GELENEK ÜSTÜNE
Geleneğe (tradisyona) dair söylenecek sözlerin başında
yer alması gereken belki de en önemli ifade, onun aşkınlığıdır (transandantal). Zaten geleneğin
bir realite veya ifade olarak ortaya konulması durumunda karşısına oturtulacak kavram olan modernizmin
de en mühim sorunsalı onda aşkın bir ilkenin bulunmamasıdır. J. Evola’dan alıntılayarak
şunu söyleyebiliriz ki bu yönüyle modernizm sadece ama sadece aşkın ilkeden sapmanın kendisi ve neticesidir.
Ki bu durumda moderni geleneğin (tradisyonun) mefhum-u muhalifi addetmek bizce makbul ve meşrudur.
Bu durumda ayrıca geleneğin bir tarifini yapmak
acaba çok da gerekli midir? Açıkçası biz onu modernlerin ölçemediği belli bir tanımlama ile sınırlamak
ya da belli bir çerçeveyle tasnif etmek istemiyoruz ama bu tutumumuz onun tanımsızlığından değil,
modern insanın onu oluşturan ilkelere ve bu ilkelerin aşkınlığına ne denli uzak ve soğuk
duruyor olması gerçekliğinden ötürüdür. Bu ise hiç de öyle sanıldığı gibi kolayca aşılacak
bir mesele değildir: çünkü modern insan kendine ait bireysel tahakkuk sürecini modernitenin çizdiği çerçeve içerisinde
toplumsal ya da çevresel –ve genel manasıyla tarihsel- dayatmaların içinde başlatmış ve tüm
algı ve yargısını yine aynı çerçevenin hudutları dahilinde oluşturmak suretiyle kendini
hakiki değerlerine yabancı ve neredeyse düşman haline getirmiştir. Bu durum elbette bireysellik ve bireycilik
ayrımına da dayanan ilkelerden kopuşun ifadesidir. Öyle ki kişinin kendini ifade edişi olarak toplumsal
konumlanışı ve kendindeki hakikati yaşayışı olarak da bireysel tekamülü, hayatın ona
sunduğu realitede olgunlaşmanın dışına taşarak –yani tahakkunu reddederek- egonun
alanında tamamen belirsizliğe saplanmıştır. Bunun ilkelerden kopuşla alakası ise insanın
içkin ve aşkın bilgiden kendini mahrum edişinden başka bir şey değildir. Modern insan için tek
bir bilgi vardır o da kudsiyeti reddeden profan bilimin basit ve düzeysiz çıkarımlarıdır ki bilgisi
eşyanın varoluşundan ibaret olan aklın yarattığı değerler de doğal olarak oluşların
kendisiyle sınırlıdır. Bugün maneviyat ve hikmet üstüne düşünen herkesin Descartes’ın
cogito’suna bir anlam verememesi de buna dayanmaktadır.
Tüm eşyayı ilkelerden ayrı olarak incelerseniz
size kalan sınırlı ve dar bir hissiyatın sanrılarıdır ki geniş ve derin bir perspektifle
profan aklın ötesinde metafizik boyuta dair bir müşahede olmaksızın bunlarla yetinmek kişiyi hakikatten
perdeler. Zaten dediğimiz gibi geleneğin ifade edilişinde yaşanan zorluğun temelinde yatan da budur:
modern insanın hakikate dair fikriyatının salt hissiyat –beş duyu algısı- ile sınırlandırılmış
olması sorunu. Bu ise Platon’un mağara metaforuyla anlattığı halin kısırdöngüsüdür.
Yaşadığımız evrende çevremizi kuşatan ve gerçek diye algıladıklarımızın
esasen hakikatin birer gölgesi olabileceği ve bu gölgelerin oluşması için hakikatten öte bir ışığın
varlığı anlaşılamamaktadır. Doğal olarak gölgenin ve yansımanın olduğu mekanın
kaynağına dair hiçbir şey söylen(e)meyerek her şey bir hiçmişçesine unutturulmaktadır. Başka
bir yazımızda da işaret ettiğimiz gibi (1) teknolojik devrimlerdeki zorunlu sürekliliğin kaynağı
da zaten bu unutma/unutturma uğraşısıdır: Tüm meşguliyetlerini ilahi ya da aşkın olana
rabıta ederek yapan geleneksel insanın tersine modern insan rabıtasız yürüttüğü meşguliyetlerini
en kısa bir zaman diliminde tamamlayıp kendini egonun tatminsizliğine terk etmektedir. Konfor, rahatlık
ve eğlence -ve bunlara dönük olarak ya da bunlar için zaman yaratacak olan- ve sürekli yenilenen teknoloji, modernizm
için bu nedenle olmazsa olmazdır. Toplumsal boyutta da yine aynı şekilde terennüm eden eşitlik, hümanizm
ve demokrasi talebi yine aynı gerekçelerle modernitenin prensiplerini belirlemektedir.
Şimdi tüm bu tespitlerden sonra kısaca geleneğin
ne olduğunu söyleyebiliriz: Bizce gelenek (tradisyon) aşkın -yani beşer-üstü ve ilahi olan- hakikatin,
ilkelerin ve onların ortaya koyduğu tüm doktrin, bilgi ve realitenin kapsayıcı ifadesidir. Salt bu tanımlama
aslında geleneğin profan akılca kavranamayacağının da en basit bir delilidir. Bununla birlikte
ona dair ortaya konulan bir çok gereksiz ifadenin de kaynağına bir gönderme yapar; bu durum elbette geleneğin
aşkınlığıdır ki bugün onun beşer-üstü oluşu adeta görmezden gelinircesine hurafe ya
da adet de diyebileceğimiz bir çok saçmalık, topluma ait –uzun ya da kısa- tarihi bir geçmişi olan
her tür uygulama ve tavır gelenek olarak isimlendirilmektedir. Bunun altında geleneksel formları, yaşadığı
çağın gerekliliklerine adapte etmek gibi halis ve iyi niyetler olabileceği gibi bu formların beşer-üstü
doğasını idraksizlikten kaynaklanan ve dejenerasyonun da alameti olan bilgisizlik kökenli kötü niyetler de
olabilmektedir.
Tüm bunlarla beraber asli düşüş gerçekliği
önünde mevzu bahis “sapma” hakkında bazı şeyler söylemek gerekiyor çünkü içinde yaşadığımız
zaman açısından geleneği anlamlandırabilmemiz için geleneğin ne olmadığını da
çok iyi anlamak şarttır.
Buna dair ilk
olarak şu söylenebilir ki; insan için bilgi ve onun değerlendirilme merkezi olan akıl, hayatı olduğu
gibi tam bir gerçeklikle kuşatamaz. Olsa olsa “dışarıdan” gelen etkilerle kendini biçimlendirir
ve nesnel olana ait tüm verileri öznel bir çerçeve içerisinde durmaksızın yeniden üretir. Hatta şunu da ekleyelim:
bu durum formel manada yalnız insana has bir durum değildir ve esasen tüm eşyanın tabiatı için bu
geçerlidir. Nitekim basit bir misalle söylersek; bir doğa olayından ibaret yağmurun ağaç için öznel planda
olumlu etkileri varken mesela bir buz kütlesi için –kendi doğasını koruması adına- etkileri
hiç de olumlu olmayacaktır. Bu nedenle yağmur için mutlak bir değer varoluşsal olarak esasta mevcut değildir.
Nesnellik ve hakiki değer, olsa olsa mutlakıyet dahilinde ve yani aşkın hakikatin kendisinde mevcuttur.
Aynı şekilde insan –ister bireysel ister toplumsal manada kabul edelim- hiçbir etkiyi öznel şartlarının
ötesinde ya da dışında kabul edemez, eşyanın yasasında bu böyledir. Bu da elbette hayatın
algılanmasında ortaya konulan “değer” kavramını ve onun ölçülülüğünü sınırlayan
bir haldir; insan için ona gelen ve gidenler haricinde dışsal herhangi bir şey yoktur ve doğal olarak
gelenlerini gidenlerine eşitlemesi de mümkün değildir, yapabileceği tek şey içsel tepkiler yaratmak ve
mevcut şartlar altında bu tepkileri ortaya çıkarmaktır. İşte bu insani tahakkukun da ilk aşaması
olarak potansiyel farkındalıktır yani hayatın anlamlandırılması. Bu anlamlandırmanın
merkezi ise akıldan başka bir yer değildir.
Modernizmin ortaya çıkışına sebep olan
da tam olarak akıl ve onun işlevinin yanlış değerlendirilmesidir. Ya da daha net olarak söylersek,
aklın bütüncül işlevinin inkar edilmesi suretiyle potansiyelinin madde ile sınırlandırılmasıdır.
Ki zaten modernlerin anladığı akıl ile tradisyonalistlerin anladığı akıl arasındaki
fark da yine buna dayanmaktadır.
Geleneksel düşünce aklı, müdrike/entelekt olarak
değerlendirir ki bu bilfiil olanın bilkuvve ile bilinçte birliğine tekabül eder; değerlendirme için ölçüt
asla bilgi değil ama içsel idraktir. Bilgi ise aşkın tezahürün sadece bir imgesi ve yani tek başına
hiçbir itibarı olmayan, insan ile kamilleşen bir işarettir.
Profan akıl ise (rasyonalite) yalnız bilfiil olanı
kavrayabilir ve bu nedenle şeylerin yani oluşların sebeplerini değil neticelerini, ortaya çıkışlarını
değerlendirir. Onun için eşyanın aslı ve ilkesi önemsizdir çünkü bilgi varlıktan tamamen bağımsız
ve ikincildir. Varlığın kendisi değil ona dair olandır. Zaten bu sebeple denilmiştir ki Descartes’tan
sonra felsefenin ana sapması, varoluşun madde-ruh ikiliğine düşürülmesidir. –Ki bunun da nedeni
rasyonalitenin bütünleyici değil analizci olmasıdır ve bu analizci perspektif bugün modern bilimlerin tamamında
hakimdir.-
Esasta tüm değerlerin yaratıcısı ilkelerdir,
akıl ise ancak bu değerlerin biçimlendiricisidir; gelenek burada –ister bilginin kendisi olsun, ister bireysel
tahakkuk olsun, ister toplumsal yapılanış olsun- varoluşu bu mutlak, değişmez, saltık haldeki
aşkın olan ilkelere uyumlu olarak tespit eder ve sürdürür. Onu beşeri hükümlerin kurbanı yapmaz, varoluşun
çok katmanlı boyutsal derinliğindeki aşkın birliğini görür ve bu birliğin ahengi uğruna
tüm tezatlıkları reddeder. Bu asla varoluşta ruh-madde, tarihsel olan ve tarihsel olmayan vs. ikilikler yaratmak
demek değildir. Geleneğin kendisi ikiliksizdir. Geleneksel anlayışta varlık ve bilgi bir ve aynı
şeylerdir; ruh ve madde ya da tarihsel olan ve olmayan aynıdır, eşdeğerdir.
Bu açıdan oluşlara bakıldığı
takdirde zaten geleneğin ne olduğu da ne olmadığı da anlaşılacaktır.
Açıkçası bununla ilgili fazla söze de gerek görmüyoruz.
Biz burada elbette geleneğe dair çok fazla bir şey söyleme imkanına da sahip değiliz, belki zaman içerisinde
birbirini tamamlar tarzda ve genel perspektifin ortaya konulması babında ilaveler yapılabilir. Ancak maksadımız
zaten çeşitli kişi ve kaynaklarca da incelenen ve hakkında bir şeyler söylenmiş ve söylenecek olan
bir konuya daha güncel bir ifade ile yaklaşmaktı.
Bunun haricinde geleneğin tüm detaylarını ele
alıp incelemek belki bizi aşan ve pek de ihtiyaç duymadığımız bir tavır olur. Hasılında
eşyayı tanımak için bütün eşyayı inceleme fikrine sahip değiliz ya da eşyayı komple
analiz etme ihtiyacını da duymuyoruz. Zaten “zerre küllün aynasıdır” ifadesinde de işaret
edildiği gibi her şeye yalnızca doğru perspektiften bakabilmek her şey için yeterlidir. Ki bu kişiye
aşkın birliğin derin hissedişlerinde varoluşu tanıma imkanı verecektir. Bu yazıda
da gelenek ilke düzeyinde de olsa okuyucuya kendini ifşa etmektedir; okuyucudan onu dışsal bir bilgi saymak
yerine kendindeki yansımalarını aramak ise belki tek beklentimizdir.
Es’Semavi
(1) Sure-i Asr Işığında Asrımıza
Bir Bakış Denemesi