SURE-İ ASR’IN IŞIĞINDA ASRIN TRAJEDİSİNE BİR BAKIŞ DENEMESİ
Günümüzde hakikatin lafzı bile insanlara hiçbir şey ifade etmemektedir. Malumdur ki irfani/gnostik
yönden demirçağ olarak değerlendirebileceğimiz zamanımızın bu hali objektif normlardan ötürü
değil tamamen insanın tabii niteliğindeki dejenerasyon sebebiyle sübjektiftir; çünkü varoluşun objesi
olan tüm evren planları ezeli sistem gereği aynıyla mevcutken varoluşun bireysel/özel açıdan manası
olan hayatiyet vasfı özüne ait mahiyetlerini bir bir yitirmektedir. Evren planlarıyla eşgüdümlü olarak sürekli
genişleyen ve yayılan varoluşa mugayir olarak insanın neden bu asli düşüş çarkına –nitelik
kaybına- kapıldığı ayrıca inceleneceği için burada ele alınmamaktadır bu yüzden
ileride açacağımız bu nedenlerle ve hatta dejenerasyon sürecinin aşamalarıyla değil kadim geleneklerce
‘demirçağ’ yahut ‘ahir zaman’ gibi tanımlamalarla işaret edilen zamanımızın
içinde bulunduğu kaosu değerlendirmeye çalışacağız, belki bu değerlendirmeyle modern hayatın
oluş şartlarına tabi olsa bile insanın hakikati değerlendirebilmesi için bir koridor dahi keşfedilebilir.
1.
Zamanımızın en kapsamlı tanımı şüphesiz ki ‘modernizm’
kavramında gizlidir. Ahir zaman kavramı daha geniş bir süreci kapsasa da biz bugüne ait olan hâkim durumla
ilgiliyiz.
Bizce modernizm –tanımlama yapmadan anlamaya çalışırsak- metafizik algısını
yitiren Hıristiyan-Batı âleminin beş duyu ve bunları yoğuran rasyonalite ile önce kendini sonra tüm
dünyayı kozmik bilinçten perdeleyişten başkaca bir şey değildir. Asla genele yayılamayan (avamileştirilemeyen)
gnostik bilgiyi (marifet ilmi/ irfanı) ruhbanlığın yönetememesi, marifetin hakikatle olan bağlantısını
şüpheye düşürdü. Böylece seküler bilim anlayışıyla açılan aydınlanma! kapısı
ile düşüncenin madde ötesindeki yoğunlaşması salt materyalist bir biçeme büründü. Esas itibariyle insanlık
böylece doğada tamamen pasif bir konuma düşmüştür. (dipnot:1) Bunun Doğudaki simgesel ifadesi Aktif Güç
(Yang’ta) kuvve halinde bulunan değerler ve ilkeler bir belirsizlikten ibaret olan ve maddeyi temsil eden pasif
oluşa (Yin’e) sarılmış ve bilinçte mevcut potansiyele (saltık değerler sabitliğine)
yabancılaştırılmıştır: Bu Yin-Yang dengesinin alt üst oluşudur. (2)
Bunun anlamı ortadadır; insanlığa kadim devirlerde sabit olan hakikat değil
maddenin hükmü altındaki sahte suretler ‘gerçek’ diye sunulmuştur. Yine insan baki olana değil
fani olana teveccüh ederek bir anlamda ‘semanın kapısını kendisine kapatmıştır.’
(3) Bu pasifize halin bir alameti de baskın olan profan anlayışın şeylerin -oluşların-
nedenleri ve ilkeleriyle alakadar olmayıp varlığın niteliklerini bir kenara bırakarak onun varoluşu
ile ilgilenmesidir; zaten günümüzde eski kaynakların simgesel değerlerini görmeden olduğu gibi alma yanılgısı
da buna dayanır.
Bir diğer yönüyle modernizmin yarattığı bu ilkesel dönüşüm kendini ifade
etme gayesiyle –nitelik dengesi kalmadığı için- ahir zamanda zuhur eden dejenere olmuş insandan
(irfani tekamülden bihaber, kendini beden boyutundan ötede algılayamayan, irade ve kudret yoksunu şuursuz kitleden)
ve onun aczinden faydalanarak gelişmiştir: Nitekim adeta bir rüşvet olarak sunulan konfor/zenginlik gibi toplumsal
alt yapıya dönük yönelimler toprak sahipliği, teknik ilerleme gibi alanlarda, özgürlük/eşitlik gibi toplumsal
üst yapıya dönük yönelimlerse toplumsal irade mekanizmalarında kendini göstermiş ve insan dejenerasyonu tarihsel
sürecine kıyasla inanılmaz bir hız kazanmıştır.
Bu ise ‘trajedi’ demeyi uygun bulduğumuz bugünü doğurmuştur. Hakikatle
suret arasındaki gerilimden insana kalansa hüsran, yalnızca hüsrandır bu yüzden.
2.
Hüsran umduğunu bulamamanın adıdır, beklentilerin boşa çıkması,
(güya) gösterilen çabanın karşılığının alınamamasıdır.
Günümüz insanın en müzmin sıkıntılarının psikolojik kökenli ve çözümsüzlük
kaynaklı depresyon türevi hastalıklar olduğu ortadayken bunun sosyo-psikolojik etkenlerine eğilme gereği
duymamaktayız çünkü bu durumun terennümünde bizce hiçbir beyanata gerek yoktur, tüm nedenler çağcıl çatışmalara
dayanmaktadır.
İnsanın gerçekle yüzleşmesine imkân vermeyen modernizm her şeyden alakasızmış
gibi sunulsa da gerek geçmişe dönük araştırmalar gerekse insanın varoluşunu nitelikleriyle gören
anlayışlar bu durumun farkındadır. Bizce de bunun anlaşılıp değerlendirilmesi ve yorumlanması
kültürel ve düşünsel etkileşiminden soyutlanmamızın imkânsız olduğu İslam geleneği
ve hakikatin bozulmamış tek ifadesi olarak hikmetini koruyan Kur’an ile olmaktadır: Kur’an bu hüsranın
analizini yapıp reçeteyi yazarken ona has bir özellikle çok boyutlu derinliğinin gereği olarak varlığın
kokusu bulaşmamış faniye yönelişi ifade ettiği gibi bunun kati neticelerini de gözler önüne sermektedir.
En başta da belirttiğimiz gibi hüsrana yol açan ahval mutlak boyutta olmadığı
için hiç de sanıldığı gibi nesnel değil tamamen özneldir yani bu asli düşüş hali afakî
(kozmosun yapısal bir açılımdan) değil enfüsidir (insan varoluşunun hakikatten perdelenişine
dayalıdır.) Bu ifade ile şunu anlatmak istiyoruz: Doğaya güç, irade ve akıl sıfatları ile
hükmeden insan her hangi bir kaynağa dayalı metafizik evrim diyebileceğimiz bir dönüşümle kendindeki nitelikleri
kaybetmiş değil aksine bu niteliklerin gereği ile hareket etme sorumluluğu yerine maddeye ve onun sunduklarına
teslim olarak semayla irtibatı kopmuş, beden boyutuna hapsolmuş ve böylece mutlak değerler/ilkelere yabancılaşmak
suretiyle kendi hakikatinden uzaklaşmıştır. Bu nedenle modernizm dejenerasyonun sebebi değil, neticesidir
diyebiliriz. (4) Hatta çağımızı dışlamadan tezahürün doğal bir aşaması olduğu
dahi söylenebilir.
Ancak bu tespit bir umutsuzluk kaynağı olmadığı gibi bilakis umudun ta
kendisidir. Çünkü bu dejenerasyona rağmen insan hala bu niteliği özünde kuvve halinde saklamaktadır. Bu yüzden
de bunca uzaklaşmaya rağmen günümüzde bile hala (az olduğu beyan edilse de) geleneksel formların bir kısmı
her an tezahür etmek üzere korunmaktadır.
Şu halde içinde bulunduğumuz hüsran yapaydır ve modern dünyanın dayattığı
suretlerin ardına bakma gücüne ve iradesine sahip herkesçe kurtulma olanağı olan bir haldir: Bunu bir reçete
olarak sunmak bize kolay gözükmese de şu kesindir ki bunun yolu batıni teveccühün oluşturacağı tecrübedir.
Ki bu tecrübeden kasıt asla bireysel akıl ile oluşturulacak suni değerleri hayata dayatma değil,
hakiki değerleri yeniden (özdeki niteliklerini koruyarak) ihya edip bilinci fani olanın kirlerinden arındırmaktır.
Bunun yöntemi sahih bir gelenek çerçevesinde çeşitli metotlarla uygulanan hakikat mertebesindeki değerlerin öğrenilip
idrak edilerek hayata geçirilmesidir. Bu metot kişiye bu değerlerin kendinde mutlak surette bulunduğunun fark
edilişini verecektir. Yani yapılacak olan kendini tanımaktır.
Sokrat’tan, Pisagor’dan, Lao Tsu’dan, Buda’dan, İbn Arabi’den
ve daha nice ariften ve hatta Nietzsche’den bile duyduğumuz bu kendini tanıma eylemliliği derinliği
nedeniyle ayrı bir yazının konusu olduğu için burada incelenmeyecek. Onun yerine kendini bilmemek demek
olan trajedimize, hüsrana döneceğiz.
Modern zamanlarda insanın bu surete dönük eğilimi zihnini nicel yığınlaşmayla
bir çöplük haline getirmiştir, bununsa nedeni hakikatten soyutlanmış realitenin insanı asla tatmin edememesidir.
Zaten yukarıda işaret edildiği gibi tekâmül ile mükemmeli arayan insan tipi uğraşını hakikat
mertebesinde kendi özüne dönük olarak verirken modern insan bu mertebenin çok çok altında
-tekâmül yerine- tatminin peşine düşmekte ve bunun gereği olarak da arayışlarını
egonun bitimsiz çıkmazında sürdürmektedir. Bunun da tabi neticesi olarak hayatın/varoluşun her alanında
menzil olarak seçilen tüm gayeler eşyaya (şeylere) -dönük maddesel suretlere- çevrildiği için ulaşılan
her hedef geçici bir tatminle egonun doyumsuzluğunu durmaksızın ve toleransını artırarak kırbaçlamaktadır.
Bu durum insanı hep bir ulaşılmaza yönlendirmekte ve bu yönelişle kolektif muhayyilede sürekli olarak
bir ‘yarın ütopyası’ yaratarak kâbusu uzattıkça uzatmaktadır.
Zamana ait üretilen bu kurguların insanın trajedisi ile ne kadar alakalı olduğuyla
hakikatten süzülüp ortaya koyulacak değerlerin zaman yahut mekânla bir irtibatı olmayıp mutlak olmasının
ortada duran tekabüliyeti ise düşünebilen herkesçe fark edilip idrak edilmesi zor olmasa gerektir.
Peki bu durumun kurtuluşuna ilişkin ne söyleyebiliriz?
3.
Sure-i Asr her şeyden önce teşhisi ortaya koyar: İnsan hüsrandadır. Bu teşhisin
kuvvetlendirici ifadesi olarak da asra yemin edilir. Kur’an lisanında bir şeye yemin edilmesinin hikmetlerinden
olarak öne çıkan sebep şudur: Yemin edilen şeyin üzerinde her hangi bir hayır yahut şer yoktur ancak
o şey ile ilişkili olan kişi bu hayrı veya şerri kendiliğinden vehmeder. Bu kısa surede
de asra (hissedilen şimdiye/kozmik ana) yeminin manası (kimi müfessirlerce açıklanan ve bizim de kabul ettiğimiz
manası) her devir içinde insanların karşılaştıkları zorluk ve belalar nedeniyle içinde
bulunduğu zamanı ‘lanetli, kirli, zor’ kabul etmelerine yani zamanı , çağı şer dolu olduğu yönündeki idrak ve inançların temelsiz olduğudur ve her halükarda
insanın tüm çağlarda (çocukluk ile bireysel ve tarihsel karşılığı olan cahilliye dönemi
müstesna) mesuliyet sahibi olabilecek ölçüde makul, kamil ve müdrik olacağına işarettir. Yani zamanın
kendisi bir şer olarak addedilip mazeret olarak düşünülemez.
Bunun karanlık devirde nicelik egemenliğine dönük ahir zaman açısından değeri
nedir acaba?
Bunu düşünürken mevcut zamanı (asra yemin edildiği için) şerli görmek Kur’an’ın
tespit ettiği sistemle çelişmek olur. Ancak bu devre dönük bazı hadislerin ışığında
duruma bakılınca İslam’ın ilkesel tezahürünün insanın bilinç orijinindeki değerlenişi
yönünde bir nitelik kaybı yaşadığı da gerçektir. “Ahir zamanda mescitler kalabalık olacak
da içlerinde imanlı çok az olacak” mealindeki hadis bu nitel düşüş-nicel yığınlaşma
ters orantısının evvelce isabetle teşhisidir örneğin.
Bu teşhisi genellersek meselenin özünde ilkelerden sapmanın açığa çıktığı
görülür: Her ne gerekçeyle olursa olsun ilkelerin hakikatin zuhuratını temsil ettiği realitesi sabitken insanın
bu ilkelerle uyumlu olma zorunluluğu vardır. Bu uyum aşama aşama bozulduğu gibi bu deformasyon sürecinin
insan açısından zahiri ve batıni yönleri de mühimdir: Zahiren fiili/ameli gerekliliklerde oluşturulan
yanlış uygulamalardan ortaya çıkan sapmalara batınense ilk yargılama merkezi olan vicdan ve altbilinçten
niceliğe dönük motivasyonların ağırlık kazanmış olması gibi. (5)
Elbette bunların değerlendirilmesinde bu anlayışsızlık ve sapmanın
temelindeki esas nokta insanın artık metafizik gerilimlerinden uzaklaşması, Descartes ve Kant’tan
beri yüceltilen rasyonalite (profan akılcılık) nedeniyle salt maddeye dönük boyut algılayışında
temellenen profan (ladini )bilim/düşünce anlayışıdır. Yani hakikatin kendi kemalatıyla bütünsel
yapısının değil onda kuvve halinde bulunup belirli şartlar altında zuhur eden tikel veçhelerinin
yüceltilerek hayatın anlamsızlaştırılmasıdır sorunun ortada duran manası.
Bu ise apaçık trajedidir!
En başta da belirttiğimiz ve yemin mevzuunda değindiğimiz gibi bu mevcut soruna
bizim kendi sapma/yanılgılarımızın neden olduğunu idrak edemeyip öznelliğini kabul etmeyerek
hakikatin kendisinde ya da tezahür sürecinde hata, kusur, eksiklik arayarak onu nesnel planda incelersek çözüme asla ulaşılamayacaktır.
Çünkü çözüm yine insana –ve onun öznel kemalatına- dönük olarak vardır. Bizce insan diye kavramlaştırdığımız
ve algılayabildiğimiz kolektif bilinç bütünlüğü kendi özü itibariyle doğrudan hakikate dayandığı
için kendinde bu düşüşten kurtulma güç ve iradesini muhakkak olarak kuvve halinde barındırmaktadır.
Ancak yine inancımız şudur ki mevcut idraki süreçlerini insan aktif hale getirmedikçe her geçen an bu potansiyeli
değerlendirme imkânları sınırlanmaktadır. Mekanik olarak da kullanılmayan unsurların -istidatları
sabit kalsa da- kabiliyetlerini (6) sürekli yitirişleri gibi insanoğlu da hakikatindeki insan oluş niteliklerini
daimi bir düşüşle kaybetmektedir. Bu yönüyle bilincin kozmik merkezi olarak kabul ettiğimiz insana (7) ait
iradenin bir tasarımından ibaret olan kozmos ise kendi oyunun maskarası haline gelmiş bu niteliksiz bilincin
sahnesi olmaktan çok bir değer taşımamaktadır.
Bu asli düşüş sorunun bertaraf edilmesi de sorunun kendisi gibi tamamen sübjektif olarak
değerlendirildiğinde mümkündür ve bunu başaranlar dün olduğu gibi bugün ve yarın da olacaktır.
Onlara biz bilincin zirvesi olarak kabul ettiğimiz semadan esinle sonraki değerlendirmelerde semavioğul diyeceğiz:
Onlar tek çıkış yolu olan kendilerini özgürleştirici gerçeklere sarılırlar; bununsa yolu (hangi
yöntem uygulanırsa uygulansın) profan perspektifin sunduğu suni/arzi değerleri reddedip yeniden aktifleşebilmektir.
Bunun anlamı hakiki/mutlak/değişmez olana ve onun açığa çıkardığı semavi (bilinçsel)
değerlere batınen/altbilinçle inanmak ve bu inanışla/bilinçsel yönelişle ifşa olacak marifet/irfan
çerçevesinde zahiren de uyumlu olan gerekli fiilleri ortaya koyabilme aktifliğidir. Bu makrokozmos-mikrokozmos ahengi
ve onun bir neticesi olan selamettir. Yani düzeltmeyi mikro planda altbilinçte oluşturmak zorunludur çünkü “Allah’ın
ilkelerinde değişiklik bulamazsın!”
İmam Şafi’nin “Kur’an namına yalnız bu sure inmiş olsaydı
insanlara el verirdi, insan yalnız bu sureyi tefekkür etmiş olsaydı onlara kâfi gelirdi” diye işaret ettiği Sure-i Asr bu nedenle çok önemlidir bizce: Makrokozmos ile mikrokozmos (8)
ahenginin anahtarıdır ki dört ipucu ile bu selameti müjdeler.
1. İman: Mutlak olana ve onun
değerlerine/ilkelerine/sünnetullaha bilinçli bir şekilde yönelme.
2. Salih amel: Bu değerlere uygun
olarak hareket etme
3. Hakkı tavsiye: Değerlerin
yadsınmasının yarattığı düşüşü müşahede edip bunu kolektif bilinç bütünlüğü
gereği ulaşabildiklerine aktarma ile etkileşim elektriği yaratma (sinerji)
4. Sabrı tavsiye: Nicel değerle
bürülü bilincin bu kirlerden arınması için her şeyi yerli yerine oturtarak bilinçten vazgeçmeyip duyguları
sisteme kurban etmek ve bunu aktarmak.
Daha fazlası muhakkak söylenmiş, söylenir. Biz bunu yeterli gördük. Belki hakikat bizim
algıladığımız gibi karşıtlıkların dansı olsaydı her şeye daha
farklı bir perspektifle bakmak mümkündü. Ama metafiziğin (bizce) temel yasası gereği MUTLAK OLAN TEK’tir;
TEK OLAN MUTLAK’tır; OLAN MUTLAK TEK’tir. Bu nedenle şu kesindir ki tüm varoluş MUTLAK OLAN TEK’in
muhtelif manalarının ortaya konuluş biçimi olduğu için varlık hakikatin tam da kendisidir. Bunun
haricinde Varlığın ulaşmadığı yokluk hali sadece karanlıktır ki yapılacak
tek eylem bu gerçeklikte sürekli yayılan karanlığın bir perde gibi örttüğü ışığa
yönelebilme gayretidir. Bu da bilmeyle olur; kendini bilmekle. Zaten varoluş Varlığın kendini bilme anından/asrından
başka nedir ki? (9)
Es’semavi
Dipnotlar:
(1) Çünkü modernizmin
hala daha devam edegelen en önemli tezahür biçimi pasifize edişidir. Bu çılgınca işleyen teknoloji devriminin
sürekliliğinin de en mantıklı izahını içerir.
(2) Aktif güç Yang
varoluşun ilk ilkesi olarak mana potansiyeli, pasif güç Yin ise maddi potansiyelin ifadesidir.
(3) İslam bu
realite ile hatemün’nebi-son nebinin dilinde ifade bulmuştur.
(4) Kendi kavramsal
algımızda sema’yı gök olarak değil geçmiş kaynaklarda kullanıldığı mana
itibarıyla tambilinç olarak değerlendiriyoruz. Ancak bu tambilinç’in psikolojideki anlam darlığıyla
kıyaslanması yanlış olur; nitekim semanın yedi kat olarak simgeleştirilmesi yedi farklı
bilinçlilik boyutunun/ nefsin yedi mertebesinin bir ifadesidir bize göre. Şu halde sema, gökyüzü değil orijini itibariyle
insan bilincinin üst limitidir.
(5) Bu konuda ezoterik
bilgileri aktarmada kullanılan yoğun simgeciliğin salt sathi/zahiri boyutta değerlendirilişinin yarattığı
derin sapmaları ayrıca açıklamaya gerek yoktur sanırım.
(6) İstidat-kabiliyet
farkı burada mühimdir: İstidat bilkuvve haldeki irade-kudret yetisi olarak bilgiselken kabiliyet bilfiil ortaya
çıkabilen haliyle eylemseldir.
(7) İnsanın
varoluşu gereği eşref-i mahlûk olması Yaratıcı Mutlak Varlık olan ve Allah adıyla
işaret edilenin kendinde seyrettiği ilim-irade-kudret sıfatlarının ve diğer sayısız
özelliklerinin İnsan-ı Kamil’le kozmosta tecelli etmesine dayandığı için tümel olan varoluşun
bilinç-murad ve enerji merkezi de insandır.
(8) Makrokozmosu
anlarken onu bilincin zirvesi olan sema ile özdeş görmekteyiz aynı şekilde mikrokozmos, davranışları
ve nedenlerini belirleyen akli veritabanı, altbilinçtir bizce.
(9) Réne Guénon’un
bir yazısında “gayr-ı meşru olan kutsal dışı bakış açısıdır,
çünkü o şeyleri (eşyayı) sanki ilkelerden bağımsızmış gibi görür...” cümlesini
okuduğumda kendimce varoluşumun gayesi saydığım hakikatin araştırılması çabamın
ilk gerçek prensibini keşfettim: “Hakikatin ortaya konuluş biçimi en az hakikatin kendisi kadar mühimdir.”
O’na idrak sürecinde ulaşmanın imkansız olması nedeniyle O’nun suret
alemi ile tek rabıtası olan ilkelerini (sünnetullah) tespit etme ve onları ihya etme gayesi ile yola düştüm
ve tek yoldaşım olan bütünü kavramaktan aciz mükellef akıl ile kendim için hazırladığım
‘Müjde’nin kavrayabildiğim parçalarından bu giriş denemesini karaladım... Bitmemiş olması
bu yüzdendir. a.g.