İSLÂM
VE MODERN DÜŞÜNCE ÜZERİNE
Bugün Müslümanlar arasında İslâm'la modern
düşüncenin karşılaşması kadar heyecan ve tartışma yaratan, pek az konu vardır. Siyasetten
sanata dek birçok alanı kapsayan bu mevzu üzerindeki tartışmalar, çoğunlukla meselelerin objektif bir
gözle analizini ve soğukkanlı bir biçimde değerlendirilmesini engelleyen şiddetli tepkilere ve suçlamalara
yol açmaktadır. Modernleşmiş Müslümanları, yaygın ya da moda olan görüşe uyup uymadığına
aldırmaksızın gerçeği açıkça söylemekten veya eleştirel değerlendirmelerden alıkoyan
modern dünya karşısındaki zafiyet ve aşağılık duygusu yüzünden bütün tartışmalar,
âdeta felce uğramıştır. O hâlde işe, önce "modern düşünce"den ne anladığımızı
açıklayarak başlayalım.
"Modern" terimine, "çağdaş"tan (contemporary)
"yenileyici"ye, "yaratıcı"dan "zamanın ilerleyişiyle uyumlu"ya kadar pek çok anlam verilmiş olması
şaşırtıcıdır. Modernizm tartışılırken ilkeler sorunu ve hatta hakikatin
kendisi, neredeyse hiç göz önüne alınmamaktadır. Hiçbir zaman şu veya bu fikrin, tarzın ya da kurumun
hakikatin belli yönlerine uyup uymadığı sorgulanmamaktadır; tek bir soru varsa, o da modern olup olmadığıdır.
Modern dünyayı temsil eden zihinsel ve sanatsal çizgilerdeki muğlâklık, ister ilkelerini benimsemek isterse
karşı çıkmak için olsun çağdaş Müslümanın modernizmi anlama yetisini tam bir dumura uğratmıştır.
Aslında modernizmin etkisi, geleneksel İslâm'ın fikir ve sanat eserlerinde gözlemlenen o billûr gibi şeffaflığı
bulandırmış; o aydınlığı karartmıştır.1
"Modern" terimini kullanırken, tabi ki ne "çağdaş"ı,
ne "çağcıl"ı, ne de "tabiatın fethini ve üzerinde tahakküm kurmada başarılı olma"yı
kastediyoruz. Aksine "modern" bizim için, gerçekte her şeyi yöneten ve aşkın olandan koparılan şey
anlamını taşımaktadır. Bu nedenle modernizm, gelenek'in (ed-din) zıddıdır ve daha
önce de belirttiğimiz gibi sadece insanı, hatta şimdilerde daha ziyade insanlık dışı olanı;
ilahî kökeninden koparılan ve ayrılan şeyi simgelemektedir.2 Şurası gayet açık ki
daima insana eşlik eden, onun mümeyyiz vasıflarından biri olan geleneğin yanında modernizm, pek yeni
bir kavramdır. İnsan yeryüzünde yaşadığı müddetçe ölüsünü toprağa gömmüş ve dünyadan
sonraki hayata, ruhlak âlemine inanmıştır. Yeryüzündeki yüz binlerce yıllık yolculuğu boyunca
insan hep geleneksel bir ömür sürmüş ve hilkat ve tecelli açısından Allah'la ve tabiatla olan ilişkisi,
hiç bir zaman evrim geçirmemiştir.3 İnsanın bu kadar uzun bir tarih boyunca arz üzerinde Allah'ın
halifeliğini sürdürerek O'nu övmesiyle kıyaslandığında, 15. yüzyılda Batı Avrupa'da Rönesans
ile başlayan modernizmin hâkimiyeti, bir göz açıp kapamak kadar kısa bir süreye tekabül eder.4 İşte
şu an içinde yaşıyor olduğumuz bu kısa zaman zarfında Müslümanlar, ya modernizmin gücü karşısında
ümitsizliğe düşmüşler; ya da dünyanın iğvasına kapılık sahte mutluluklarla avunmaya
başlamışlardır.
"Modern düşünce" ifadesindeki "düşünce" (thought) terimi üzerine de birkaç şey
söylemekte fayda var. Bu bağlamda kullanılan 'düşünce' kavramı, gelenekselden çok modern bir anlam taşımaktadır.
Bu terimin eş anlamlısı olarak kullanılan Arapça fikr ve Farsça endişe kelimeleri, geleneksel metinlerdekiyle
aynı anlamı karşılamamaktadır. Aslında Pascal'ın kullandığı Fransızca
pensée kelimesi geleneksel anlayışa daha uygundur, zira
bu terim, "düşünce"den ziyade "tefekkür" (meditation) anlamı taşımaktadır. "Düşünce" teriminin
genellikle tebarüz ettirdiği, tamamıyla beşerî ve dolayısıyla ilâhî-olmayan zihinsel faaliyet anlamına
karşılık, fikr ve endişe kelimeleri tefekkür ve temaşa ile alâkalıdır.5 Eğer
buna rağmen hâlâ "düşünce" terimini kullanıyorsak, bu, böylesi bir faaliyette bulunan bir topluluğa hitap
ettiğimiz ve kullandığımız dil itibarıyla, ifadede acze düşmeksizin, aynı anlam kapsamına
sahip pek çok zihinsel faaliyeti kapsayan ancak dikey anlamda "düşünce" teriminin çağdaş kullanımda sahip
olduğu sınırlamadan berî olan başka bir terimi kullanamadığımız içindir.
Modern düşünceye İslâmî bir cevap verme
çabasından önce, ilimden felsefeye, psikolojiden dinin belli veçhelerine dek uzanan ve hep birlikte modern düşünce
adı verilen şeyi oluşturan bütün bu zihinsel faaliyet alanlarının kimi ortak özellikleri üzerinde
durmak gerekir. Modern düşüncenin belki de en önemli özelliği, sahip olduğu antropomorfik karakterdir. İnsandan
öte bütün ilkeleri reddeden bir düşünce şekli antropomorfik değil de nedir? Elbette şimdi buna modern
ilmin kesinlikle antropomorfik olmadığı, ancak modernlik öncesi ilimlerin insan-merkezli kabul edilmesi gerektiği
yönünde bir itiraz gelebilir. Görünüşünün aksine, konunun epistemolojik faktörü incelendiğinde bu itirazın
hayal mahsulü olduğu kolayca anlaşılabilir. Modern bilimin tasvir ettiği evrende, insanın ruh, akıl
ve hatta tin (psyche) olarak hiçbir yerinin bulunmadığı; bu nedenle de evrenin gayr-i insanî ve insanî durumla
alâkasız bir yer olduğu doğrudur. Her ne kadar modern insan, insan gerçeğini evrenin genel yapısından
soyutlayan bir bilim oluşturmuş gibi görünüyorsa da,6 bu bilimi belirleyen bilgi araçlarının
ve kriterlerin yine sadece insan olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Modern bilimi belirleyen, insan aklı
ve duyularıdır. İnsanın aklına, en uzaktaki galaksilerin bilgisi bile doldurulmuştur. İnsanın
soyutlandığı bu bilimsel dünyanın, bilimin ne olduğunu belirleyen şeyin bilginin öznelliği
olduğu göz önünde tutulduğunda, antropomorfik bir nitelik taşıdığı açığa çıkmaktadır.
Öte yandan, geleneksel ilimler antropomorfik tabiatlı
değildirler; bu anlamda bilginin yeri ve kabı insan aklı değil, en üst düzlemdeki İlâhî Akıl'dır.
Hakikî ilim yalnızca insan aklına değil, insan üstü bir gerçeklik düzeyine sahip olan ve aynı zamanda
insan zihnini aydınlatan Akl'a dayanır.7 Orta Çağ kozmologları insanı her şeyin merkezine
oturturken, bunu, Rönesans hümanizmi gibi dünyevî ve fâni insanın her şeyin ölçüsü olduğu fikriyle değil;
insanın kâinatı, en alt basamağında kendisinin yer aldığı, aşılması gereken
bir makamlar hiyerarşisi olarak görebilmesini sağlamak için yapmışlardır. Ve tabi ki bu tür bir yolculuğa,
ancak bulunulan yerden başlanacaktır.8
Modern bilimdeki bu antropomorfik karakter, modern
düşüncenin psikoloji, antropoloji veya felsefe gibi diğer veçhelerinde çok daha net bir biçimde gözlemlenebilmektedir.
Atası felsefe olan modern düşünce, insan gerçeğin ölçüsü yapıldğı andan itibaren tam anlamıyla
antropomorfik hâle gelmiştir. Descartes, "Düşünüyorum o hâlde varım." (cogito ergo sum) derken, kendi sınırlı
nefsinin bilincinde oluşunu, varlığın ölçütü olarak ortaya koyuyordu. Burada Descartes'in sözünü
ettiği "ben", geleneksel öğretide belirtilen "Ben" deme hakkına sahip tek "Ben"; Hallac'ın "Ben Hakk'ım."
(ene'l-hak) ifadesindeki İlâhî "Ben" değildir.9 Descartes'e kadar insan varlığını
ve gerçekliğin farklı katmanlarını belirleyen, Allah'ın varlığı idi. Ancak Kartezyen
rasyonalizm ile birlikte insanın bireysel varlığı, hem gerçekliğin hem de hakikatin ölçütü haline
gelmiştir. Batı düşüncesinin genel gelişimi içerisinde, çevre şartlarının da göz ardı
edilmesiyle ontoloji epistemoloji karşısında, epistemoloji de mantık karşısında geri çekilmiş;
bu zincirleme reaksiyon sonucunda mantık da, bugün pek revaçta olan akla karşı "felsefeler"le karşı
karşıya kalmıştır.10
Batı'da Orta Çağ'dan sonra olan şey,
üst gerçeklik katmanlarının hem sübjektif hem de objektif alanlardan çıkarılmasıdır. İnsanda
akıldan ve nesnel dünyada da normal insan duyuları vasıtasıyla bu aklın anlayabileceği şeyden
daha üst seviyede hiç bir şey yoktur. Thomas Aquinas'ın meşhur uygunluk (adeguatio) prensibi hatırlanırsa,
hiç kuşkusuz böyle bir durumun vuku bulmak zorunda olduğu söylenebilir. Zira bu prensibe göre, bir şeyi bilmek
için onun tabiatına uygun ve yeterli bir bilgi aracı bulunmalıdır. Şu hâlde modern insan kendisinin
üstünde hiç bir ilke tanımadğına göre, bu akıldan ve düşünceden neşet eden her şey de sadece
ve sadece antropomorfik olacaktır.
Modernizmin antropomorfizmle alâkalı bir diğer
özelliği de, modern dünyayı karakterize edecek ilkelerden yoksun oluşudur. İnsan tabiatı, herhangi
bir şeyin ilkesi olarak kabul edilmek için son derece istikrarsız, değişken ve kaypaktır. Bu sebepledir
ki insanı aşkınlaştıramayan ve antropomorfik tabiatlı bir düşünce tarzı, ilkelerden
mahrum kalacaktır. Her ne kadar sadece faaliyet alanına indirgenemezse de ahlâk gibi, siyaset ya da iktisat gibi
hayatın hemen bütün faaliyet alanlarında, herkes bu ilke eksikliğini hissetmektedir. Burada, bilimler örnek
gösterilerek bu iddiaya karşı çıkılabilir. Şu hâlde, ne deneyciliğin, ne tümevarımla doğrulamanın,
ne de akıl tarafından onaylanmış duyu verilerinin bize metafizik anlamda ilkeler sağlayamayacağı
belirtilmelidir. Bütün bu yöntemler, aynı oluşturdukları bilim gibi, sadece kendi alanlarında geçerlidirler.
Ne var ki belli bir gerçeklik düzleminde birçok şeyi keşfetmekle birlikte üst ilkeleri reddettiği için yine
tam da bu keşif ve icatlarla bir dengesizliğe yol açan modern bilim gibi, bu yöntemler de, ebedî ilkelerden kopukturlar.
Modern bilimler içinde yalnızca matematiğin birtakım metafizik ilkelere sahip olduğu söylenebilir. Sadece,
kanunları insan zihni tarafından keşfedilmiş Platoncu bir bilim olan matematik, her şeye rağmen
metafizik ilkeleri (Meselâ insan aklının Küllî Akıl'ın bir yansıması olduğunu göstererek)
yansıtmaya devam etmektedir. Diğer bilimlerin bulguları da, elbette belli birtakım gerçeklik ölçülerine
uydukları nispette sembolik ve metafizik bir anlama sahiptirler; ancak bu, bilimlerin metafizik ilkelere bağlı
oldukları ve daha üst bir bilgi formuyla bütünleştikleri anlamına gelmez. Böyle bir bütünleşme mümkün
olabilirdi; ama olmamıştır. Bu sebeple, tıpkı modernizmle bağdaştırdığımız
düşünme ve faaliyet tarzının diğer ürünleri gibi modern bilim ve onun genellemeleri de, modern dünyayı
niteleyen ilkesizlikten mustariptirler; bu eksiklik, modern dünya tarihi ilerledikçe kendini daha güçlü bir şekilde hissettirmektedir.
Burada, modern dönem öncesi medeniyetlerde başka
ne tür bilgi araçlarının bulunduğu sorulabilir. Bunun cevabı, en azından İslâm'ın zihinsel
geçmişini bilen Müslümanlar için açıktır: Vahiy, entelektüel sezgi veya vizyon (zevk, keşf veya şuhut).11
Müslüman aydın, vahyi sadece günlük hayatla ilgili manevî kuralları içeren bir yol olarak değil, aynı
zamanda birincil bilgi kaynağı olarak görür. O, varlığının özündeki kalp gözü (aynu'l-kalp) açılıp ilâhî hakikatleri fark edene dek, kişinin kendi kendisini arındırması
gerektiğinin de bilincindedir. Son olarak Müslüman, aklın bilme gücünü kabul eder; ancak bu akıl her zaman
bir yanda vahye, diğer yanda ilhama (sezgi) bağlı olan ve bunlardan beslenen bir akıldır. İslâm
dünyasında bu bağı koparmaya çalışan ve aklın, vahiy ve ilhamdan bağımsız olduğunu
iddia eden bir kısım fikir sahibi, asla İslâm düşüncesinin ana yatağına müdahil olamamıştır.
Marjinal kabul edilen bu tip Müslümanların tersine, Orta Çağ sonrası Batıda, modern Batı düşüncesi
bilgi aracı olarak hem vahyi hem de ilhamı reddettiği için, ilham ve vahye dayalı aklı savunanlar
her zaman marjinal kalmışlardır. Çağımızda ilâhiyatçılar ve din felsefecileri dahi, İncil'in,
meselâ bir St. Bonaventure tarafından ortaya konulan tarzda scientia'yı
(ilmi) belirleyecek ve onunla bütünleşecek bir aklî bilgi kaynağı olduğu görüşünü nadiren savunmaktadırlar.
İncil'i aklın rehberi olarak gören çok azının da eli kolu, Kitab-ı Mukaddes'in son derece yüzeysel
tefsirleriyle öylesine bağlanmıştır ki modern bilimle mücadelelerinde, rasyonalist kampın taraftarları
kaçınılmaz olarak galip çıkmaktadırlar. 12
Bu ve diğer belirgin özellikleri incelendiğinde,
modernizmi ve yansımalarını anlamak için onu belirleyen insan kavramını anlamak gerektiği sonucuna
varılır. Modern insanın kendini ve kaderini nasıl algıladığı, Allah ve dünya karşısındaki
konumunu nasıl gördüğü iyice kavranmalıdır. Ayrıca, fikirleri modern dünyayı şekillendiren
ve şekillendirmeye devam eden insanların ruh ve zihinlerini belirleyen şeyin ne olduğunu anlamak da son
derece önemlidir. Elbette ki Gazzâlî ve Mevlâna ile Erigena ve Eckhart Batıda önemli bir üniversitede aynı anda
bulunsaydılar, yeni bir felsefe türü ortaya çıkabilirdi. Bir kişi hangi hâldeyse, o duruma uygun olarak düşünür
veya Aristo'nun da dediği gibi bilgi, bilenin durumuna bağlıdır. Allah'tan "bağımsız",
kendi kaderinin tek hâkimi, hem yeryüzüne bağlı hem onun sahibi, profan tarihsel zaman içinde mükemmel bir gelecek
fikrini uhrevî hakikatlerin yerine ikame eden, ruhlar âlemine ve onun isteklerine tamamen karşı değilse de
en azından kayıtsız kalan ve kutsal kavramından yoksun modern insan kavramını incelediğimizde,
modernist Müslüman reformcuların daha önce anlatığımız şekilde İslâm ve modernizmi bağdaştırırken
ne derece abesle iştigal ettikleri açıkça görülecektir. İslâm'ın insana bakışına, yani
homo Islamicus'a şöyle bir göz attığımızda, onun modern insan
kavramıyla kesinlikle uyuşamayacağını anlarız.13
Homo Islamicus, öncelikle Allah'ın kulu (abd' Allah)
ve onun yeryüzündeki halifesidir (halifetullah fi'l-ard). 14 O, tesadüfen
konuşabilen ve düşünebilen bir hayvan değil, Allah tarafından yaratılmış bir ruh ve nefse
sahip bir varlıktır. Yaratılmışların en mükemmeli (eşrefu'l-mahlûkat)
olarak homo Islamicus, bitki ve hayvan tabiatlarını da ihtiva eder; ne var
ki bu hâle, hayatın daha alt formlarından evrim geçirerek gelmemiştir. İnsan her zaman insandı. İslâmî
açıdan insan, yeryüzünde yaşamaktadır ve dünyevî ihtiyaçları vardır; ancak o ne sadece bu dünyaya
aittir, ne de ihtiyaçları salt dünyevî olmakla sınırlıdır. İnsanın yeryüzünde hüküm sürmesi,
kendi hakkı olduğu için değil, bütün yaratıklar önünde Allah'ın vekili olarak bulunduğu içindir.
Bu yüzden de, yaratılmış düzenin Allah'a karşı sorumlusu ve yaratılmışlar için rahmet
vesilesidir. Homo Islamicus, bölen ve analiz eden bir akla, yani ratio'ya sahiptir; ancak zihnî melekeleri sadece akılla sınırlı değildir. Ayrıca,
meşhur "Nefsini bilen Rabbini bilir." (men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu)
hadisinde işaret edilen bir içsel bilgi imkânına; yani, Allah'ı bilmenin anahtarı olan kendi iç benliğinin
bilgisine sahiptir. Bilincinin maddî bir dış sebeple değil, ancak Allah tarafından yaratıldığını
ve ölümlü olduğunu bilir.15 Bu sebeple homo Islamicus, ukbaya dair
gerçeklerin; yani dünyada yaşarken asıl yurdundan çok uzaktaki bir yolcu gibi olduğunun da farkındadır.
Yine, bu yolculuktaki rehberinin kendisinin de yaratıldığı kaynaktan gelen mesaj olduğunun bilincindedir;
bu mesaj onun, sadece Şeriat'taki hukukî boyutuyla değil, gerçek ve bilgi (hakikat) boyutuyla da bağlı
bulunduğu vahiydir. Homo Islamicus aynı zamanda, insan melekelerinin duyular
ve akılla bağımlı ve sınırlı olmadığının; varlığının
bütününü yeniden kazanmak ve Allah'ın ona verdiği tüm imkânları kullanmak için yeterince kabiliyete sahip olduğunun;
aklını ve zihnini manevî dünyanın ışığıyla aydınlatabileceğinin ve de Kur'an-ı
Kerim'in görülemeyen âlem (âlemu'l-gayb) olarak nitelediği o tinsel ve makul
(intelligible) dünyanın bilgisini dolaysız bir biçimde edinebileceğinin
ayırdındadır. 16
Şüphesiz bu anlayış, modern insan
telâkkisinden bütünüyle farklıdır; modern insan tamamen dünyevî bir varlıktır, kâinatın hâkimidir
ve üstelik kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu değildir. Şu hâlde, bu iki anlayışın
asla bağdaştırılamayacağı gayet açıktır. İslâmî insan kavramı, insanan Allah'a
Prometheci isyanı gibi bir olasılığı ortadan kaldırır ve O'nu, insan hayatının
en küçük ayrıntılarında dahi etkin kılar. 17 Bunun tabiî bir sonucu olarak, modernizmin en
mümeyyiz vasfı olan antropomorfizme karşılık, tamamıyla Allah-merkezli (theocentric) bir medeniyet, sanat ve felsefe; düşünme ve nesneleri algılama tarzı oluşmuştur.
Gerçek bir Müslümana, geç Rönesans ve Barok dinî sanatının Prometheci ve Titancı örneklerinden daha tuhaf gelebilecek
bir şey yoktur. İslâm'da insan homo sapiens (akıllı insan) ve
homo faber (üreten insan) olma işlevlerini, Allah'a isyan eden bir mahlûk olarak
değil, O'nun kulu sıfatıyla yerine getirir. Onun işlevi kendini değil Rabbini yüceltmektir ve en
büyük gayesi de, Allah'ın esma ve sıfatlarının bir aynası olmasını sağlayacak ve bunların
tecellisini dünyaya yayacak bir kanal olan fena'ya ulaşmak; yani "hiç" olmaktır.
Elbette İslâm'ın insan anlayışını
belirleyen unsurların, Hristiyanlık da dahil olmak üzere diğer birçok gelenekteki insan anlayışıyla
benzerlikler gösterdiğini inkâr edecek değiliz. Ancak modernizm, Hristiyanlık ya da bir başka gelenek
değildir ve burada söz konusu edilen de, Hristiyanlık'la İslâm'ın değil, modern düşünce ile
İslâm'ın karşılaştırılmasıdır. Yoksa Hristiyanlık'la bir karşılaştırmaya
gidildiğinde, insanın, aklî ve manevî gelişim vasıtasıyla mükemmelliği ve ebedî mutluluğu
aramak için yaratıldığı ve yalnızca mükemmelliği isteyip (talibu'l-kemal)
kendini aşmaya çalıştığında insan olduğu yolundaki İslâmî öğretiyle skolâstik
düşüncedeki homo non proprie humanus sed superhumanus est ifadesinde belirtilen
"mükemmel insan olmak için insandan daha fazla olmak gerektiği" fikri, birbirlerine hiç de uzak değildir. Modern
insan anlayışı nasıl geleneksel İslâm'ın insan anlayışıyla tezat içindeyse, modern
düşüncenin daha önce ele aldığımız antropomorfik, yani seküler tabiatı; çeşitli dallarında
ilkeden yoksun oluşu, bununla doğrudan ilişkili olan ve özellikle bilim alanında kendini gösteren indirgemecilik
de geleneksel İslâm düşüncesinin esaslarıyla tezat içindedir. Bu tezat, burada daha fazla izah gerektirmeyecek
kadar açıktır. 18 Ancak Müslümanları ciddi biçimde etkileyerek dinî düşünce ve hayatlarında
ölümcül bir yara açan modern düşüncenin yaygın bir unsuruna; evrim teorisine değinmeden geçemeyeceğiz.
19
Batıda hiç bir modern teori dine, biyoloji,
zooloji veya paleontoloji alanında bir hipotezden ibaret olmasına rağmen kanıtlanmış bilimsel
bir gerçekmişçesine tavaf edilen evrim teorisinden daha fazla zarar vermemiştir. Üstelik bu teori, astrofizikten
sanat tarihine kadar birbirinden son derece farklı alanlara yayılan bir modern düşünce modası hâline gelmiştir.
Bu düşünce tarzı, sadece Hristiyanlar üzerinde değil Müslümanlar üzerinde de olumsuz etkilere yol açmıştır.
Daha ziyade modernleşmiş Müslümanlar, Allah'ın "isimler"i öğrettiği ve yeryüzünde halifesi tayin
ettiği insan (Âdem) anlayışı ile maymundan gelen insan anlayışını savunan evrimci
mantığın hiç bir biçimde uzlaştırılamayacağını unutarak, Kur'an-ı Kerim'i
akıl almaz biçimlerde tefsir etmeye kalkışmış ve evrimi ispatlama gayretine düşmüşlerdir.
Bir kısım gelenekçi ve fundamentalist Müslüman düşünür, salt dinî esaslardan hareketle, düşünsel ve rasyonel
hiç bir argüman sunmadan evrim teorisini reddetmiş; çeşitli standart sözlük ve ansiklopedilerin genel kabul gördüğü
yolundaki coşkulu iddilarına rağmen bu teorinin mantıksal açıdan sergilediği sefaleti ve L.
Bounoure ve D. Dewar20 gibi düşünürlerin evrime karşı ortaya koyduğu bilimsel delilleri
çok az kişi irdelemiştir. E. F. Schumacher'in çok isabetle belirttiği gibi, "Evrimcilik bir bilim değil,
olsa olsa bir bilim-kurgu hatta bir muzipliktir."21 Son zamanlarda evrime karşı enformasyon teorisinden
de yararlanılırken; 22 evrimciliği eleştiren bazı Batılılar da, işi evrim
taraftarlarının psikolojik bir dengesizlik hâli içinde bulundukları iddiasına kadar götürmüşlerdir.
Her ne kadar Batılı bilim adamlarının
yaptığı gibi Müslüman düşünürlerin de bu teoriyi bilimsel, metafizik, felsefi, mantıkî ve dinî açılardan
çürütmesi gerektiği düşüncesindeysek de, bu incelemede amacımız çözümleme veya çürütme değildir.
Burada önemli olan; sürekliliği her yerde inkar eden, her nasılsa basitten daha karmaşığa tekâmül
edildiğini iddia eden ve bu dünyayı şekillendiren varlığın üst düzeylerine ve arketiplerine
karşı kör olan evrimci görüşün, daha önce sözünü ettiğimiz ilke eksikliğinin bir sonucu olduğunun
bilinmesidir. Evrimcilik, Allah'ı yarattıklarından "el çektirmeye" çabalayan; insanın üstünde hiç bir
ilke kabul etmeyen ve böylece insanlık dışı bir duruma düşen modern insanın, kendi yarattığı
boşluğu doldurmak için geliştirdiği ümitsiz bir girişimdir. Aşkın İlke'nin unutulması
hâlinde dünya, merkezi olmayan bir çembere döner ve bu merkezin kaybolması da, Hristiyan veya Müslüman, modernizmin tezlerini
kabul eden herkes için bir varoluş açmazı olarak kalır.
Evrimle yakından ilgili olan ve son iki yüzyıl
boyunca Batı toplumunu siyasî ve felsefî olarak sarsan; şimdi de İslâm dünyasını derinden etkileyen
diğer iki düşünce akımı ilerlemecilik ve ütopyacılıktır. Neyse ki tek taraflı ilerleme
fikri bugün pek çok Batılı âlim tarafından ciddiye alınmamakta; İslâm âleminde ise, daha önceki modernleşmiş
neslin hiç tereddüt göstermeden teslim olduğu "aklın putları"ndan biri olarak görülmektedir.23 Ancak
modernleşmiş Müslüman entelijansiya üzerinde ciddî yıkıcı etkilere yol açmış olan ve ilerleme
fikriyle akrabalığı bulunan ütopyacılık, dikkatle incelenmesi gereken bir konudur.
Oxford English Dictionary, "ütopyacılık"ı, "sosyal şartların iyileştirilmesi
veya kusursuzlaştırılması için geliştirilen, gerçekleşmesi mümkün olmayan ideal tasarı"
biçiminde tanımlamaktadır. Bu terim aslen Sir Thomas More'un 1516 yılında Lâtince yazdığı
meşhur Utopia adlı esere dayansa da, bugün kullandığımız "ütopyacılık"ın kökleri
çok daha eskiye uzanmaktadır. Hristiyanlığın mümeyyiz vasfı olan idealizm ile birleşmiş
bedenlenme (incarnation) inancı, elbette modern dönemlerden önce de mevcuttu. Bu özelliklerin karikatürü üzerine bina
edilen ve S.Simon, Charles Fourier veya Robert Owen gibilerin hümanist sosyalizmi ya da Marx ve Engels'in siyasal sosyalizmi
biçiminde ortaya çıkan ütopyacılık, tam anlamıyla St.Augustine'in City of God (Tanrı Şehri)'ının
parodisi sayılabilecek bir tarih anlayışan yol açmıştır. Modernizin en önemli özelliklerinden
biri olan geçen yüzyılların ütopyacılığı, Mesihciliğin çeşitli şekilleriyle birleşerek,
geleneksel İslâm'ın gaye ve özüne tamamen aykırı hedef ve yöntemlere sahip siyasî-sosyal karışıklıklar
doğurmuş ve doğurmaktadır.24 Ütopyacılık, salt insanî araçlarla mükemmel bir düzen
kurmayı amaçlar. Teolojik anlamda dünyada kötülüğün bulunduğunu göz ardı eder ve bütün iyiliklerin kaynağından
koparak bir iyilik nizamı kurmak mümkünmüşçesine; Tanrı'yı işe karıştırmadan, iyiliğe
dayalı bir düzen kurmayı hedefler.
İslâm'da da mükemmel toplum tasvirleri yapılmıştır;
Fârâbî'nin el-Medinetu'l-Fazıla'sı (Erdemli Toplum), Şeyh Şihabüddin Sühreverdi'nin, Farsça'da 'olmayan
ülke' (utopia) anlamına gelen Na Kuce-Abad'ı bunlara örnektir. Ancak bu mükemmellik ülkesinin "hiçbir yer" (yok
yer) olduğu unutulmamalıdır; yani dar-ı dünya ötesinde, bu dünyanın yedi diyarı üzerindeki bir
sekizinci diyardır o. Kur'an-ı Kerim'de, Müslümanlara vahiyden uzaklaştıkça mükemmellikten uzaklaşacaklarını
bildiren İslâmî bakış açısının gerçekçiliği, yakın zamanlara kadar modern Avrupa felsefesinde
süregelen ütopyacılığın İslâm düşüncesinde de filizlenmesini önlemiştir. Dahası Müslümanlar,
mükemmel bir hâlin ancak Allah'ın yardımı ile mümkün olabileceğinin bilincindedirler. Bu nedenle, Mehdî'nin
Allah tarafından İslâm'ı aslına döndürmek için gönderildiği fikrini savunan Mehdîcilik akımında
görüldüğü üzere, İslâm'ın bir yenileyici (müceddit) vasıtasıyla zaman zaman yenilendiği fikrine
rağmen; İslâm, modern düşüncenin pek çok sosyo-politik kavramının altında yatan seküler ütopyacılık
türleriyle hiçbir zaman karşılaşmamıştır. Ve yine bu nedenle, modern ütopyacılık ile
İslâmî öğretinin müceddit ve Mehdî anlayışı arasındaki derin ayrımın farkında
olmak gerekir. Aynı şekilde, geleneksel müceddit kavramı ile modern düşünceye karşı mecalsizce
tepki gösteren, İslâm'ı yenilemekten uzak modern reformcuyu da birbirinden ayırt etmeliyiz. Bazı fundamentalizm
türlerinde gözlenen, ütopyacılığa dayalı ancak İslâmî imgeleri kullanan bu yenileyiciliğin gerçek
tabiatının ayırdına varmak son derece önemlidir.
Modern düşüncenin yukarıda belirtilen özellikleriyle
ilgili olan ve mutlaka söz konusu edilmesi gereken bir başka özelliği daha vardır. Bu özellik, kutsallığın
anlamının kaybedilmiş olmasıdır. Bu dayırlığı hemen hemen kaybetmiş bir
insan olarak tarif edilebilecek modern insanın düşüncesi de, kutsallıktan gafil olmanın getirdiği
boşluk içinde yüzmektedir. Aksinin olması mümkün değildi; çünkü modern hümanizm, sekülerizmden ayrı düşünülemez.
Ne var ki İslâmî bakış açısına bundan daha yabancı bir şey yoktur; zira Allah çokluk (kesret)
âleminin derinliklerine nüfuz ettiği ve geleneğin her alanında varolduğu için İslâm'da profan veya
seküler gibi kavramlar bulunamaz.25 Bu, İslâm'ın yalnızca zihinsel yönlerinde değil26
büyüleyici sanatında da görülebilir. İslâm geleneği, kutsalın kokusundan mahrum ve ilâhî nizamın
yerine salt insan kökenli, ondan ilham alan bir anlayışı ikame eden bir düşünceyi asla kabul etmez. İslâm
perspektifinde kutsalın önceliği ve modern düşüncede kutsala yer verilmemesi dikkate alındığında,
İslâm'ın modern düşünce ile ciddî bir düzlemde karşı karşıya gelmesinden söz etmenin mümkün
olamayacağı açıkça anlaşılır. Hatta İslâm bu noktada, seküler olanı meşru kılmak
anlamına taşıyacak "diyalog"tan da uzaktır. Seküler olan, ancak kendi başına varolan kutsalı
reddettiği ve inkâr ettiği için söz konusu edilir; profan yahut seküler ise, sadece görüntü'den ibarettir.
Son olarak, modern düşüncenin özelliklerinden
biri olan indirgemecilik de, Müslümanların modernizmle olan karşılaşmaları sırasında İslâm'ı
etkilemiştir. Modernizmin etkilerinden biri, insanların çoğunun kafalarında İslâm'ı sadece bir
boyuta, şeriata indirgemek ve onu, modern düşüncenin taarruzlarına karşı kendini koruyabileceği
fikrî silâhlardan yoksun bırakmak olmuştur. Fakat modernizmin doğurduğu evrimcilik, rasyonalizm, varoluşçuluk
(existentialism) ve bilinemezcilik (agnosticism) gibi zihinsel meydan okuyuşlar, fıkhî düzlemde değil, yine
zihinsel düzlemde göğüslenmelidir. Bu duruma, meseleleri görmezden gelmekle veya m odern bilim ve teknoloji ile şeriat
arasında mucizevi bir birleşmeyi beklemekle cevap bulunamaz. İslâm'ın modernizmle olan karşılaşmasından
galip çıkması, ona kızmakla ve şeriatın doğru olduğunu savunmakla gerçekleşebilecek
bir şey değildir. Bu ancak, modernizmi bütün kökleri ve dalları ile iyice kavrayarak ve onun İslâm'a bulaştırdığı
meselelerin çözümünde bütün bir İslâm geleneğini kullanmakla başarılacaktır. Bu girişimin merkezinde
de, insanlar insan kaldıkça; teomorfik tabiatlarına uygun bir biçimde sebep-i vücutları olan Allah'a ibadet
ederek (ubudiyye) O'na şehadet ettikçe geçerli olacak o bilginin İslâm vahyinin kalbinde yatan hikmet veya hakikat'in
yeniden diriltilmesi yer almaktadır.
Seyyid Hüseyin Nasr Çeviren Sara Büyükduru
Seyyid Hüseyin Nars, "Modern Dünyada Geleneksel İslam",
İnsan Yayınları, İstanbul, 2004'den dipnotlar hariç tutularak alınmıştır.
|