düşünmemişlerdir!. Çoğunluğu ses kaydeder beyinlidir!..
Ezberler ve tekrar ederler! Söylediklerinin anlamını düşünebilme yetisine sahip değillerdir yaratılışları
sonucu!.
Totemistlerdir işte bunlar da!.. “Şirk ehli” diye de adlandırılmışlardır... Şirk kalkmadan da “tevhid” gerçekleşmez!
Sonuçta açık veya örtülü, olay aynıdır.
Kişi ve ÖTESİNDEKİ tanrısı!.
Esasen, yukarıda sıraladığımız görüşlerin tümü de eksik, yetersiz ve insanın
geleceği açısından işlevsizdir İslâm adıyla anılan “DİN” öğretisi
yanında. Çünkü, “İSLÂM” adı ile işaret edilen “DİN” anlayışında açıklanan “sünnetullah” vurgulaması ve açıklaması hiç birinde yoktur!. Dolayısıyla “Sünnetullah”a dayalı bir biçimde SON NEBİ’den
gelen insanın geleceği açısından çok önemli teklif ve uygulamalar hiç bir anlayışta bulunmaz.
Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin,
kişilik ve sonsuzluğun en muhteşem Ruhu Allah kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa
aleyhisselâmın bildirdiği adı İslâm olan tek gerçek “DİN” anlayışını kavramış ve benimsemiş olan
Müslümanlara gelince...
Onlar ötelerinde, yukarıda, gökte, uzayda bir tanrıya değil; O yüce Rasûl’ün, “ALLAH” adıyla işaret ettiğinin,
Kurân-ı Kerîm’le açıklanan özelliklerine iman ederler... Bu konuda
yakîne erip ikân sahibi olmaya çalışırlar! Bu konuda elde ettikleri
yakîn yanısıra, “sünnetullah”ı
fark edip, anlayıp gereğini yaşamaya çalışırlar!..
İŞTE GELDİK BUNDAN ÖNCEKİLERLE EN ÖNEMLİ AYIRIM, FARK NOKTASINA!..
Evet, geldik, Allah Rasûlü
ve son Nebî’si Muhammed Mustafa aleyhisselâm ile kendisinden öncekilerin
en önemli fark ve ayırım noktasına...
İslâm adıyla tanıtılan “DİN” anlayışının
düşünsel temellerini fark etmek isteyen kişiler ister istemez tasavvuf diye isimlendirilmiş alana girerler. Bu sorgulama ve ötesindekileri idrak
yolculuğu, ismi “ALLAH” olanı tanıma ve idrak yolculuğunun
birinci bölümüdür.
Tasavvufî tabiriyle “fenâfillah”
denilen bu yolculukta, kişi kendisinin ve evrenin “var”lığının
gerçekte ismi “Allah” olan indinde, “yok”luktan
ibaret olduğunu; “Yok”tan yaratılmış olduğunu;
gerçekte yalnızca “var” olanın “ALLAH” ismiyle işaret edilen olduğunu fark eder... Bu fark ediş, sonuçta kendi “yok”luğunu, “HİÇ”liğini
fark etmesi realitesine erer! İdrak veya anlayışının “yok”
olduğu noktadır bu!. “Vahdet” anlayışından çıkılarak
yürünülen “seyri afâkî”de ise, önce kademe kademe tüm varlığın
gerçekte “birimlerden oluşmamış tek bir varlık olduğu”
yani “tekillik-vahidiyet” fark edilir; sonra kapasite elverirse bu anlayış
“ahadiyyet” yani “HİÇ”likte
noktalanır!. Sonuç, mutlak karanlık yaşantısıdır; “âmâ”dır
bilinç açısından!. İsmi “ALLAH” olanın, “ahadiyyet” yani “HİÇ”lik
sıfatı dolayısıyla, tefekkürün söz konusu olmadığı bu
mertebenin yaşantısından dahi söz edilemez!.
Ve bundan sonra nasiplileri için “bakâbillah” kemâlâtı başlar...
“Sünnetullah”da
yaşam!.
Algılanan ve algılanamayan tüm yapıyı,
ilminde ilmî suretler halinde kendi sıfat ve esmasıyla yaratan, “yok”tan “var” kılan; onların,
her an yeni bir şe’n (oluş) ile sonsuza dek kulluklarını
ortaya koymalarını dilemiştir. Bu
nedenledir ki, evren içre evrenler, belli bir sistem ve düzen içinde açığa çıkmışlardır; ve
dahi
varoluş amaç ve sistemlerine göre de varlıklarını
oluşturan sıfat ve esmâ varoldukça yaşayacaklardır!.
İşte bu “sünnetullah”
kapsamında, dünya üzerinde açığa çıkmış insan bilinci, bir yandan varlığın ve
varlığının hakikatini anlamaya çalışırken; diğer yandan da, varlığını
nasıl ve ne şekilde sürdürmesinin, yarını için nasıl daha hayırlı ve olumlu olacağını
sorgulamak durumundadır!.
Buna cevap ise, en mükemmel şekliyle Allah Rasûlü ve son nebisi Muhammed Mustafa aleyhisselâm tarafından gelmiştir.
Vahye dayanan Muhammedî
öğreti; tanrısal kökenli olmadığı içindir ki “LA İLAHE
= TANRI (tanrısallık kavramı) YOKTUR” ile başlamış; ve “illâ ALLAH” diyerek devam etmiştir!. Tanrısallık kavramı yoktur yalnızca ismi
“ALLAH” olan vardır, ki bu yüzden de bir dış varlığa
tapınma söz konusu olmayıp; “sünnetullah” gereği yapılası
uygulamalar yani “ibadet” gereklidir; denmiştir anlam itibariyle.
Evet, geçmişteki
bazı tesbitlere artı olarak gelen “sünnetullah” bilgisi, konunun, ismi “ALLAH” olanı
fark ettikten sonraki, en önemli bölümüdür.
İnsanın yaşamını ve geleceğini
cennet edecek olan da; cehennemi yaşatacak olan da, kişinin “sünnetullah”ı
değerlendirip değerlendirmemesine bağlıdır. Yaratılışı elverenler, “sünnetullah”ı değerlendirirler ve yaşamları, gelecekleri cennet
adıyla tanımlanan mutluluk ve huzur ortamı olur!. “Sünnetullah”ı
değerlendirmeyenler de yaşadıkları günden başlayarak türlü şekillerde yanma ortamı içinde
ömür sürerler.
Yani, tüm öncekilerle adı “İSLÂM” olan yegâne “DİN” arasındaki
en önemli fark, ismi “Allah” olanı fark ettikten sonra, “sünnetullah”ı fark edip, ona göre, yaşayıp yaşayamama farkıdır!.
Çünkü, ismi “ALLAH” olanı tanımakla, varlığın, kişiliğin, bilincin,
suda şekerin eriyip yok olması gibi, asla yok olmamaktadır!
Taoizm’in sözettiği “HİÇ”liğe eren de; Nirvana’ya ulaşan da, Yehova’yı
bulan da; ismi “Allah” olanın idrak edilemeyecek bir ahadiyyet, derûnundaki özündeki “hiç”lik
mertebesi olduğunu farkedip hisseden de, sonsuza kadar, kişilik sahibi bir ruh olarak yaşamak durumundadır
dünya yaşamında ayrıldıktan sonra; adı “ölüm” olan dönüşüm ile; gideceği
hangi ortamda olursa olsun!.
Bu yüzdendir ki kişi, hakikatini ne düzeyde fark ederse etsin, sonuçta, SON NEBİ’nin bildirdiği
Sistem ve düzen gerçeklerine göre yaşantısına ve uygulamalarına yön vermek zorundadır. Ki bunun bir
adı da “sünnetullah”ı anlayıp ona göre yaşamaktır!.
Yaratış Sistemi gereği, herkes, yalnızca kendisinden açığa çıkanın (elleriyle
yaptıklarının) sonuçlarını yaşayacağı ve yaşamakta olduğu içindir ki; SON
NEBÎ Muhammed Mustafa’nın ne anlatmak istediğini kavramak herkes için en önemli yaşam gerçeğidir!.
Şimdi geliyoruz bu sohbetimiz başındaki
ilk sorunun cevabına. Niçin pek çok Müslüman toplum bugünün en geri kalmış ülkeleridir yeryüzünün sorusunun
cevabına.
Bir kısım toplumlar tanrıya inanmadıkları
için, ötelerindeki tanrıdan bir şeyler beklemedikleri için, iş başa kalmış; kendi özlerindeki
kuvveleri harekete geçirerek yepyeni atılımlar yapmışlardır.
Diğer bir bölüm toplumlarsa, yetiştikleri ekollerden
gelen, “güç senin varlığında, dışarıdan bekleme, kendindekini
kullanmasını öğren” düşüncesiyle, bütün gayretleriyle kendilerini geliştirmeye çalışmışlardır... “Sen varlığındaki
Yaratının sıfat ve isimlerinin kuvveleriyle pek çok şeyi başarabilirsin; iş ki o kuvveleri keşfet”
tasavvufî öğretisinin geçerli olduğu devirlerde, Müslüman toplumlar pek çok alanda
Dünya’nın öncüleri olmuşlardır.
Ne yazık ki, zaman içinde “DİN” anlayışı, yalnızca yukarıdakini memnun edip onun rızasını
kazanmak diye kabul edilip; ibadeti, yukarıdakine tapınmak diye değerlendiren
anlayış yaygınlaşınca, olay rayından çıkmış ve “her şeyi yukarıdakinden beklemek” düşünsel sapmasını oluşturmuştur.
Böylece de bir kısım Müslüman toplumların gerileme devri başlamıştır.
Kendi özündeki Yaratanın sıfat ve esmâsından
kaynaklanan kuvvelerle yarınını inşâ etmek anlayışı keşfedilmediği; her şey, gerçekte var olmayan yukarıdakinden
beklendiği sürece, bu anlayışın yaşandığı toplumların diğerleri yanında
geri kalması doğaldır.
« AHMED HULÛSİ 03 Mayıs
2006 North Carolina, USA www.ahmedhulusi.org
|