Muhyiddin İbn Arabi’nin Hayatı:
Nam-ı diğer Şeyh’ül Ekber Muhyiddîn İbn Arabî’nin
tam adı Ebu Bekr Muhammed İbn El- Arabi El- Hatimi Et-Tai’dir ve kendisinden sonraki sufilerce Sultanü’l-arafîn,
Hatemü’l-evliya, Kutb-ü Hümam, İbn Sereka, Cenab-ı Şeyh, Hatm’ül Vilayet El-Muhammediyye gibi lakaplarla
anılmıştır.
İslam maneviyatının en etkili isimlerinden birisi olan bu muhterem
zat sonrasında arifler tarafından “nimet günü” diye anılacak olan 17 Ramazan 560 (1165) pazartesi
günü İspanya’nın güneyinde (Endülüs’ün) Mürsiye şehrinde Tayy kabilesine mensup bir Arap ailesinin
çocuğu olarak doğdu.
Hayatının ilk yıllarına dair en önemli kayıt, sekiz yaşında
babasıyla beraber ilim tahsili maksadıyla Sevilla’ya (İşbilye) gitmeleridir. Orada çeşitli
üstadlardan başta hadis ve fıkıh olmak üzere İslami ilimleri tahsil etmiştir.
Sonraki dönemde babasının varlıklı bir devlet memuru olması
hasebiyle kendisini çeken manevi yolu rahatlıkla araştırmaya başlamış, görüştüğü erkek
ve kadın mürşitlerden icazet alarak tasavvufa yönelmiştir; henüz yirmili yaşlarının başında
derin zekâsı ve manevi içgörüsü sayesinde aydınlanabilmiş ve bu özelliği nedeniyle zamanın ünlü filozoflarından
İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiştir. İbn Rüşd yaşadığı dönem içerisinde Aristotales
felsefesine yaptığı yetkin yorumlarla Doğu ve Batıda dönemin en dikkat çeken filozofuydu ve İbn
Arabî’nin babasıyla tanışıklığı münasebetiyle onunla görüşmek istemişti. İbn Arabî aralarında geçen bu tanışma münasebetini şöyle
anlatmaktadır: “…eve girdiğimde filozof yerinde kalktı ve dostluğunu ve ilgisini gösteren
bir şekilde yanıma gelerek beni kucakladı. Sanra ‘evet’ dedi, ben de ‘evet’ diye karşılık
verdim. Bunun üzerine benim kendisini anladığımı düşünerek sevindi. Sonra onu sevince boğan
şeyin bilincine vararak ‘hayır’ diye ekledim. İbn Rüşd sarsıldı, yüzünün rengi değişti,
düşündüklerinden şüpheye düşmüş gibiydi. Bana şu soruyu sordu: ‘ilahi ilham ve aydınlanmayla
ne tür bir sonuca vardın bakalım?’ Ben de şöyle cevap verdim: ‘Evet ve hayır. Evet ve hayır
arasındaki ruhlar maddelerinden uçarlar ve boyunlar bedenlerinden koparılır.’ İbn Rüşd’ün
rengi attı, titrediğini gördüm. Her zaman söylenen şu sözü tekrarladı, ‘la havle ve la kuvvete illa
billah’ (Allah’tan gayrı kuvvet sahibi yoktur.) Ne demek istediğimi, işaretimi anlamıştı
çünkü…” Bu görüşmeden sonra bir daha da görüşemediler. Ancak İbn Arabî 1199’da Kurtuba’da
filozof İbn Rüşd’ün cenazesine katılmıştır.
Yine bu ilk gençlik döneminde Endülüs’te kısa seyahatler yaparak kendi
ifadesiyle üç yüz kadar şeyhle, mutasavvıf ve âlimle görüşerek istişarelerde bulundu. Birçok şeyhlerden
istifade eden İbn Arabî’nin ilk şeyhi, okuması yazması olmayan fakat maneviyatta çok ileri mertebelere
yükselmiş olan Ebu Ca’fer al-‘Uryani (k.s.)’dir ama o özellikle kitaplarındaki ifadelerinden anlaşıldığı
kadarıyla derin etkisinde kaldığı ve kendisine “Ariflerin Sultanı” diye hitabeden Şeyh
Ebu Meyden El-Mağribi (k.s.)’den hep övgü ve sevgiyle bahsetmiştir.
Bu yıllarda yoğunlaşan ilhamlar ve içgörü neticesinde arş-ı
ilahiyi müşahede etmiş ve kendisine seslenen bir kuşu dinleyerek Doğu seyahatlerine başlamıştır.
1201 tarihinde ilk defa
olarak Mekke’ye gitti ve hac vazifesini ifa etti; tasavvuf tarihinin en kapsamlı ve derin kitabı olan ansiklopedik
eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’yi de Kâbe’yi tavaf ederken aldığı bir ilhamla burada yazmaya başlamıştır.
Mekke’de bulunduğu sırada diğer taraftan fen ve din ilimlerinde de çeşitli âlimlerden ders almaya
devam etmiş ve nihayet Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretlerinin rûhâniyetinden feyz alma derecesine yükselmiştir.
Bu konuya dair bir rivayete göre Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s) hazretleri, bir gün kendi hırkasını
talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'ya vererek; "benden sonra benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın
çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin" buyurdu. Yûnus bin Yahyâ
yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn İbn Arabî'yi tanıyarak hırkayı ona teslim etmiştir. Başka
bir rivayete göreyse tasavvufi bir sembol olan ve Rasulullah’ın Veysel Karani’ye emanetinde anlam bulan bu
hırkayı, ona dönem dönem görüşüp arkadaşlık ettiği Hızır (a.s) giydirmiştir. Zaten kendisi de daha sonra bu hırkayı üvey oğlu, manevi varisi ve
talebesi olan aynı zamanda Arabi ekolün ve Vahdet-i Vücud anlayışının Doğu’da yayılmasında
katkıları büyük olan kelam alimi, seçkin sufi Sadreddin Konevi (k.s)’e giydirmiştir.
Sembolik bir ifade taşıyan
bu hırka giymeye dair bir başka rivayet de; 1202 yılında kısa bir süre için Mısır’a
gittiği ve Kahire’de Takiyyu’d-din Abdurrahman’ın elinden eserlerinde hep samimiyet ve hürmetle
bahsettiği ve arkadaşım dediği Hızır’ın hırkasını giymesidir yine
bununla ilgili bir başka rivayete göreyse 1204’te Musul’da Ali İbn Cami (k.s.) Hızır’dan
aldığı bu hırkayı İbn Arabi’ye giydirmiştir.
Mısır’da geçirdiği
dönem içerisinde yaptığı konuşmalardan ötürü ölümle tehdit edilmeye başlayınca tekrar yaya olarak
Mekke’ye dönmüş ve buradaki iki yıllık ikametin ardından Şam, Irak ve Anadolu’ya geçmiştir.
Burada bir dönem Selçuklu Devletinin başkenti olan Konya’ya yerleşti ve hacdan sonra Anadolu’ya birlikte
dönerek arkadaşlık ettiği Mecdu’d-din İshak’ın vefatı üzerine onun dul kalan hanımıyla
evlenerek Sadreddin Konevi (k.s.)’yi evlat edinmiş ve Konevi’nin zahiri ve batıni ilimlerde hocalığını
üstlenmiştir. Yaşadıkları dönem içerisinde Selçuklu Sultanından ikram ve hürmetler gördüyse de bunlara
tamah etmeyerek elindekileri yoksullara bırakıp ilahi bir görev gibi gözüken seyahatine devam etmiştir. Anadolu’da
bulunduğu sırada başta Konya olmak üzere Aksaray, Malatya ve Sivas’ta da bulunmuş ve nihayet 1223
ya da 1230’da Şam’a gelerek vefatına kadar buraya yerleşmiştir.
Şam’da geçirdiği günlerin birinde Fütuhat-ı Mekkiye’yi
henüz tamamlamışken mana aleminde Rasulullah (s.a.v)’ı elinde bir kitapla gördü. Rasulullah kitabı
ona uzatarak “Bu Füsûs-ül-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını
açıkla" buyurdu. İkinci büyük eseri Füsûs-ül-Hikem, böylece ilham yoluyla yazılmaya başlamış
oldu.
Uzun seyahatlerinin ardından tüm zamanını huzur ve sessizlik ile eserlerine
adayan hadis ilminde sahib-i isnad ve fıkıh ilminde içtihad makamında olan Şeyh’ül Ekber 1240 senesinde
Rabî'ul-âhir ayının 28’inde Cumâ günü manevi hayat üzerinde derin tesirler bırakarak 75 yaşındayken
Şam’da vefat edip sevgiliye kavuştu. Vefatının ardından Kasiyun dağının eteğindeki
Salihiye’ye defnedildi. Arif ve veliler haricinde Şam halkı kendisinden hoşlanmadığı için
kabri kaybedilmeye çalışıldıysa da evvelce Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî Devlet-il-Osmâniyye isimli eserinde
beyan ettiği “Sin Şın’a girince Muhyiddin’in kabri meydana çıkar” keşfi ilhamını
fark eden Yavuz Sultan Selim Şam’a gelince Kabrini bulmuş ve türbe haline getirerek yanına cami ve imaret
yaptırmıştır.
Eserleri:
Hakikatin yorumlanışı ve ifşasını İnsan-ı
Kamil düzeyinde ele alıp bu şekilde anlatan İbn Arabi küçük risalelerden ansiklopedik kitaplara kadar sayısı
tam bilinmemekle birlikte beş yüzden fazla eser kaleme almıştır. Kendince geliştirdiği ve sonrasında
bu ekole bağlı olanlarca da kullanılan terminolojisi ile yazmış olduğu tüm bu eserleri müthiş
bir çeşitlilik gösterip metafizikten kozmolojiye, psikolojiden ahlaka, hadisten Kur’an tefsirine kadar uzanır.
En büyük eseri Fütuhat-ı Mekkiye’dir ki bu 560 bölümlük dev eser; metafizik,
kozmolojik doktrinler, cifr, simya ve astroloji gibi İslami ilimler, evvelce yaşamış sufilerin hayatları
ve Şeyh’in manevi tecrübelerini kapsayan engin bir bilgi kaynağı olmasının yanı sıra
kendinden önce ve sonra yazılmış tüm batıni kitapları kuşatan derin bir özet gibidir. Nitekim
bu özelliğinden ötürü tüm İslami ilimler için bir kaynak kitap halini almıştır.
Esasen İbn Arabî’nin en çok okunan ve tanınan eseri ise yirmi yedi
bölümden teşkil Füsus’ul Hikem’dir. Hz. Nebi’in elinden alarak insanlara sunduğu bu eser tasavvufun
ana doktrinini ele almış ve nebi ve rasullerin bireysel manalarından evrensel bir bütünlemeye gitmiştir.
İbn Arabi külliyatında bu iki ana eserin yanı sıra kozmolojiye
dair İnşa’üd Devair (Kürelerin Yaradılışı), Uklet’ül Müstevfız (İtaatkar
Kulun Bağı), Et-tedbirat’ül İlahiye (İlahi Yönergeler)’i, sufilere metod kitabı olarak
Risalet’ül Ahadiyye (Teklik Risalesi), Risalet’ül Havle (Halvet Risalesi), el-Veseya (Vasiyetler), Ruh’ül
Kuds, Endülüs Sufileri, Aşk-ı İlahi (İlahi Aşk) gibi eserleri ve Tercüman’ül Eşvak (Arzuların
Tercümanı), Divan gibi şiir kitapları örnek olarak verilebilir.
Bunların haricinde bazı eserleri şunlardır: Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye.
El-Ecvibet-ül-Müsekkite an Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn, Tâc-ür-Resâil,
Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât, Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb,
El-İ'lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm, El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ
Büdde Minh, En-Nükabâ, Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve
vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid, El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb,
Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl,
Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr, Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb,
Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy, El-Ma'rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr,
El-A'râf, Mü'min, Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân ve ayrıca
Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir.
İbn Arabi’nin Tasavvuftaki Yeri ve Doktrini:
İbn Arabî gerek yaşadığı dönem içerisinde gerekse vefatından
sonra sürekli tartışılmış ve hatta neredeyse zahir-batın ilimlerinin ayrışma noktasındaki
spekülasyonlarda her zaman odak noktası olmuştur. Bunun bir nedeni kendisinden önce dile getirilmemiş ya da
sembolik ifadelerle örtülmüş marifet ilmine dair birçok konuyu eserlerinde ve sözlerinde açıkça beyan etmesi olduğu
kadar kendine has üslubunun çok derin ve karmaşık bir yapısı olmasıdır. Belki bu nedenle üstadın
kendisi eserlerini avamın okumasını men etmişse de şüphesiz dünyanın birçok yerinde tasavvufun
derinliklerine merak salan hemen herkes bir şekilde referans noktası olarak ona dayanmak zorunda kalmıştır.
Belki bu durumdan ötürü tasavvufa hâkim olmayanlar ya da sufi olmayanlarca her zaman yanlış anlaşılmış
ve bu yanlış anlama neticesinde kimileri ona olduğundan daha farklı bir libas biçerek İslam’ın
dışında bilgelik atfederken batıni ilimlerden uzak bazı Müslümanlar ise onu zındıklıkla
suçlayacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Hatta denilebilir ki yüzyıllar boyunca tasavvufa dönük neredeyse tüm eleştirilerin
odağında İbn Arabî ve eserleri durmuştur.
Bununla birlikte metafizik, kozmoloji, ahlak, İslami ilimler, psikoloji gibi
çok geniş bir perdede eserler vermiş olsa da İbn Arabî’nin gözlemlenebilen en büyük etkisi kendinden
önce net bir sistem taşımayan tasavvufu “Vahdet-i Vücud Teorisi” ile sistemleştirmesi ve böylece
kendinden sonrakiler için büyük bir kolaylık sağlamasıdır ki zaten “Şeyh’ül Ekber”
lakabının yakıştırılma sebebi de budur.
Muhyiddin İbn Arabi’den önce ifadeleri olsa da onun tarafından sistemetik
bir şekilde dile getirilip ortaya konulduğu için ona atfedilen “Vahdet-i Vücud Teorisi” varlığın
aşkın birliğini ifade eder. Ancak bu anlaşılması zor bir konu olduğu için onun marifet
ilmiyle ortaya koyduğu metafizik doktrinleri sıradan bir felsefe gibi ele alınmış salt bu nedenden
ötürü geçmiş dönemlerde zındıklıkla suçlandığı gibi maalesef modern dönemlerde de yanlış
anlaşılıp panteist, monist ve hatta tabiat mistiği olarak tanımlanmaya çalışılmıştır.
Oysa ki “Vahdet-i Vücud”un ortaya koyduğu mana şudur; mevcudat
varoluşunu Allah’ın varlığından almaktadır ancak Allah Mutlak Hakikat olarak müteal yani
aşkındır. Burada Mutlak Hakikatten ayrı olarak müstakil bir gerçeklik planı tasavvur etmek İslam’da
en büyük bir günah kabul edilen şirke girmek demektir. Çünkü bu şekilde bir tasavvur açıkça düalite inancı
oluşturmakta ve kelime-i tevhidle formulize edilmiş olan “mutlak hakikatten başka hakikat yoktur”
manasına gelen “la ilahe illallah” (hiçbir ilah yok, sadece Allah) ifadesini inkâra sapmak demektir.
Vahdet-i Vücud düşüncesinde; kendinden ibaret olan Zat her ne kadar tasavvur
ve idrak edilemez olarak Mutlak Aşkın ve değişimin dışında olarak nitelendirilse de tasavvuf
ıstılahında taayyün denilen kendini belirleme halinde belirli modelleşmelere sahiptir. Yani esasta Mutlak
Teklik düzleminde kendinden başkası olmayan bir hiçliğe, Ahadiyete sahipse de bir olma (Vahdaniyet) düzleminde
kendinde gördüğü ve bildiği sıfatlar söz konusudur. Ancak bu sıfatlara “O’dur” denilemeyeceği
gibi, “O değildir” de denilemez. Bu İbn Arabî’nin şu ifadesinde gözlemlenebilir: “O,
birliksiz bir (Vahid) ve tekliksiz tektir (Ahad).”
Menkıbeler:
"Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış
gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş,
fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel
ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan uzun
boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip
bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız
bittikten sonra uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu.
Hem yürüyor hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki kendimden
geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır
(a.s) ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır (a.s.)
olduğunu anladım. Daha sonra Hızır ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.”
* * *
"Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım.
Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim.
Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Nebi ve rasullerden meydana
gelen mûcizelerle evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken mescide birkaç seyyah geldi.
Namaza durdular. İçlerinden biri yerdeki seccâdeyi alıp havaya doğru kaldırarak yere paralel durdurdu.
Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda onun Hızır
olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete
inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."
* * *
"Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs Mürsi hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben,
hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin
olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile
dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın
o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu
anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır (a.s)’dan
yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim
ve tövbe ettim."
Hızır (a.s) ile görüşmelerini anlatan bu üç hadise İbn Arabi’nin
özel hayatını, batıni tecrübelerini, Şeyhlerini ve dostlarını anlattığı “Ruh’ül
Kuds” adlı eserinden alınmıştır.
* * *
Konya’da kaldığı zamanların birinde Selçuklu Sultanı,
Muhyiddîn İbn Arabî hazretlerine 100.000 dinar değerinde kıymetli bir ev bağışlamıştı.
İbn Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün evin kapısında otururlarken bir fakir gelip dedi ki: "Allah
rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki: "Bu evden başka bir şeyim
yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle söyleyip, içerden cübbesini alıp evi o fakire terketti.
* * *
Bir kimse İbn Arabî’nin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi.
Her namazının sonunda da ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam
öldü. Cenâzesinde İbn Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra
arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi.
Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden tebessüm ederek ayrıldı ve yemeğin
başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve mağfiret
edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş
bin kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık
yemek yiyebilirim."
* * *
“Büyük âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda
ihrâmını giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi
bir âlime hürmet etmemek ne ayıp şey" diye düşündü. Biraz sonra büyük bir câmide vâz verecekti. Câmi çok kalabalıktı.
Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı.
Fakat hiçbir şey söyleyemedi. Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde
kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım" dedi ve kürsüden indi. Evine gidip; "Yâ Rabbî!
Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar başıma geldi" diye Allahü teâlâya yalvarıp
ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn İbn Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi
olduğunu anlayıp pişman oldu. Muhyiddîn Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken
kapısı çalındı. Gördü ki Muhyiddîn Arabî hazretleri karşısında durmaktadır. "Buyurun"
deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn İbn Arabî onun özrünü kabûl etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O
âlim kimsenin ilmi kendisine iâde olundu.”
* * *
Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci
gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile
çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal
vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim’in ateşe atıldığı ve yanmadığı
kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devam
edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ âyet-i kerîmesinde "Biz de: Ey ateş
İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik" buyurmaktadır" (Enbiyâ Sûresi-69) dedi. Ortada bulunan mangalı
alıp içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof
donup kalmıştı. Ateşin elbisesini ve ibn Arabî’nin elini yakmadığını ve tekrar
mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup,
filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince filozof ellerini uzatır uzatmaz ateşin tesirinden hemen
geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir" buyurdu.
Filozof onun bu kerâmetini görünce getirerek müslüman oldu.
* * *
Evi, Muhyiddîn-i İbn Arabî hazretlerinin
türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı
namazından sonraydı. İbn Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru
yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş
söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve
adam âniden çukurun içinde kayboldu..."
* * *
Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı hakkında bir vâz veriyordu. İçimden
onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-i Arabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf ettiğini
gördüm."
* * *
Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibn Arabî yolda karşılaştılar.
Bir saat kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki: "İbn Arabî
hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-ul aktab ve gavs'dır." İbn-i Arabî'ye
Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur."
* * *
Kendisine bir gün "Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara
verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden
rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.
Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî bu konuyla alakalı olarak şöyle demiştir:
"Hocam İbn Arâbî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık
iken görüşürdü."
* * *
Bu yazı çeşitli İbn Arabi biyografilerinin derlenmesi ve kendi anlatımlarından
oluşturulmuştur.