ERGUN CANDAN ve “KIYAMET ALAMETLERİ” KİTABI
Bir tesadüf olmadığının bilincindeyim:
Genel tefekkürümle varoluşu sisteme sokan “Büyük Kozmik Yasa”yı ve onun ilkelerini araştırıp
çözümlemeye başladığım bir sırada arkadaşlarımızdan bize ulaşan bazı mesajlarda
yoğunluklu bir biçimde “astrolojik etkiler” ve “yaklaşan Altın Çağ”a ait değerlendirmeler
bir hayli arttı. İçlerinde elbette kadim astroloji ilmine ait ilginç tespitler barındırsa da malumdur
ki bunların bir çoğu bugün ilmi yönden hiçbir niteliği kalmamış ve fal haline dönüşmüş
bilimsel kırıntılardan ibarettir ve hakikat yönünden pek bir ciddiyet taşımamaktadır. Nitekim
ömründe gökyüzüne bakmamış kişiler, burçların konumlanışı yani eskilerin felek ilmi dedikleri
gökyüzünün yapısı hakkında tek bir fikri bulunmayan muhteremler bir bilge edasıyla tuhaf değerlendirmeler
yapıyor ve belli ki bunu özensizce birilerine iletmekten haz duyuyorlar.
Ele aldığımız mevzu bahis “Kıyamet
Alametleri” kitabında sık sık vurgulanan ve bize de gelen mesajlar yoluyla ifade edilen “Altın
Çağ” meselesine burada kısaca değineceğiz: Öncelikle şu vurgulanmalı ki önceki yüzyılın
başından itibaren açığa çıkan döngüsel realite gereği genel manasıyla insanlık üzerinde
farklı ve yüksek bir bilincin sinyallerini oluşturmuştur. Esasen bu bilinç yükselmesinin daha ilerde ortaya
çıkması beklenmekte ancak mevcut durum öncü işaretler olarak değerlendirilmektedir. Bu öncü işaretler
ya da etkiler insanları madde ötesindeki varoluş etkileşimlerini araştırmaya itmiştir. Bir yandan
geçmişten gelen ezoterik geleneğin az sayıdaki takipçileri bir yandan da mevcut etkileri duyumsayan hassas
kişilerin yöneldiği spirtüalist fikirlerin ortaya konduğu eserler artmış ve dünya toplumlarında
ciddi bir ilgi uyandırmıştır. Bu doğal bir süreçtir ve gereklidir de.
Fakat tüm konular üzerinde yapılması gereken tetkikler
konusunda aynı ciddiyet maalesef söz konusu olmamıştır. Nitekim binlerce yıldır inisiyatik merkezlerde
avamdan gizli olarak silsile ile inisiyelere aktarılan geleneksel öğretiler ve ezoterik ilimler efsanelerle dolu
fantastik bir oyun gibi algılanmış ve Demir Çağ’ın insanına özgü tüm düzeysizlikler sırayla
sergilenmiş ve sergilenmeye de devam edilmiştir.
Şimdi söz konusu kitabın ayıplarına geçmeden
evvel kaba hatlarıyla okuyucunun bazı kavramları anlayabilmesi gayesiyle genel bir bilgilendirme sunmak niyetindeyiz.
Burada bir amacımızda “Mor’a Doğru Bildiri” (https://morates.tripod.com/id1.html) adı altında yayınladığımız kısa metnin içinde geçen bazı noktaları aydınlatabilmektir.
- Çağlar Öğretisi ve Kozmoloji:
Meseleye başından girersek öncelikle “çağlar
öğretisinin” ne olduğuna bir bakmak gereklidir çünkü insanoğlunun yaratılışı ve bunun
ötesinde evrenin varoluşu tarih boyunca sorgulanmış derin bir konudur. Bunun bir neticesi olarak kadim kozmoloji
ilmi gelişmiş ve gelenekler kendi içlerinde kendi kavramlarıyla bu büyük evrenin sırlarını araştırmışlardır.
Neticede ise evrenin bir makrokozmos insanın ise mikrokozmos olduğu tespiti doğmuştur. Bunun anlamı;
evrendeki tüm sırların insanda bilkuvve olarak mevcut olduğu ve her ikisinin de aynı temel yasa ile varolduğudur.
Nitekim İslam geleneği içerisinde kozmoloji ilminin en büyük üstadlarından olan İbn Arabi bu konuyu bir
çok defa gözler önüne sererek Hint kozmolojisiyle beraber en detaylı sistemleri açıklamıştır.
Bizim “çağlar öğretisi” dediğimiz
ise kozmolojinin içerisinde yer alan bir meseledir. Bu öğretiye göre her şey başı sonu olmayan bir düzen
içerisinde dairesel bir döngüye sahiptir; bu döngü kendi içerisinde çeşitli devirler yaratmakta ve her devri belli bir
karakteristik kuşak ile örmektedir. En basitinden ele alırsak bu döngünün fiziki ayırdımını
herkesin gözleyebildiği yıl kavramı buna örnek olarak verilebilir. Dünyanın güneş etrafında
yaptığı döngüsel hareket 365 gün sonunda tamamlanır ve bu döngüde 12 ara devre bulunur ki bunlar ay dediğimiz
etkileşim süreleridir. Bu aylarınsa içerisinde bulunduğu ve insan tarafından mevsim diye adlandırılan
kendine has karakteristik etkileri olan 4 ana devre vardır: Nasıl ki insan yazı kıştan ayırabilir
ve yıllık döngüyü hesap edebilirse aynı şekilde güneş sisteminin de yaptığı döngüyü
ve “büyük mevsim” diyebileceğimiz bu döngüye ait ana devreleri ve hatta galaktik döngüyü ve onun ana devrelerini
de tespit edebilir. Nitekim bu tespitler de yapılmıştır.
a.Kozmik Döngü ve Burçlar Kuşağı:
Dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne “yıl”
adını verdiğimiz gibi güneş sistemiyle birlikte dünyanın bir üst döngüsü olan burçlar kuşağındaki
bir tam dönüşe de farklı isimler verilse de “büyük yıl” denmektedir ve bu büyük yıl dünya
yılı ile yaklaşık 26.000 yıllık bir süreyi kapsar ki bu tespit bir çok eski kaynakta mevcut
olduğu gibi aynı şekilde Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde yazılıdır.
Bazı kaynaklar bunu 25.920 yıl olarak da vermektedir.
Bu döngüsel hareketlerin her birinin hem kendi altlarında
hem kendi üstlerinde sonsuzca uzayıp gittikleri ve birbirlerine tesir ettikleri göz önüne alınırsa bunların
hesaplarının genel bir okuyucu için nasıl içinden çıkılmaz bir hal aldığını okuyucu
tahmin edecektir. Bu nedenle bu konunun detaylarına girmeyeceğiz…
Şimdiye kadar bahsettiğimiz insansal çevrime ait
çağlara gelirsek; bu çağlar kendi sistemleri tarafından ortaya konulan 4 ana devredir; Hint kozmolojisi tarafından
Yuga’lar olarak adlandırılan karakteristik Çağ’lardır: ki bunlar Krita Yuga (Altın Çağ),
Treta Yuga (Gümüş Çağ), Dvapara Yuga (Bronz Çağ), Kali Yuga (Demir Çağ)’dır.
Bunların altında ise 12 ara devre vardır ki
bu Burçlar Kuşağı’nın kendisidir. Her ana devrede üç burç sırasıyla kendi karakterini
mevcut çağa yansıtır (esasen çağlar burçların bir üstündeki döngüye aittir bu nedenle her çağın
içerisinde bu burçlar bir de üst yıldız sistemleri tarafından var edilmektedir. Yani mesela dünyaya tesir eden
Kova burcu ile galaksiye tesir eden kova burcu aynı değildir ama tesirleri güçleri nispetinde aynı karakterdedir):
Altın Çağ; Oğlak, Yay, Akrep, Gümüş Çağ;Terazi, Başak, Aslan, Bronz Çağ; Yengeç, İkizler,
Boğa ve son çağ Demir Çağ; Koç, Balık ve Kova burçlarındadır. (Anlaşılmıştır
ki Demir Çağ dünyanın son üç burcundan itibaren başlamaz ama galaksiye tesir yapan bir üst burçlar kuşağı
vardır ki bu son üç burç onlara işaret eder.)
Bu konuya dair Ergun Candan’ın “Kıyamet
Alametleri” kitabında bir kısım bilgiler vardır ancak söz konusu eser ciddi bir kaynak sıkıntısı
nedeniyle olduğu belli olan bir takım sapmalara kadar gitmiştir: Bu sapmaların içinde beş çağ
olduğu iddiası gibi önemsenmeyecek hataların yanı sıra en
ciddilerinden birisi yurtdışında ortaya çıkan “New Age” akımının bir uzantısı
olarak maalesef toplumumuzda da yaygınlaşan, “çok yakın bir gelecekte göreceğimiz” “Altın
Çağ” hayalidir. Diyor ki Candan; “(…) on binlerce yıldır insanoğlunun topyekün sürdürdüğü
aşağıya iniş ve sonra tekrar yukarıya çıkış serüveninde artık çok önemli bir
aşamaya gelmiş bulunuyoruz… Önümüzde hayli önemli değişimlerin yaşanacağı günler
bizleri bekliyor…” (s.22)
Bu tespit kabaca doğrudur ama bunu içinde bulunduğumuz
kuşağa “işte geliyor” diye sunmak insafsızlıktır. Bu durum hakkında bir halk
deyişi vardır; ‘bir çiçekle bahar olmaz’ derler ki mevcut çağdan söz konusu Altın Çağ’a
dönüş binlerce yıl sürecek bir süreçtir. Çünkü yeni bir Adem söz konudur…
b.Asli Düşüş Yasası:
Ana devrelerin isimlerine dikkat edilirse Altın’dan
Demir’e doğru bir iniş söz konusudur; bu isimlendirmedeki maksat “insanın asli düşüşü”
diye anılan nitelik kaybının gösterilmesi ve yani insanın yaratılışındaki yüce vasıfları
devresel etkiler altında zamanla yitirmesidir (devaluation). Nitekim gelenekler tarafından ilk insan diye anılan
Adem’in yeryüzüne Allah’ın Halifesi sıfatıyla tenezzülüyle beraber taşıdığı
metafizik güçler ve Aşkın Mutlak Varlık olan Allah ile arasındaki rabıta bu çağın insanlarının
arzda yaşayan semavi varlıklar olduğu anlamına gelir. Nitekim Tevrat ve Kur’an’da geçen Habil
ve Kabil davası meselinde bu rabıtayı tasvir eden bir çok örnek bulunmaktadır.
Altın Çağ bir kemalat devridir; insanlar fazilet
ve uluhiyetle dolu oldukları için ve yaptıkları her eylemde Allah ile irtibatta oldukları –yani
sürekli bir hal zikri kuşandıkları- için bizim anladığımız manada ibadet veya dinsel ritüeller
söz konusu değildi. Çünkü çağların ilerleyişi ve insanların nitelik kaybına uğramaları
neticesinde insanların bir kısmı arzileşerek bu irtibatı sağlayamayacak düzeye düştüler
ve onlar için rehberlik eden, kendi düzeyini koruyan ya da kaybetmişse de tekrar elde eden kişiler onlara bu irtibatları
sağlayacak metodlar öğretmiş ve zahircilik böylece doğmuştur.
Evvelde de yazmış olduğumuz gibi –dua
ve zikir dahil- ibadet adı altındaki uygulama ve ritüeller zahiren bir öneme sahip olup ulaşılması
istenen rabıta halinin simgesel birer ifadesidirler. Nitekim Guénon bu konuda şöyle der; “İbadet ve simge temelde aynı hakikatin iki yönüdür; yani evrensel varoluşun bütün derecelerini birbirine
bağlayan mütekabiliyettir. Bu mütekabiliyet sayesinde insani varlığımız varlığın daha
yüksek âlemleriyle ilişkiye sokulabilir.” Ancak bu onları gereksiz kılmaz. Mevcut çağda yaşayan
istisnasız herkes bu yüce hale –batıni ibadet diyebileceğimiz Yüce Özdeşlik haline- ulaşabilmek
için bu uygulama ve ritüelleri eda etmek zorundadır. Kendi varoluşunun Allah’la sürekli irtibat halinde olduğunu
fark etmek ve kendindeki ilahi potansiyeli kullanabilmek isteyenler tarafından uygulanan bu yoğunlaşma ritüelleri
zaman içerisinde ibadet adı altında devam etmiştir.
Bu tür ritüellerin ortaya çıkışı ise Gümüş
Çağ’a tekabül eder. Sonrasında Bronz Çağ’da zahiriciliğin batıni algılayışa
–esas uygulamaya- nazaran haddinden fazla gereklilik arz etmesi üzerine varlığının özündeki hakikati
bilenler bir takım merkezlere çekilmek suretiyle hakikat öğretisini inisiyasyon (irşad) vasıtasıyla
yeni kuşaklara aktarmaya çalışmışlardır. Sonrasında Demir Çağ’da ise öğreti
taşıdığı çok zengin geleneksel yapıya rağmen niteliksiz insan çokluğu nedeniyle her
geçen gün daralmaya yüz tutmuştur.
Bizim sık sık değindiğimiz ve sahih bir
metodla kavranmasını gerekli gördüğümüz “Ezeli Hikmet” işte bu Adem’den bugüne dek kendini
koruyan yüksek rabıtadan ibarettir. Bu elbette ruhani kişiler vasıtasıyla aktarılabilecek olan manevi
etkinin de kendisidir.
c.Yeni Çağ:
Mevcut kozmik döngünün bir gerçekliği olarak kozmik döngü
kış mevsiminin sonuna yaklaşmıştır ve doğal olarak kışın ardından gelecek
güneşli günleri hesap etmek için alim olmaya gerek yoktur.
Mesela İbn Arabi Kabe’yi tavafı sırasında
çok çok ihtiyar bir adam gördüğünden ve ona kim olduğunu sorduğundan bahseder, adam “ben senin deden
olan Adem’den kırk önceki Adem’dim” der. Bunun manası açık; döngü dairesel olarak ezelden
ebede dek devam etmektedir. Yani Adem, kendinden önceki Demir Çağ’ın son neslinin, son çevrimin Allah’ın
kozmik tesirler vasıtasıyla “yükseltmesi” ile yaratılmıştır. Ki bizce Adem’in
veya insanın yaratılış maddesi hakkında Kur’an’da geçen bilgiler de bu manaya dönüktür:
Kur’an insanın topraktan yaratıldığını, sudan yaratıldığını ve
hücreden yaratıldığını söyler; toprak arza ait bir simgedir, su çağın ilmine ait bir simgedir
ve hücre ise sistemsel yaratışa ait bir simgedir. (Bu konuda anasır-ı erbaa denilen yaradılışın
dört unsuru; toprak, hava, su ve ateş ile insanın ve evrenin yaratılması ve yine bu unsurların insan-kozmos
mütekabiliyetindeki öneminin araştırılmasını salık veririz.)
Diyeceğimiz şu ki; ne bizim andığımız
Adem ilktir ne de bilinebilecek böyle bir ilk söz konusudur. Nitekim şu ayetleri dikkatle okumak gerekir;
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?
Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler, Allah da ‘Ben sizin bilmediğinizi
bilirim" demişti.’(2:30)
Anlaşılmıştır ki Adem’den önce
de yeryüzünde halife olsunlar diye yaratılmış –halife dediği için kesinlikle insan olan- bir ırk
vardı ve bu ırk kendi çevrimi sonunda yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökmeye başlamıştı.
Allah’ın yaratışının sihirli değnekle değil birbiriyle bağlantılı
yasalar ve vesileler çerçevesinde olduğu değerlendirilirse Adem’in kendi neslinin Demir Çağ’ının
sona erdiği ve Altın Çağ’ının başladığı bir dönemde yaşadığı
ve bu döneme ait tesirler altında varlığının uluhiyetini keşf ettiği anlaşılmaktadır.
Altın Çağ’a girişten önce yaşanacak olan metafizik ayıklama ile ortaya çıkan afetler neticesinde
(bu afetler de anasır-ı Erbaa ile olacaktır) çevresindeki insanların yok edilmiş oldukları da
ayrıca düşünülebilir. İşte bu Adem’in kendini tam olarak bilmesi hali ve neticesinde ulaştığı
selamettir. Sonrası malum; ağaç diye tasvir edilen benlik hissi Adem’i bu selametten çıkarmış
ve ceza olarak Tevrat’taki ifadeyle “yeryüzünde rızkını sıkıntı ile arama”
karşılığı oluşmuştur.
Bu Altın Çağ beklentilerindeki ikinci bir yanılgıya
da işaret eder; bazıları yaklaşan bu yeni çağ ile birlikte muazzam bir zenginlik beklemektedir; ki
bu gelecektir, gelmektedir. Nitekim şu bir gerçek ki insanlık son çevrim içerisinde maddi yönden en ferah dönemini
yaşamaktadır. Ancak hata şuradadır; Altın Çağ bir bereket dönemidir ama bu bereket manevi bir
berekettir yoksa maddi konforun bu bereketle alakası yoktur. Nitekim Adem yeryüzünde rızkını sıkıntı
içinde arıyorken mana aleminde Allah ile sürekli devam eden bir rabıtada yaşıyordu, oysa bu hayalciler
sürekli artan zenginliği Atlantis zannederek söz konusu manevi fakirliği göremiyorlar. Yaklaşan maddi ferahlamayı
Altın Çağ zannediyorlar.
İncil’de geçen “birinciler sonuncu, sonuncular
birinci olacak” ifadesi ya da “ne mutlu fakir olanlara, göklerin melekutu onlarındır” gibi bir
müjdenin taşıdığı anlamdan bihaber olanlar hayal aleminde yüzmeye devam ediyorlar.
Altın Çağ’ın gelişi kozmik bir realitedir:
çünkü evvelde de dediğimiz gibi çevrim tamamen daireseldir ve Demir Çağ kapanır, Altın Çağ açılır.
Ama Demir Çağ’ın sonunda ortaya çıkacak olan kıyamet bizim çevrimimizi sonlandırmış
olduktan sonra açılış bir Rasul ile olacaktır yani Adem’le…
Şu halde mevcut insanlık çevriminin bir Altın
Çağ yaşaması söz konusu olamaz ve olmayacaktır da. Bu konuda sitemizde evvelce yayınladığımız
Martin Lings’e ait “Çağın Ruhu” makalesinin dikkatle okunmasını önemle tavsiye ederiz.
(https://morates.tripod.com/id66.html)
Bununla birlikte içinde bulunduğumuz Demir Çağ’ın
son diliminin Hint Kozmolojisinde geçen Maitreya Dönemi olduğu ise kabul edilebilir. Bu Mehdi Çağı demektir.
Öyle ki bu tür konuları araştıran bir çok araştırmacı Burçlar Kuşağında yer alan
Kova Burcuna dünyamızın girdiğini ya da çok yakında gireceğini belirtmekte ve bu burçtaki etkileşimlerin
insanlarda ilim yönünden bir bilinç sıçraması yaşayacaklarına dikkatleri çekmişlerdir. Mehdi’nin
ise zahiri olmasından ziyade Batıni önemi vardır; kendisi “beyaz bir atla” gelecektir. (Hindu dini
Maitreyi’yi, Musevilik İlyas’ı, Hıristiyanlık Mesih’i ve İslam ise Mehdi’yi
aynen bu beyaz at ile tarif etmiştir.) Beyaz at ise bir semboldür; manasını gece yolculuğu sırasında
Rasulullah’ın bindiği Burak’ta aramak gerekir!
Batıni anlamda bizce yaşanacak olan bir bilinç sıçraması
söz konusudur ki bu sıçrama herkes de kendi ilmi alt yapısı ve teveccühü istikametinde ortaya çıkacaktır.
Kovanın suyu kucaklaması gibi insanlık ilmi kucaklayacak ve herkes ilmi kendi şekline göre alacaktır,
çünkü su girdiği kabın şeklini alır. Bu nedenle aslında yaklaşmakta olanın çağın
Işıkla sembolize edilen bilgi yönünden de Altın Çağ değil ama bir Bilgi Çağı olduğu
da ifade edilebilir. Ama suyun sırrındaki bir bilgi türüdür bu, ışığın sırrındaki
gibi değil.
ç.Astroloji Saplantısının Bazı Olası
Neticeleri:
Öncelikle şunu dile getirmeliyiz ki astroloji de ilimlerden
bir ilimdir ve bununla ilgili Kur’ani ifadelerin yanı sıra doğa yasalarının ortaya çıkışı
bizi aydınlatmaktadır ve bir çok mutasavvıfın bu konuya alaka göstermesi ve kozmoloji ilmi içerisinde
ele alıp bir takım değerlendirme yapmaları da astrolojinin hakikatine birer işarettir bizce.
Ancak günümüzde insanın yaşadığı
dejenerasyonun yoğunluğunun çok yüksek olması doğal olarak onun eserlerine de yansımaktadır.
René Guénon’un ifadesiyle bu tür kadim ilimler maalesef günümüzde kaybolma noktasına gelmiş birer “kırıntıdan”
ibarettir. Bunun anlamı söz konusu ilimlerin de son hadde dayanmış birer dejenerasyon içinde olmalarıdır.
Bunun uzantısı olarak aslında eşyanın hakikatine dair hiçbir şey söyleyemeyen modern bilim de
doğal olarak kadim bilimlerin sapmasıyla ve yozlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Zaten
modern bilim bu nedenle hakikate dair hiçbir şey söyleyememekte, bir takım doğruları dile getirse bile
bunda da netice yönünden kendiyle çelişmektedir. Nitekim bugün bu tarz bir bilim olarak Kuantum fiziği ele alınabilir;
ulaştığı bazı neticeler açısından her ne kadar bir takım gerçekleri dile getiriyorsa
da yöntem olarak tüm bilimlerle ve yani modern bilimle çelişki içerisinde olduğu da açıktır.
Aynı şekilde bir insan eseri olan sanat da bu yozlaşmadan
payını almış ve kutsal sanatın yerine oturtulan modern sanat, sanatın kendi öz niteliklerinden
apayrı noktalara –mesela postmodern sanata- kadar uzanmıştır. Nitekim sanat doğası gereği
hakikatin sembolizmle dile getirilmesi yönüyle sadece ona hizmet ederken bugün bu noktadan sapmış olduğu ve
tamamen bireysel yahut psiko-teknik bir hal aldığı ortadadır. Yüz yıllar önce yapılmış
olan Ayasofya Kilisesi ile son yıllarda yapılmış bir mimarı eseri karşılaştırırsanız
sanat ya da mimarlık hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile aradaki muazzam nitelik farkını görürsünüz
elbet; kutsal sanat, yüksek mütekabiliyetin gözle görünür bir biçime sokulmasıdır ve bu yönüyle maneviyattan ilham
alır, yani yüzü semaya bakar, modern sanat ise sözde sanatçının zihnindeki bir takım çelişkilerin
açığa çıkışıdır ve doğal olarak yüzü arza bakar.
Konumuz bunlar değil elbette, ama çağlar içindeki
yozlaşmaya birer örnek olarak sunduk. Şimdi ise astroloji ilmindeki yozlaşmaya değineceğiz: Her şeyden
önce şu söylenmelidir ki analitik modern zihniyet kendisine kalmış bir miras olarak kadim ilimleri israf etmiş
ve hatta anlamsız yere yok etmiştir. Astroloji esas itibariyle Kozmoloji
ilminin içerisinde yer alır ve kozmoloji içindeki diğer bilimlerle uyumlu bir halde dile getirildiği oranda
hakikate ulaşabilir. Astrolojiyi mesela kozmogoni ilminden ayrı olarak ele almak bir takım çelişkilerin
ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Maalesef modern zihniyetin bütünleyici olmayıp analitik yöntemlerle bilimi
ele alışı bir takım bilimlerin yok olmasına –simya gibi- bir takım bilimlerin ise ilmi
geçerliliğini kaybetmesine yol açmıştır. Bugün kozmoloji içerisindeki bazı unsurların astrolojinin
haritasında değerlendirilmesiyle oluşturulan astronomi ilmi astrolojinin üzerini örtmüştür.
Astroloji bilindiği gibi güneş sisteminin dışındaki
yıldızların oluşturduğu burçlar kuşağındaki döngüye ve bu döngünün her diliminde açığa
çıkan tesirlerin karakteristik yapılarına dayandırılır. Nitekim önceki çağlarda yaşamış
üstün nitelikli kamil insanlar bu etkileri apaçık hissediyorlardı. Nasıl ki bugün gözleri gören bir insan güneşin
ışığını hissedebiliyor, o devrilerde de farklı yıldızlardan ulaşan radyasyonları
ve manyetik etkileri açıkça hissedebiliyordu. Zannediyoruz ki kamil insanlar hala daha bu etkileri açıkça görebiliyorlar.
Bunun tarihteki bir örneği İbrahim rasuldür.
“…Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu
gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerini gece kaplayınca bir yıldız gördü: "Bu imiş Rabbim!"
dedi. Batıverince de: "Ben böyle batanları sevmem." dedi. Ay'ı doğarken görünce: "Bu imiş Rabbim!"
dedi. Batınca da: "Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhakkak ki, şu şaşkın
topluluktan biri olacakmışım." dedi. Güneşi doğmak üzere görünce: "Bu imiş Rabbim, bu hepsinden
büyük!" dedi. O da batınca: "Ey kavmim, haberiniz olsun, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım!
Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah'a ortak koşanlardan
değilim." dedi.” (6:75-79)
Daha önce kimse tarafından bu tarz bir incelemeye sokulmamış
olan En’am suresindeki bu ayetler bu konuda çok önemlidir. Dikkat edilirse ilk ayet İbrahim’in göklerin ve
yerin melekutunu gördüğü gerçeğini dile getiriyor. Peki göklerin ve yerin melekutunu gören ve bu yüzden putperest
olan kavminden uzaklaşan İbrahim, nasıl olurda yıldıza, aya ve güneşe secde eder? “Bu
benim rabbimdir” der? Öncelikle kabul etmemiz gereken şey buradaki anlatımın sembolik olduğudur.
Bizce: İbrahim
varoluşunu tefekkür etmiş ve putların ona bir fayda ve zarar veremeyeceğini ve hatta kendi varlığından
bağımsız onu izleyen bir rabbi olamayacağını idrak etmişti. “Şu halde rabbim
kimdir, nerededir, nasıldır?” gibi sorularla yüzleşti. Böylece Allah ona göklerin ve yerin sırlarını
açan bir ilhamla sesleniyordu ama onu açıkça bulamıyordu. Neticede bu tür ilhamlarla kazandığı kemalat
ona yıldızların, ayın ve güneşin tesirlerini hissettirmişti. Bir gel-gitle okyanusları
kabartan ay insan gibi bedeninin ¾’ü sudan ibaret zayıf bir varlık üzerinde tesir etmeyecek miydi?
Bunun neticesinde yıldızlardan gelen açık tesiri
kabul etmiştir ve onun rabbi olduğunu düşünmüştür. Dikkat edilirse “rabbim buymuş” demektedir,
asla “Allah buymuş” dememekte, burası önemli çünkü bilindiği gibi rabb, insanı terbiye eden
ve belli bir kemalata “yönlendiren”, kişiyi “yöneten” demektir. İbrahim zaten Allah’ın
bir nesne olamayacağını biliyor ve bu yüzden putları inkar ediyordu. Şu halde İbrahim ilk başta
onu terbiye edip yönlendiren kuvvetin yani rabbinin gökyüzündeki bu sistemler olduğu sonucuna ulaşmıştır
ama bu sistemlerin döngü nedeniyle geçici olan etkileri belli bir zaman sonra kaybolunca –batmak bu manadadır-
rabbinin bu sistemler olamayacağını anlamıştır.
Böylece yerle beraber gökleri ve bu sistemleri yaratan Hakk’a
“hanif” olarak yüzünü dönmüştür ve böylece şirkten arınmıştır. Anlamıştır
ki kişiye tesir ederek onu yönlendiren göğün kendi başına bir etkisi yoktur ve bu sistemleri de etkileyip
yönlendiren başka üst sistemler de vardır. Bu sonsuzluğa uzanan bir açılıma işaret eder.
Yeri gelmişken şunu da söyleyelim ki bu sisteme
ve burada yazılmasını sakıncalı gördüğümüz daha bir çok şeye işaret eden “…Allah
ki yedi gök yaratmıştır, yerden de onların bir mislini. Allah'ın her şeye kadir olduğunu
ve Allah'ın bilgisiyle her şeyi kuşattığını bilesiniz diye, (bunların) aralarından
emir inip duruyor” (65:12) ayetinde tefekkür eden insanlar için muazzam hassasiyetler mevcuttur.
Şimdi zannediyoruz ki insanların bir kısmının
geçmişte neden güneşe ya da yıldızlara taptıkları da anlaşılmıştır:
Astrolojik sistemleri yozlaşmışlık nedeniyle ve yani hakikat ilminden de bihaber oluşları nedeniyle
“rabb” olarak nitelemişler ve “gökleri de yaratan yönlendiren ve kuşatan” kuvveti göremeyerek
sapkınlaşmışlardır. Anlamadıkları şey gökleri yaratan ile yerleri yaratanın aynı Allah olduğudur ve hanif
olarak O’na bakmak gerektiğidir.
Nitekim biz de tüm bunları aslında bu konuda bir
hatırlatma yapmak için yazdık. Günümüzde de aynı şekilde maalesef
“astrolojiyi Allah’ın yaratış sisteminin bir unsuru” olarak gören bir çok kişi
aynı bilinci arz diye simgelenen bireysel varoluş konusunda gösterememektedir. Yani astrolojik tesirlerin varoluşu
konusu kısmen anlaşılmaktadır ama bu tesirlerin tecelligahı olan insan beyninin gelen etkileri değerlendirme
ve yönlendirme merkezi olduğu anlaşılamamaktadır.
Bu bir sistemdir ve sistem içindeki unsurları tek başına
ele alıp doğru bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Zaten modernlerin sorunu da budur: sisteme analitik
yöntemlerle yaklaşmak. Oysa evrende hiçbir şey bağımsız değildir; her şey belli bir takım
etkileşim ve yasalar çerçevesinde yürümektedir.
Şu halde gelen tesirlerin yok edilmesi mümkün olmadığına
göre bu tesirlerin pozitif ya da negatif sonuçların yaratılmasında bir araç olan zihin doğru kullanılmalıdır,
“hayra vesile olmak” dahi budur. Dışarıdan gelen hiçbir güç insanı yönetemez; insan kendi
ilmi alt yapısı ile oluşturduğu bilinç seviyesine göre bu etkileri değerlendirir ve doğruya
ya da yanlışa yönelir. Kişinin rabbi dışarıda mıdır ki bu tesirler kişiyi yönlendirsin?
Tüm bunlar elbette “ayetlerimizi düşünen bir topluma
indirdik” diyen Allah’ın bize bahşettiği akla dayanarak ulaştığımız kendi
neticelerimizdir. Doğrusunu ise yalnızca Allah bilir.
Şimdi Ergun Candan’ın “Kıyamet
Alametleri” kitabında geçen bazı ifadeleri değerlendirebiliriz:
(Konunun tek başlık altında uzun bir biçimde
sunulmaması için iki bölüm halinde tasarlanmıştır. es'semavi)